Doğu Avrupa’da başlayan gerginlik bir dünya savaşına dönüşür mü? Bu soruyu bir romancı 108 yıl önce sormuştu.
Thomas Mann 1914’te hâlâ genç sayılırdı ama çoktan üne kavuşmuştu. Adını henüz 26 yaşındayken yayımladığı Buddenbrooklar ile duyurdu, Venedik’te Ölüm’le yeteneğini kanıtladı. Arşidük Ferdinand’ın suikaste uğramasından sonra bütün kıtanın savaşa gireceğine pek ihtimal vermiyor, savaş olasılığı karşısında heyecanını da saklamıyordu.
1914 yazında Venedik’te Ölüm’ün devamı olarak tasarladığı komik bir novella üzerinde çalışıyordu. Savaş başlayınca kitabını kenara koydu, ülkesi için seferberliğe fikir yazılarıyla katılacaktı. “Savaş Zamanı Düşünceler” adlı denemesini o günlerde kaleme aldı. Dünya düzeninin böyle gidemeyeceğini, Avrupa’ya bir felaket gerektiğini söylüyordu Thomas Mann. Alman ruhuna inanıyordu.
Onun için demokrasi Alman karşıtlığı demekti. Batı medeniyeti Almanya’yı dışlayan bir imparatorluk kurma çabasıydı Mann’a göre. (O yıllarda NATO yok, henüz.) Demokrasiye saldırırken sözünü sakınmıyordu.
Mann edebiyatın siyasete âlet edilmesinden hoşlanmazdı. Demokrasiyi her değerin, duruşun politikleşmesi olarak görüyordu. O yılların muhafazakâr Mann’ı bugün Ukrayna için sokak eylemlerine katılan Margaret Atwood’u görse, işte, derdi, demokrasi yazarları bu hale getiriyor.
Demokraside sanatçının ilerici, yenilikçi (“progressive”, daha iyi bir çeviriyle “terakkiperver”) olmaktan başka seçeneği yoktu.
Başka deyişle, şu soruya yanıt arıyordu Mann: İlerici olmadan sanatçı olunabilir mi? Bir aydın ‘gerici’ olabilir mi?
Sıradan insanların sürekli siyasetle ilgilenmek zorunda kaldıkları sistemlerde yanlış giden bir şey vardır. Muhafazakâr Mann’a göre demokrasi tam da buydu. Demokraside yazarın kişisel çatışma imkânı yoktu, her zaman ilerlemecilikten yana tavır almak zorundaydı.
Oysa, diyordu Mann, sanatçı apolitik olmalıdır. Ancak o zaman özgür olabilir.
Bütün bu savların yer aldığı Apolitik Bir Adamın Düşünceleri* adlı kitabı savaş biterken yayımlandı.
Mann yanıldığını çok geçmeden anlayacaktı (20’lerin başında). Faşizmin yükselişiyle birlikte ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Novellasını yeniden yazmaya koyuldu. (Kısa roman olarak tasarladığı kitap dev başyapıtı Büyülü Dağ’a dönüştü.)
Sürgünde Nazilerin ilk karşıtlarından oldu, uluslararası üne kavuştu. Bütün kitapları başka dillere çevrilirken savaş dönemi yazılarının çevrilmesine izin vermedi.
O yazılardan miras soru şu: Sanatçı apolitik olabilir mi? Siyasetin tamamen dışında kalabilir mi? Sınır nerede çizilmeli?
Defalarca yanıtlandı bu soru aslında: Kişisel olan (da) politiktir, bugün biliyoruz. Sanat toplum için mi, sanat için mi gibi soruların devri geçti. Sanat insan içindir.
Siyaset karşıtlığı da bir tür siyasettir. Apolitik olmak da, son kertede, politik bir tutumdur.
Mann edebiyatı siyasi mücadeleye feda etme kaygısında haklıydı. Gelgelelim, güdümlü edebiyatı değil demokrasiyi suçladı. Neyse ki yanılgısını erken anladı. (Ezra Pound’un ilerlemiş yaşında, “Her şey boşundaydı,” deyişi kulağa küpedir.)
Yazar, şair apolitik olabilir mi gerçekten?
Bu soru bana bir başka sürgün hikâyesini hatırlatıyor:
Aynı dönemde Avrupa’da sürgünde olan Namık Kemal siyasi kavgaya girişirken Şinasi bütün gücünü “Kāmûs”unu yazmaya adamış. Kemal siyasi mücadeleye, Şinasi ise bir sözlük yazmanın padişahın hal’inden daha gerekli olduğuna inanmış. Sonunda Kemal kafa tuttuğu padişahın yanına döndü, Şinasi’nin ömrünü adadığı sözlüğün nüshaları kayboldu gitti.
Kim haklıydı?
* Reflections of a Nonpolitical Man, Thomas Mann. Trans.: Walter D. Morris, NYRB 2021.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***