Bu yazıyı dünyanın tüm metropolleri gibi, Avrupa başkenti Brüksel’in de yılbaşı kutlama ertesi derin uykuda olduğu sabahın alacakaranlığında yazıyorum.
Nerdeyse 86’yı dolduran yaşamımın ilk on yılından belleğimde iz bırakmış hiçbir yılbaşı kutlaması yok… Nasıl olsun ki, Türkiye fiilen katılmamış olsa da, 2. Dünya Savaşı’nın endişe dolu ortamında, hele de demiryolcu çocuğu olarak ilkokulu okuduğum Anadolu bozkırının yoksul köylerinde kimsenin yılbaşı kutlama lüksü yoktu.
Anımsayabildiğim ilk yılbaşı gecesi tam 75 yıl önceydi… İlkokulu 1946 yazında bitirdikten sonra, Anadolu’nun bir ara istasyonundan Ankara’ya atanan demiryolcu aileme kavuşabilmiştim, Atatürk Lisesi’nde orta bölümün birinci sınıf öğrencisiydim…
Yıllarca süren tek parti diktasından sonra 21 Temmuz 1946’da ilk kez çok partili genel seçimler yapılmış, yeni kurulan sol partiler ve sendikalar sıkıyönetimce derhal kapatıldığı için seçime tek muhalif parti olarak Demokrat Parti, oylamalardaki birçok usulsüzlüklere ve seçmen üzerindeki baskılara rağmen 64 milletvekilliği kazanarak Meclis’e girmişti.
Hem yaşadığımız mahallede, hem de okulumuzda tüm söyleşiler seçim sonrasının tartışmalarına odaklıydı. Bizim evde de 31 Aralık 1946’daki ilk yılbaşı kutlamasına, gece yarısı radyodan milli piyangoda kazanan numaraların açıklanmasına kadar ardı arkası kesilmeyen, hattâ bir ara kırıcı boyut kazanan parti tartışmaları damgasını vurmuştu.
Her yıl tekrarlanan bu aile içi yılbaşı kutlamaları, 1952’de gazeteciliğe başlamamdan sonra benim için mazide kaldı… Çalıştığım gazetelerde evli meslektaşlarımın yeni yılı aileleriyle birlikte kutlamalarına olanak sağlamak için 1 Ocak sayısını yılın son gecesi baskıya sokmayı gönüllü olarak üstlenirdim. Gece yarısı saat 12’yi vurduğunda da yeni yılı mürettiphane ve baskı makinesinde çalışan arkadaşlarla birer bardak şarap yudumlayarak kutlardık.
1962’de örgütlenmeye başlayan Türkiye İşçi Partisi’ne katıldıktan sonra yılbaşı kutlamaları benim ve dostlarım için bir eğlenceden çok, devrimci marşlar söyleyerek ve şiirler okuyarak mücadele kararlılığını paylaşma etkinliğine dönüşecekti.
Bir istisnasıyla, 1964’ü 1965’e bağlayan yılbaşı gecesi… Akşam gazetesini solun günlük gazetesine dönüştürme çalışması içinde olduğum günlerdi. Gazetenin Ankara bürosunda muhabir olarak çalışan İnci de yılbaşı tatilinde İstanbul’a gelmişti. Yaşamlarımızı birleştirme ve kavgamızı ömür boyu birlikte yürütme kararı verdiğimiz o gece ben İnci’ye Beethoven‘ın “Kızıl Keman” David Oistrakh tarafından icra edilmiş Kreutzer Sonatı‘nı hediye etmiştim, o da bana Bach‘ın Albert Schweitzer tarafından icra edilmiş Toccata ve Fügler‘ini…
Sonraki yıllarda Akşam‘ı, ardından Ant‘ı birlikte yönetirken de, 12 Mart darbesiyle Türkiye’den kopartılıncaya kadar yılbaşı gecelerini devrimci marşlar söyleyerek ve şiirler okuyarak mücadele arkadaşlarımızla birlikte geçirmeye devam ettik.
Sürgündeki yılbaşı gecelerimiz çoğunca acılı oldu… Bunların öyküsünü iki yıl önce Artı Gerçek‘te yayınlanan “Sürgünün buruk yılbaşıları…” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Sürgünde umut dolu ilk yılbaşını 35 yıl önce, 1987’yi 1988’e bağlayan gece yaşamıştık. Ana nedeni, kapanan yılda siyasal sürgünler olarak, görüş ve örgüt farklılığı gözetmeksizin, önemli bir birlikteliği başarmış olmamızdı.
12 Eylül darbesinden sonra başta yurt dışında direniş gösterenler olmak üzere 13.788 kişi Türk vatandaşlığından çıkartılmıştı. Önce başbakan yardımcısı, daha sonra başbakan olarak tüm bu vatandaşlıktan atma kararlarının altında imzası bulunan Turgut Özal‘ın Berlin’i ziyareti sırasında siyasal sürgünler olarak 23 Eylül 1987’de Berlin Senatosu’nda ortak bir basın toplantısı yapmış, Türkiye’nin gerçekten demokratikleştirilmesi için nelerin yapılması gerektiğini dünya kamuoyuna açıklamıştık. TİP genel başkanı Behice Boran, TSİP genel başkanı Ahmet Kaçmaz, TÖS genel başkanı Gültekin Gazioğlu ile DİSK’in sürgündeki yöneticileri de açıklamamıza ya bizzat katılmışlar ya da imza vermişlerdi.
Özal’ın sırf Avrupa ülkelerinin desteğini almak için tekrarladığı “demokratikleşme” vaadlerini önemseyen sürgündeki bazı arkadaşlar, baskı, tutuklama, işkencelerin devam ediyor olmasına rağmen, Türkiye’ye dönmeye başlamışlardı. TKP ve TİP genel sekreterleri de 16 Kasım 1987’de birlikte ülkeye dönmüşler, ancak hemen tutuklanmışlardı.
1986’da dünya kamuoyuna hitaben Black Book on the militarist democracy in Turkey adında hacimli bir kara kitap yayınlamış olduğumuz için bizler kısa zamanda ülkeye dönemeyeceğimizin farkındaydık.
Türkiye’ye dönüşün bizim için uzun süre mümkün olmayacağını, yine “demokratikleşme” göz boyacılığıyla Avrupa Birliği‘nin kapısını aralamak için 4 Mart 1988’de Belçika’ya gelmiş olan Başbakan Turgut Özal bizzat kanıtladı.
Brüksel’deki Uluslararası Gazeteciler Merkezi‘nde yaptığı basın toplantısında kendisine Türkiye’de insan hakları ihlallerinin sürüp gidiyor olması konusunda sorular sorduğumuz için öfkelenen ve toplantıyı yarıda kesen Turgut Özal, Türkiye’ye döner dönmez Brüksel’deki T.C. Başkonsolosluğu’na talimat vererek, vatandaşlıktan atılışımızdan tam beş yıl sonra, 26 Mayıs 1988’de, Türk vatandaşlığından atıldığımızı iadeli taahhütlü mektupla ikinci defa tebliğ ettirdi.
Türkiye’de tutuklamalar, mahkumiyetler, işkenceler, Kürt ulusuna karşı askeri operasyonlar sürüp gitmekteydi.
İşte o ortamdadır ki, 10-11 Aralık 1988 tarihlerinde Almanya’nın Köln kentinde 12 Eylül Rejimine Karşı Uluslararası Mahkeme kuruldu… Uluslararası düzeyde ün sahibi hukukçu, bilim insanı, insan hakları savunucusu, siyasetçi ve sendikacılardan oluşan jüri iki gün boyunca çeşitli biçimlerde mağduriyete uğramış tanıkları dinledikten sonra 12 Eylül rejimini mahkum etti.
Server Tanilli, Şerafettin Kaya, Gültekin Gazioğlu, Nihat Behram, Ömer Polat, Tarife Okkaya, Turgan Arınır, Yücel Top ve Arife Kaynar’la birlikte benim de tanıklık yaptığım yargılamada, Artvin’de öğretmenlik yaparken göz altına alınıp gırtlağına kaynar su dökülerek işkenceden geçirilen sevgili dostumuz Enver Karagöz‘ün anlattıkları jüriyi üyelerini ve duruşmayı izleyenleri çok sarsmıştı.
Mahkeme, mahkumiyet kararını verdikten sonra uluslararası kurumlara da şu çağrıda bulunmuştu:
– Halkın üzerine bütün ağırlığıyla çöken 12 Eylül politikaları, adaleti ve hukuku iptal edilmelidir.
– Bir genel af ilan edilmeli, tüm siyasi tutuklular derhal serbest bırakılmalı, ölüm cezası kaldırılmalı, işkence, kötü muamele ve cezaevlerindeki insanlık dışı yaşam koşulları son bulmalıdır.
– Türkiye’de halkların kendi kaderlerini kendi tayin hakları tanınmalı, sürgün uygulamaları kesinlikle son bulmalıdır. İşkence ve katliamların sorumlusu olan hükümet ve devlet görevlileri, polis ve ordu mensupları bunların arkasındaki güçler yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.
– Özgür siyasi ve sendikal örgütlenme ve faaliyet hakkı pratik olarak gerçekleştirilmelidir.
– Türkiye’de insan hakları kanıtlanır bir şekilde garanti altına alıncaya kadar, Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna girişi ertelenmelidir.
– Türkiye’ye yapılan askeri yardımlara ve rejime verilen desteklere son verilmelidir.
12 Eylül Rejimine Karşı Uluslararası Mahkeme‘nin kuruluşu, jüri üyeleri, dinlediği tanıklar ve verdiği karar üzerine ayrıntılı Türkçe bilgi Özgürlük Dünyası dergisinde bulunuyor.
Bu uluslararası mahkemenin verdiği hüküm tüm sürgünler gibi bizleri de memnun etmiş, umutlandırmıştı, o nedenle de 1988’i 1989’a bağlayan yılbaşı gecesini Brüksel’de dostlarımızla büyük bir coşkuyla kutlamıştık.
Ama üzerinden 33 yıl geçti, 12 Eylül faşizminin karanlığı şimdilerde islamcı faşizmin karanlığı olarak sürüyor, ülkemizde olduğu gibi sürgünde de yılbaşı geceleri hâlâ mutlulukla ve umut dolu olarak kutlanamıyor.
İşte bu karanlık içinde, tam da 2021 yılının tarihe karışması yakınlaşırken postadan bana ulaşan bir belge, son yıllarda aldığım en güzel yılbaşı hediyelerinden biri oldu.
64 sayfalık belge Eylül ayında Cenevre’de toplanan Türkiye Mahkemesi‘nin Ankara rejimini mahkum eden gerekçeli kararını içeriyor.
Türkiye Mahkemesi girişimini başlatan Belçikalı eski bakan ve Flaman Sosyalist Partisi başkanı Prof. Dr. Johan Vande Lanotte, bu önemli belgeye ek olarak bana gönderdiği özel mesajında, çok sayıda tanığın dinlendiği duruşmaların her gün 85 ülkeden yaklaşık 70.000 kişi tarafından Youtube üzerinden izlendiğini belirtiyor, Türkiye’de insan hakları ihlalleri sürdükçe mahkemenin bunları da ele alacağını vurguluyor.
Johan Vande Lanotte‘un bu mesajı beni çok sevindirdiği gibi, aynı zamanda tam 22 yıl önceye götürdü.
2000 yılında Türkiye büyükelçisinin onursal başkanı olduğu Türk Diyanet Vakfı tarafından Türk camilerine, derneklerine, bakkallarına PKK Terörünün İçyüzü: İşte Onlar! adlı bir kitap dağıtılmaya başlanmıştı.
Hürriyet gazetesinin Brüksel’deki muhabirlerinden biri tarafından sahte imzayla yazılmış olan kitaptaki bir tabloda Belçika’daki tüm Kürt dernekleriyle birlikte Brüksel Kürt Enstitüsü, İnfo-Türk, Asurilerin Mezopotamya Kültür Derneği ve Belçika Demokrat Ermeniler Derneği de PKK Bölge Sekreterliği’ne doğrudan bağlı gösteriliyordu.
İnfo-Türk’e hasredilen bölümde, Doğan Özgüden’in Belçika’daki tüm Türk düşmanı faaliyetlere katıldığı, 1994 Saint-Josse Olayları’ndan sonra da Kürt, Ermeni ve Asuri dernekleriyle birlikte ortak bildiri yayınlayarak PKK’yle ilişkisini açıkça ortaya koyduğu ileri sürülüyordu.
Kürt televizyonu Med TV’nin Brüksel’de yayına yeni başladığı günlerde benim de yer aldığım bir televizyon programına telefonla katılan Abdullah Öcalan’ın 1971 öncesi Türkiye’deki mücadelelerimi anımsatarak beni şahsen selamlamış olması da kitapta benim PKK’yle ilişkimin kanıtı olarak veriliyordu.
Kitabın en gülünç olan yanı ise, farklı siyasi çizgilerdeki Belçikalı 22 siyaset insanının da PKK’ye hizmet ettikleri iddiasıydı.
Belçika İnsan Hakları Birliği Başkanı tanınmış avukat Georges-Henri Beauthier de, Evrensel Gazetesi muhabiri Göktepe’nin öldürülmesiyle ilgili davayı birçok Avrupalı gözlemciyle birlikte izlemiş olduğu için Türkiye’deki teröristleri desteklemekle suçlanıyordu.
Johan Vande Lanotte, bu saldırıya hedef olduğu 2000 tarihinde Belçika Federal Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı ve Bütçe Bakanı idi.
Evet, üzerinden tam 21 yıl geçti…
Johan Vande Lanotte o zaman olduğu gibi bugün de Türkiye’de insan haklarının çiğnenmesine karşı mücadelenin uluslararası planda başını çekenlerden biri.
Bana gönderdiği Türkiye Mahkemesi Gerekçeli Kararı sürgündeki mücadelemizin en değerli anılarından biri olarak çalışma masamın üzerinde…
Türkiye’de kitlelerin Tayyip diktasına muhalefeti gün geçtikçe daha güçleniyor…
Muhalefet partileri demokratik bir platformda birlik olmayı başarıp da, bu yıl mı olur, Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne denk gelen 2023’te mi olur, bu karanlığı yırtıp islamcı faşist diktayı alt edebilirlerse, demokratik cumhuriyetin ilk temellerini atabilirlerse, sadece biz sürgünler için değil, mücadelemizi uluslararası planda destekleyen Johan Vande Lanotte’lar için de en büyük hediye o olacak…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***