Gezi hareketinin geri çekilişinden sonra hızla başka bir yöne evrilen kültür baş semtimiz Beyoğlu’nun, değişen demografik yapıya cevap vermeyen simge mekânlarının kapanmasına tanıklık ediyoruz. Sık aralıklarla kapanan her mekân bizi, nostaljik bir hüzünle baş başa bırakıyor. “Eski Beyoğlu”, diyoruz, “ne kadar güzeldi. Şurada şunu yapar, burada bunu izlerdik. Mahvettiler!”
Dönüşen sadece Beyoğlu değil elbette. Tümden dünyanın, her an yaşamın dönüşüp değişmesi söz konusuyken Türkiye’nin, İstanbul’un, Beyoğlu’nun değişmesi de kaçınılmazdı. Gönül bu değişimin muhafazakârlık ve milliyetçilik etkisinden azat olmasını, iktidarın politikası gereği devreye soktuğu ayrıştırıcı ve tek tipçi kültür politikasından ayrı, özel ve kapsayıcı bir değişim olmasını isterdi ama Türkiye’de bu giderek zorlaşıyor.
İktidarın, kendinden olmayana yaşam hakkı vermemesine, birçok sanatçının Türkiye dışına yerleşmesine rağmen, “kalan sağ”lar sanatta ısrarını sürdürüyor. Yeldeğirmeni’nde geçen bir haftada gezdiğim, gördüğüm, dinlediğim her şey, Beyoğlu’nun o özlemelere doyamadığımız ruhunu ve baskıya karşı yine de, ısrarla var kalmanın direncini içeriyor.
Medusa Art’ta Banu Başeren’in yazıp oynadığı “Tanrıça Arketipleri”nde; ortaçağda cadı diye yakılan kadınlardan tahtından edilen tanrıçalara, ana tanrıça kültüründen baba tanrıya dönen toplumların dişil enerjiyi işlerine geldiği gibi kullanmalarına, eğlencesi bol, seyircinin de katılımına açık interaktif bir oyun izledim. Uzun Hafız Sokak’tan İskele Sokak’a yürürken henüz sahnelenen oyunlarını izleyemediğim Tiyatro Dell’arte’nin köşesinden geçerek, Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin büyülü salonundan içeri girdim. Piyanist Fatma Şafak Pınarbaşı ile bariton Atilla Gündoğdu’nun lied’leri, senfonileri ve operalarıyla ünlü, büyük müzik insanı Schubert’in eserlerini dinlemeye hazırdım.
Schubertiade konseri başladığında, dış dünya çoktan dışarıda kalmıştı. Atilla Gündoğdu’nun programda isimleri yer alan eserlerin hikâyesini anlatarak icraya geçmesi anlam üstü anlam yükledi buluşmaya.
Konser bitiminde İskele Sokak’ta yürüyorum. İleride şenlikli bir grubun seslerine doğru… Işığa uçuşan pervaneler gibi o neşeye çekiliyorum. Dino Cafe’de, sık sık toplanıp Avrupa halk danslarını adımlayan, güzelim Balfolk İstanbul Dans Topluluğu sokakta dans ediyor. Her dilden, her renkten insan kol kola, alkışlarla dans ediyor. Karşı kaldırımda gülümseyerek onları izliyorum.
Duatepe Sokak’tayım. Anlamlı bir komşulukla, Kürtçe kurslarıyla takipte olduğum Kayy-Der’in bitişiğinde, Hemşin Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği – Hadig Kafe & Sanat’da, Hüseyin Kemal Çağı’nın küresel ısınma, buzulların erimesi üzerine kuru boyama çizimlerinin sergisinde… Nadir bir tür olan mavi istakozun önünde uzun dakikalar duruyorum. “Seni de yemese kimse keşke, güzel varlık” diyorum içimden. Tuhaf bir duygusallık var üzerimde. Tam olarak “yok oluşun başlangıcındayız” fikrine katılmasam da, – kime, neye göre? – “insan yok olur, başka türler de, Dünya sürdürür var kalmayı” desem de… Hadig Kafe’deki arkadaşlara, evimizdeki Meksika petunyasından birkaç dal götürüyorum saksıda. “Onu Bodrum’dan getirdiğimde şu kadarcık bir daldı” diyorum. “Dört yıl oldu, şimdi saksılar yetmiyor güzel gövdesine…” İsmen tanışmadığım kadın arkadaşlar sevgiyle kucaklıyor saksıyı, teşekkür ederek. Yaşam büyütüyoruz elden ele. Tanışmamıza gerek var mı?
Yurttaş Sokak’tayım. Koli Art Space’te. Başat küratör-sanatçı-müşteri tekelini kıran, pandemi gibi zorun da zoru bir zamanda açılan, feminist, queer, norm dışı bireylerin, bedenin kamusal alandaki yerini irdeleyen bir güvenli mekân. Kurucuları Elçin Acu ve Yasemin Kalaycı’nın kâr amacı gütmeyen, bağımsız çalışma ve üretme alanı. “Hadi Bana Geçelim” isimli sergisiyle queer sanatçılar; Ahmet Rüstem Ekici, Ateş Alpar, Hakan Sorar ve Mert Çağıl Türkay’ın eserleriyle senenin ilk sergisini açıyor Koli Art Space. İz, temas ve bellek kavramlarından yola çıkıyorlar. Fotoğrafları, arttırılmış gerçeklik işleri, video yerleştirmeleri ile beden ve hafıza üzerinden “tek tip nedir”in sorgulamasını yapıyor, farklılığı ve melezliği işliyorlar.
Koli Art Space’in verdiği güvenlik duygusuyla sokakta yürüyorum. Yeldeğirmeni Sahaf’a uğruyorum. John Steinbeck’in Sardalye Sokağı’nı görünce tereddütsüz alıyorum. Okunmayı bekleyen kitaplara bir yenisi daha eklendi böylece.
Evime yürürken tuhaf bir mutluluk büyüyor içimde. Tüm bu tanıklık ettiğimiz çağın üstümüzdeki kalıntılarına mesafe almaya çalışarak adımlarımı hızlandırıyorum. Bir gün diyorum, her şey bitecek. Bizi tanıyan son insan da yok olduğunda. Hepimizin ait olduğu o sonsuzlukta… Böyle sanat yazıları yazarken, gündelik hayat açmazlarının farkında değiliz sanılmasın. Tam tersi. İliklerimize işlemiş bir yok olma kaygısı ile hep birlikte, uçurumun kıyısındayız.
Yine de, “hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz” diyen Lavoisier’in “Maddenin Sakınımı Kanunu”nu hatırlamamak mümkün değil. Beyoğlu yok olmadı. O enerji bugün İstanbul’un, Beyoğlu’nu yaşayıp da küskün bir şekilde ülke dışına ya da içine dağılanlarla birlikte yeniden var kalmayı sürdürüyor. Genetik aktarım gibi bir şey ve “gen bencildir”! Kendini sürdürmek isteyecektir.
Evime girdim. Köpek-kedi kızlarımız yokluğumuzda sıkılmasın diye açık bıraktığımız TV’de, nasılsa, kravatlı biri, “… Medya mecraları üzerinden dünyaya boca edilen batı menşeli kültür sanat eserlerinin içine özenle yerleştirilen mesajların elbette amacı var… Her türlü sapkınlığı, ahlaksızlığı, marjinalliği sanat adı altında normalleştirme gayesi taşıyan sinsi saldırıya karşı imkânlarımızı devreye almalıyız” diyordu.
TV’yi kapatıp yüksek sesli bir müzik açtım. Kahkahalarla güldüm. Uçurumun kıyısındaysak dans etmiyoruz demedik ya…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***