YORUM | AHMET KURUCAN
(Fetva Sorunu Yazıları-4)
“Ehlinden sâdır mahalline müsadif” olması gereken fetvaların günümüzde ehil olmayan, devrinin idrakinden yoksun ve İhsan Yılmaz’ın bir zamanlar “ulema nakliyat” diye ifade ettiği mukallitliğin ötesine geçmemiş tele-vaizler ve kifayetsiz insanlar tarafından verildiğini ifade etmiş ama bunları besleyen en önemli damarın toplumdaki karşılıklarını olduğunu yazmıştım. Evet, tencere kapak misali, alt yapının üst yapıyı belirlemesi misali, sütün kaymağı misali tam anlamıyla bir uyum içinde şu an karşı karşıya olduğumuz tablo.
Bu tabloyu tersine çevirmek uzun zaman ve uzun uğraşlar isteyen külli bir iş. Bir taraftan bugün itibariyle sayıları çok az olan ehil insanları yetiştirip çağımızın sorunlarına uygulanabilir çözümler üretmelerini sağlamak, diğer taraftan halkta bu insanlara ve ürettikleri düşüncelere karşı farkındalık ve ilgi oluşturmak, zihinlerini tahrik ederek eldeki mevcut bilgilerini sorgulamalarını sağlamak ve asırlardır içinde yaşadıkları rahat bölgesinden (comfort zone) çıkartmak. Gerçekten zor ve sabahtan akşama olacak bir şey değil. Asırlardır devam edegelen bir ihmalden söz ediyoruz. Dillerde ıslah, tecdid, ihya ama hayatın pratiğinde tekrir ve tekrardan başka bir şey yapmayan bir kitleden bahsediyoruz. Bir daha söyleyeyim, hakikaten Müslümanlar olarak işimiz çok zor.
İşin aslına bakıp tarihin mazi sayfaları arasında zihni bir yolculuk yaptığımızda benzeri şeylerin yaşandığını görüyoruz. Özgür ve yaratıcı düşüncenin hakim olduğu, eleştirel yaklaşımların düşüncenin merkezine konulduğu erken dönemler için değil, bütün canlılığı ile ilk 4 veya 5 asrı kapsayan devirden sonraki zamanlar için söylüyorum bunu. Nitekim bu bağlamda yaptığım okumalarda bana en çarpıcı gelen su tespittir. “Ölmüş fıkıhçıların görüşleri ile amel edilmemeli.” Katılmıyorum ben bu görüşe ama bu sözün söylendiği dönemin sokaklarında dolaşan bir insan farz ediyorum kendimi ve işte o zaman anlayabiliyor ve anlamlandırabiliyorum bu cümleyi. Mezhep taassubu almış başını gitmiş, hakikat tekelciliği hayatın her bir karesine sirayet etmiş, aynı Allah, aynı Peygamber, aynı kitaba inandıkları halde sahip olduğu farklı içtihadî görüşlerden dolayı birbirlerini tekfir eden insanların bulunduğu mutaassıp bir zemin bu zemin.
Kaldı ki arka plan şartları da değişmiş. Bağdat dünkü Bağdat, Fustat dünkü Fustat değil. Buhara, Semerkand, Gırnata, Sicilya denkleme yeni dahil olmuş ve oralardaki hayat şartlarının, örf ve adetin, gelenek ve göreneğin Mekke-Medine kültürü ile hiç alakası yok. Ve siz bu farklılıkları nazarı itibare almadan 3-4 asır önce hayata veda etmiş hukukçuların görüşleri diyor başka bir şey demiyorsunuz. Neyse, ben günümüze döneyim.
İçtihadî ehliyete sahip olmayan kişilerin günümüz toplumlarında var olan karşılıklarından ve bu yapının fetvayı sorun haline getiren bir unsur olduğundan bahsediyorduk. Buna ilave edeceğim bir başka şey de, halkın meşruiyet arayışı içinde sabit kriterlerinin ve ölçülerinin olmayışı. Fıkhî görüşlerin asırlardan beri yaptırım gücünü de arkasına alan bir otorite eşliğinde uygulanmıyor oluşu bir yana, onların hala daha geçerliliğini koruduğuna dair var olan inanç, hayatın gerçekleri ile çatışınca taban farklı arayışlar içine giriyor. Çünkü fıkıh diye kendisine öğretilen hükümler hayatı taşımaya yetmiyor.
Bir de değişen devlet yapısı ve hukuki formlar var. Bu durumda dini duyarlılığı olan bir Müslüman, yapacağı davranışın mutlaka helal olması gerektiğine inanıyor ama söz gelimi bankadan ticari kredi almadan da işini yürütemeyeceğinin idraki içinde. Buna göre dinen yasak ama kanuni olarak meşru ve hem şahsi manada kendi hayatı için hem fabrikasında istihdam ettiği insanlar için hem de içinde yaşadığı topluma sağlamakta olduğu ekonomik değer ve katkı açısından ikilemler içinde kalıyor ve karar vermekte zorlanıyor. Bulunduğu kavşağın özeti şu: Dinen caiz değil, kanuni olarak yasal ve meşru, şahsi ve toplumsal açıdan da ihtiyaç. Şöyle de anlatabilirim: 3 ayrı meşruiyet kaynağı, ölçüsü veya arayışı. Dini meşruiyet, yasal meşruiyet ve toplumsal faydayı da arkasına alan nefsi meşruiyet. İşte tam da bu kavşakta fert bir tercihte bulunuyor, zira bulunmak zorunda. Hayatın gerçekleri kendisini dayatıyor.
Bu üçlü unsura bir de cemaat ve tarikat meşruiyetini ilave etmemiz gerekir. Yıllar önce ‘Cemaat Fıkhı’ olmaz diye bir yazı kaleme almıştım. Müftâbih yani kendisi ile fetva verilen görüş tercihlerinde farklılıklar olabilir ama içtihadî düzlemde usulü fıkhın imkanları içinde hükmü aranan meselelerde istinbat kaidelerinin değişmediğine göre müctehid hangi cemaate hangi tarikata bağlı olursa olsun hepsinin de aynı neticeye ulaşması gerektiğine işaret etmiştim.
Bununla beraber her cemaatin-tarikatın fetvalarına güvendikleri hocaları var. Hatta aynı cemaat içinde bir-iki tane değil onlarcası var. Böyle olunca tabanda yerini alan insanlar önce kendi cemaatinin hocasına soruyor ve ondan aldığı cevaba göre amelinin istikametini belirliyor. Ama herkes böyle yapmıyor. Ya aldığı fetvayı sağlama almak için ya da hayatın dayatmaları içinde aldığı fetvanın alanını daraltacağı için velev ki başka cemaat-tarikatlardan bile olsa başka hocalara da soruyor. Kendi doğrularının peşinde koşuyor da diyebilirsiniz. “Fetva kanun maddesi gibi bağlayıcı değil, şahsa özel” bu davranışın dayanağı oluyor. Ve istediği cevabı buluncaya kadar dolaşıyor. Bir bedende yaşayan dört ayrı kişilik adeta. İşte bu durum da diğerleri ile birlikte benim ilk yazıdan itibaren fetva sorunu diye dile getirdiğim gerçeği besleyen ana bir damar olarak karşımıza çıkıyor.
Devam edebilirim ama bu değerlendirmelerin, imam nikahı ile yapılan ikinci evlilik konusunda dile getireceğim hususlara zemin teşkil etmesi itibariyle yeteceğine inandığım için burada kesiyorum. Şimdi gelelim asıl konuya.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***