Erdoğan rejiminde, aileleriyle yüz binlerce insana uygulanan “KHK zulmü”, 15 Temmuz sonrası kurulan otokratik siyasi düzenin dayandığı ideolojik temelin vazgeçilmez bir harcıdır. Bunun ne demek olduğunu daha iyi anlatabilmek için yazıya tarihten bir anekdotla başlamak yerinde olacaktır.
Hz. Osman’ın adeta özel kalem müdürü gibi görev yapan Mervân b. Hakem ileride Emevi halifesi olduğu sırada bir gün Hz. Ali’nin kendisiyle aynı adı taşıyan torunuyla karşılaşır ve ona “Bizim efendimize (Hz. Osman’a) sizin efendinizden (Hz. Ali’den) daha mûtedil davranan kimse yoktu” der. Ali b. Hüseyin bunun üzerine ona şaşkınlıkla sorar: “Öyleyse neden ona minberden lanet okutuyorsunuz?” Mervân bu soruya şu manidar cevabı verir: “İktidarımızı sağlam tutabilmemiz için onu (lanetlemeyi) yapmamız şarttır.”
Hz. Muhammed’e karşı çıkanlara önderlik eden ve Hz. Osman gibi bir kaç istisna dışında Mekke fethine kadar Müslümanlığa girmeyen Emeviler bir hanedanlık kurarak dönemin İslam toplumuna liderlik etmelerini gerektirecek dini ve siyasi meşruiyetten yoksundurlar. Sahabeler itibarlarına göre muhacirler (Medine’ye hicret edenler), ensar (onlara evsahipliği yapanlar) ve tüleka (Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlığa girenler) olarak üçe ayrılır. Emevi hanedanlığının iki kolu da bu sonuncu gruba mensuptur. Bu “tatsız” gerçek, esasen Suriye’deki güçlü ordu sayesinde kurmuş oldukları rejimin siyasi meşruiyetini zayıflatır. Bu nedenle, halifelerin toplumun önde gelen liderlerinin katıldığı bir şura yerine Emevi ailesinin uhdesinde kalmasını sağlayacak bir ideolojik araca, İslam tarihçisi Wilferd Madelung’un deyişiyle “sürekli meşruiyet mührüne” ihtiyaç duyarlar. Bu ise Hz. Osman’ın ülkede “fitneye”, yani iç karışıklıklara yol açan katlinin intikamının alınması meselesinin ve Hz. Ali’nin “katil” olduğu iddiasıyla suçlanmasının devamlı gündemde tutulmasını gerektirir. Çünkü bu intikamı alma vazifesi, Hz. Osman’ın ailesi olması hasebiyle Emevilere aittir.
Hz. Ali’ye yönelik desteğin fazla, Emevilere yönelik memnuniyetsizliğin yoğun olduğu Irak’ın Küfe ve Basra gibi şehirlerinde Cuma hutbelerinde bu lanet okuma işinin yıllarca ısrarla sürdürülmesinin nedeni, Madelung’un ustalıkla işaret ettiği gibi, yürütülen baskı rejiminin bahanesi olarak gösterilecek bir muhalefete duyulan ihtiyaçtır. Hz. Ali’ye lanet okunarak ve bu zorunlu kılınarak, Emevilere yönelik örtülü muhalefet sık sık açığa çıkarılacak, hiçbir siyasi hedefi olmadığını herkesin bildiği masum dindar insanlar bile bunu yapmayı reddettikleri için ibreti alem olmak üzere zulümlere maruz bırakılacaktır. Böylece halkın yeni bir iç savaş tehdidiyle korkutulması, Emevi ailesinin ayrıcalıklı konumunu hak edip etmediğine ilişkin “tehlikeli” tartışmalar yerine, Emevileri siyasi istikrarla özdeşleştirmesi, iktidarın sorgulanmasının “fitneye” yol açmakla eş anlamlı hale gelmesi sağlanacaktır. Bunun modern siyasi literatürdeki karşılığı “terör rejimidir.”
KHK ZULÜMLERİ, REJİMİN OTORİTERLİĞİNİN MEŞRUİYET KAYNAĞI
Bugün Erdoğan rejimi için de KHK zulümleri bu tür bir işlev görmektedir. O nedenle iktidarın bırakın “genel af” ilan etmeyi, otoriter rejimi devam ettirebilmek, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne neden dönülmediğinin sorgulanmasını engelleyebilmek için bu zulümleri haklı gösterecek şekilde “terör” (yani “fitne”) tehdidinin devam ettiği havasını verebilmesi, rejimi ayakta tutan “sürekli meşruiyet mührüdür.” Cumhurbaşkanı Yardımcısı görevini yürüten memurun, “giydirilmiş kütükleri” hatırlatan soğuk bir yüz ifadesiyle, yüz binlerce kişiden “terörist” diye bahsedebilmeye cüret etmesi bu gerçekle ilgilidir.
Bu tespitte bulunduktan sonra “genel af” dedikodularının ne anlama geldiğine ilişkin fikir yürütmelere geçebiliriz. Otoriter rejimlerde “genel af” söylentileri, terör rejimine yönelik tepkilerin halkta ne denli artmış olduğunu gösterir. Geçen yıl HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun KHK zulümlerini gündeme getirdiği gerekçesiyle rejimin hışmını çektiği için, rejime yakışan bir hukuk tanımazlık ve zorbalıkla vekilliği düşürülerek hapse gönderildikten sonra, dört ay geçmeden, dış siyasette artık normal hale gelse de iç siyasette alışılmadık şekilde rejimin tüm tükürdüklerini yalayarak birdenbire yaptığı acı bir frenle onu serbest bırakmakla kalmayıp vekilliğini de iade etmesi kritik bir gelişmeydi.
“GENEL AF” SÖYLENTİLERİ HALKTA BİRİKEN TEPKİYE İŞARET EDİYOR
Otoriter rejimlerde basın ve akademi güdümlü olduğu ve baskı altında bırakıldığı için halkın nabzının nasıl attığını anlayabilmenin tek yolu bu tür hadiselerin ifade ettiklerini doğru değerlendirebilmektir. Gergerlioğlu gibi sırtında hem HDP, hem de KHK gibi iki ağır sembolik bagaj taşıyan bir vekilin, bütün o tek başınalığı ve zayıflığı içinde, tüm propaganda makineleriyle üzerine çullanan rejime nasıl geri adım attırabildiği sorusunun cevabı, muhafazakar tabandaki tepki göz önüne alınmadan verilemez. Gerek Gergerlioğlu, gerekse Sezen Aksu hadiselerinde yapılan dramatik U dönüşleri, doğrudan muhafazakar tabanda birikmiş, artan bir tepkiyle doğrudan ilişkilidir. Muhafazakar sokağın nabzını iyi tutan ve mağduriyetin Türk siyasetinde ne denli belirleyici bir güç olduğunu iyi bilen usta siyasetçilerden biri olan Bülent Arınç’ın Bank Asya’ya para yatırdığı ve eğitim vakfında görev aldığı için terör örgütü üyeliğinden tutuklu yaşlı bir insanın hapishanede vefatına ağıt dökmek suretiyle gösterdiği cesaret de aynı çerçevede değerlendirilebilir.
Erdoğan tüm rejimini muhafazakar sağ üzerine bina etme çabası içerisindedir, bu nedenle onun için ülkenin kendisine muhalif diğer yarısının ne hissettiğinin hiçbir önemi yoktur. Yani Gergerlioğlu, Aksu hadiselerinde Erdoğan’a geri adım attıran asıl güç, muhafazakar sokakta toplumsal tepkileri kontrol altında tutabilmek için dikilen barajların taşma noktasına gelmiş olmasıdır.
İşte “genel af” söylentileri, rejimi “sürekli meşruiyet mühründen” mahrum etmeden muhafazakar cenahtaki bu basıncın azaltılması zorunluluğunun hissedildiğine işaret etmektedir. (Muhalif cenahın hissiyatının iktidarı sarsıcı boyutlara ulaşması, muhalefet liderliğiyle yapılan örtülü bir ittifakla sağlanmaktadır ki orada da işler artık iyi gitmemektedir, fakat bu ayrı bir konudur ve ayrı bir yazıda ele alınmıştır. Maalesef muhalefet, otoriter rejimin kurulması için hayati önemdeki bu ideolojik zeminin harcına, kendi bindiği dalı kestiğini anlamadan aymazca uzunca süre su taşımıştır.)
STALİN’İN “GENEL AF” OYUNUNUN HATIRLATTIKLARI
“Genel af” söylentileri çıkarılarak nelerin hedeflendiğine dair fikir vermesi açısından tarihten bir başka örnek aydınlatıcıdır. Sovyet lider Stalin 1934’e gelindiğinde artık komünist rejimin içeride ve dışarıdaki düşmanlarını yenmiş olmanın rahatlığı içerisindedir. Bu nedenle o yıl Komünist Parti kurultayını “Galipler Kongresi” ilan eder. Artık herkeste bir normalleşme arzusu vardır. Parti içerisinde böylesine bir normale dönüş için Stalin’in diktatöryal yetkilerinin azaltılmasını isteyen bir grup belirir. Bu ortamda Stalin için – dini kavramlarla siyaset yapan biri olsaydı kuşkusuz “Tanrı’nın lütfu” sayacağı – bir olay yaşanır; güçlü hitabetiyle Partide ön plana çıkan isimlerden Leningrad Birinci Sekreteri Sergei Kirov karanlık bir suikasta maruz kalır. Pek çok tarihçi bu suikastın, Stalin tarafından bizzat organize edildiğini düşünmektedir. Buna göre Kirov, “Galipler Kongresinde” yaptığı konuşma sonrası aldığı yüksek alkışla Stalin’in (hasedini değilse) kuşkularını uyandırır. Sovyet Gizli Polisi NKVD’nin İspanya’da istihbarat şefi görevini yürütürken Batı’ya iltica eden Alexander Orlov, Stalin öldükten sonra yayınladığı kitabında, suikastın NKVD tarafından nasıl organize edildiğini ayrıntılı olarak anlatır.
Kirov suikastını bahane eden Stalin, müthiş bir terör estirerek – kendi öz kızının deyişiyle – ülkeyi “yarı hapishane, yarı kışlaya” çevirir. Despotun tüm gücün elinde toplanması için herkese iradesini dayatması bir paranoya ve güvensizlik atmosferi gerektirir. Terör bir liderlik tarzına dönüşür, çünkü Stalinist rejim devamlı bir şiddet tehdidi ve kullanımı olmadan itaat sağlanabilecek bir dünyayı tasavvur edemez.
Yüz binlerce parti üyesi görevden alınır. 139 üyeli Merkez Komitesinin 110 üyesi, Komünist Parti kongresinin 1966 delegesinden 1108’i, hükümeti oluşturan 25 Bakandan 20’si “halk düşmanı” oldukları gerekçesiyle tutuklanır. Hapisteki Zinoviev, Kamenev ve Buharin gibi Bolşevik liderler göstermelik mahkemelere çıkarılarak – ağır işkenceler altında zamanında Lenin’e suikast planı yaptıklarını “itiraf ettikleri” gibi gerekçelerle – idama mahkûm edilirler. Stalin’in “tek adam” olma hedefini önleyebilecek tek kurum olan ordu da tasfiyeden nasibini alanların başındadır; Toplam 767 komutandan 512’si kurşuna dizilir, 29’u hapiste ölür, 3’ü intihar eder, 59’u tutuklanır. 1937-1941 arasında 80 binin üzerinde asker infaz edilir. Tasfiye edilenlere yöneltilen suçlar; Kirov suikastını organize etmek, terörist yöntemlerle zamanında Lenin’i, sonrasında Stalin’i devirmeye teşebbüste bulunmak, İngiltere, Fransa, Japonya ve Almanya gibi yabancı ülkeler hesabına çalışan ajanlar olmak ve benzerleridir. Tasfiyeler o kadar hızlı ve tahmin edilemez boyutlarda gerçekleşir ki, sorguları yapan siyasi polislerin kısa süre sonra hapse gönderdiklerinin yanına atıldıkları durumlar az değildir.
Stalin, kurduğu sisteme içten içe muhalif herhangi birini yakalayabilmek için binlerce masum hayatın kararmasını önemsemez. Onun hesabına göre, tutuklananlardan sadece yüzde 5’i gerçekten düşmanıysa bu iyi bir sonuçtur. O sırada Parti üst düzey yetkilisi olan Kruşçev, Stalin’in “eğer bir ihbarın yüzde 10’u doğruysa hepsinin aslı varmış gibi kabul edin” dediğini ileride açıklayacaktır.
1936’da göreve gelen, Polis Şefi olarak tasfiye işini yürüten Demir Kirpi lakaplı Nikolai Yezhov da memurlarına “Az olacağına çok olsun, eğer fazladan bin kişi kurşuna dizilecekse, bu çok büyük bir mesele değil” talimatını verir. Özellikle yetki sahibi insanlara (general, hakim, vali) yönelik yargı mekanizması tamamen göstermeliktir; Yezhov, düzenli olarak, bu kişilerden kurşuna dizilecekler ve gulag’lara gönderilecekler listesi hazırlar, Stalin altına imza atar, sadece bu şekilde ölenlerin sayısı kırk bini geçmektedir. Pek çok sıradan vatandaş Stalin’le dalga geçen bir siyasi şaka yaptıkları gibi suçlamalarla tutuklanır. Bütün infazlar için mutlaka Kremlin’in onayı alınır. Neticede, Stalin Terörü sırasında, Sovyetlerin yetişkin nüfusunun (yani 16 yaşından büyük olanların) yaklaşık yüzde 10‘u hapishane ve kamplara gönderilir.
Fakat terörün bu boyutlara çıkması halk arasında rejime yönelik bir güvensizliğe ve tutuklananların gerçekten suçlu olup olmadıklarının sorgulanmaya başlamasına yol açar. İşte “genel af” meselesi bu noktada devreye girer. Stalin önce bir günah keçisi bulur. Bu kişi, teröre iştirak etmekten kaçınan önceki Polis Şefinin yerine buna hevesli olduğunu gösterdiği için atadığı Yezhov’dur. “Bazı insanların kendi çıkarları için yalan ihbarlarda bulunduğundan ve polisin bunlara yeterli dikkati göstermediğinden” yakınan Stalin, Yezhov’un yerine yardımcısı Beria’yı atar ve bütün tutuklamaların incelenmesi talimatını verir. 1940’da tamamlanan yeniden gözden geçirmeler sonunda, 30 bin kişi hapishanelerden, 327 bin kişi Gulaglar’dan salıverilir. Bunlar zulme maruz kalanların küçük bir kısmıdır ama böylece halkın Sovyet adaletine olan güveni yeniden tesis edilir. Buna göre Stalin, pek çok masum insanı toplu halde tutuklatan Yezhov’un yanlışlarını düzeltmiştir. Halk düşmanı ilan edilen Yezhov aynı yıl kurşuna dizilir.
Genel Sekreter olduğu dönemde Kruşçev’in başkanlığındaki bir toplantıda genç bir Komünist, Stalin’in işlediği suçlara niye kimsenin itiraz etmediğini sorar, Kruşçev, sert bir şekilde, “Bunu kim söyledi?” der, oda buz kesince ekler: “İşte sana cevabı, o zaman da herkes böyle korkmuştu.” 1934’den sonra sadece iki kez 1939 ve 1952’de toplanan Parti Kongreleri önemlerini kaybettiklerinden ciddi meselelerin tartışılmasına sahne olmaz. Stalin’in başkanlık ettiği Sovyet hükümeti işlevi gören Politbüro’nun 11 üyesinden biri olan Kruşçev, 1939’da imzalanan Molotov-Ribbentrop (Nazi-Sovyet) Paktını ertesi günü gazeteden öğrenir.
TERÖR REJİMLERİNİN ÜLKEYE HEP AĞIR MALİYETLERİ OLUR
Stalin Terörünün ilk etkileri 1937’den itibaren büyümenin durma noktasına geldiği ekonomide hissedilir, bunun önemli nedenlerinden biri pek çok idareci, bilim adamı, mühendisin tutuklanması veya çalışma kamplarına gönderilmesidir. Daha yıkıcı bir etkisi ise yaklaşmakta olan Dünya Savaşı sırasında görülecektir: Sovyet ordusundan tecrübeli subayların büyük bölümünün tasfiye edildiğinin farkında olması Hitler’in cesaretini arttıracak, Rusya topraklarına taarruz eden Alman ordusu karşısında Kızıl Ordu hezimet üstüne hezimet yaşayacak, ülkenin büyük bölümü işgal altında kalacaktır.
“Zalimden medet ummamak” gerçekçi bir bakış açısını yansıtır, ahlaki duruş olarak değeri ise daha kıymetlidir. Türkiye’yi düşürdükleri durumdan dolayı gelecek nesillerin kendilerini esefle anacağından şüphe olmayan bir rejimin, yaşadığı üst üste siyasi ve ekonomik sarsıntılarla can derdine düşmüşken, “af makamında” bulunduğunu sanması, boş umutları değil acı bir tebessümü hak etmektedir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***