“Yeryüzünde kibirle yürüme. Ne boyun dağlara erişir; ne de yeri yarabilirsin.”
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bir kamu kuruluşudur. 1926 yılında Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) adıyla kurulmuşken, 2005 yılında yeni bir kanunla görev ve yetki tanımları güncellendi, adı da değişti.
25.11.2005 tarihli bu kanuna göre TÜİK, “ülkenin ekonomik ve sosyal konuları ile demografi, eğitim, kültür, çevre, bilim ve teknoloji alanları ve gerekli görülen diğer alanlarda istatistik çalışmaları yapmak, derlemek, değerlendirmek, analiz etmek ve yayınlamakla” görevlidir, (md. 18/d).
Yine bu kanuna göre, “Resmi istatistiklerin gerçekleri yansıtmasının sağlanması, tüm kullanıcılara tarafsız ve eş zamanlı olarak sunulması, gizlilik ilkesine riayet edilmesi ve kamuoyunun bilgi edinme hakkının gözetilmesi esastır,” (md. .4/2).
“Resmi istatistiklerin kalitesinin ve ilkelere uygunluğunun değerlendirilebilmesi için gerekli tüm bilgiler ve resmi istatistik üretiminde kullanılan yöntemler kamuoyuna açıklanır, (md. 4/3).
Son yıllarda TÜİK’in açıkladığı, özellikle ekonomiyle ilgili istatistikler kamuoyunda önemli tartışmalara neden oluyor. Konuları yakından izleyen bazı uzmanlar, bu istatistik hesaplamalarının doğru verilere dayanmadığını, bu nedenle de gerçekleri yansıtmadığını ileri sürüyor. Bu tartışmaların yoğunluk ve süreklilik kazanması üzerine bazı tanınmış ekonomistler ‘Enflasyon Araştırma Grubu’ (ENAG) adıyla alternatif istatistik çalışma merkezi bile oluşturdular.
Kasım ayında TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamları, sadece konuyla ilgili uzmanların değil, hayat pahalılığından yakınmaları ciddi boyutlarda varan halkın da yoğun tepkisine yol açtı.
Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) yıllık Tüketici Fiyat Endeksi’ni (TÜFE’yi) % 58.65 olarak açıklarken, TÜİK’e göre bu artış % 21.31’de kalıyor. Ancak, hesaplamalarına esas aldığı örneğin bazı gıda maddelerini TÜİK’in söylediği fiyatlarla piyasada bulmak mümkün değil.
Durum böyle olunca, siyasetin tartışmaya dâhil olması kaçınılmazdı; öyle de oldu. Hemen bütün muhalefet partileri TÜİK’i eleştirdiler, hayatın gerçeğiyle bağdaşmayan bu rakamları nereden ve nasıl bulduklarını sordular.
Bu soru ve eleştiriler karşılıksız kalınca, ana muhalefet partisinin genel başkanı, sorularına birinci elden yanıt almak umuduyla TÜİK Başkanlığından randevu istedi. Randevu talebi karşılıksız kalınca da, ertesi gün TÜİK’e gideceğini ve bulabildiği yetkililere sorularını yönelteceğini açıkladı.
Bazı çevreler, ana muhalefet liderinin bu tavrını tartışmaya açıyor, randevu verilmediği halde TÜİK’e gitmeye kalkmasını eleştiriyor. Doğrudur, Sayın Genel Başkan bu durumda TÜİK’e gitmekten vazgeçebilir, bir yardımcısını görevlendirebilir, yahut bir basın toplantısı yaparak randevu verilmemesini de konu yaparak kurumun iş ve işlemlerini kıyasıya eleştirebilirdi.
Bunu yapmak yerine TÜİK’e gitmesi -alışılmışın dışında bir davranış olarak- belki yadırganabilir, fakat herhalde suçlama vesilesi olamaz. Çünkü randevusu olmadan gittiği yer, herhangi bir kişinin özel mülkü değil, halka doğru bilgi vermekle yükümlü bir kamu kurumu. Bir parti başkanı ve milletvekili sıfatıyla böyle bir kuruma gitmek için kimseden izin ve randevu almanın zorunlu olduğu ileri sürülemez.
Nitekim Sayın Kılıçdaroğlu da, açıkladığı gün ve saatte, ekonomi ve maliye kökenli milletvekilleriyle TÜİK’e gitti. Ancak orada -televizyonların canlı yayınlarını izleyen bütün ülkenin gözü önünde- son derece kaba bir davranışla karşılaştı.
Kurumun caddeye açılan bahçe kapıları kapalıydı. Kapıdaki görevliler milletvekillerine ‘randevuları olmadığı için’ binaya alınamayacaklarını söylediler.
Oysa kurum başkanı randevu ver(e)memiş olsa bile, heyet, bir yardımcısı tarafından misafir edilebilir, eleştiriler dinlenir ve sorulara kurumsal ciddiyet içinde yanıt verilebilirdi. Böylelikle de devlet yönetiminde şimdiye kadar görülmemiş bir çirkinliğe meydan verilmemiş olurdu.
TÜİK yönetimi, büyük olasılıkla yukarıdan aldığı kanunsuz emre uyarak devlet ciddiyeti ile bağdaşması olanaksız bu yakışıksız tutumu tercih etti; ya da etmek zorunda bırakıldı.
İktidar sahiplerinden her gerginliği büyütmeyi görev edinmiş birileri de, bu çirkin ve kaba tutumu mazur görmekle yetinmediler. Bir kamu kurumuna bilgi almak için giden milletvekili heyetini, yasa dışı örgütlerin yol ve yöntemini benimsemekle suçlayarak adeta yangına körükle gittiler. Onların işi zaten bu, yatıştırmak değil, karıştırmak; barıştırmak değil, kamplaştırmak.
Ülkenin yaşadığı bunalım anlarında yahut siyasetçilerin yarattığı gerginlik ortamlarında beklenen, Cumhurbaşkanı’nın olaylara müdahil olarak tarafları aklıselime davet etmesi, ortamı sakinleştirmeye çalışmasıdır. “Görevini tarafsızlıkla yerine getireceğine millet ve tarih önünde namus ve şerefi üzerine ant içmiş” bulunan bir makamdan beklenen budur. Şimdiye kadar alışa geldiğimiz, milletin görmek istediği budur. Böyle bir makam ve tutum, ülkenin bütünlüğü ve milletin birliği için güvencedir.
Oysa Türkiye’de böyle kriz, bunalım, çekişme, gerginlik anlarında ortamı sakinleştirecek, farklılıkların üzerine çıkarak, birliği, beraberliği gözetecek bir makam kalmadı.
Sayın Erdoğan, baştan beri, özellikle de 2017’de cumhurbaşkanlığını parti başkanlığına paralel bir görev haline indirgediğinden beri, partiler arasında ‘tarafsız’ davranmak, devlet usul ve adabını gözetmek gibi bir görev anlayışından kesinlikle uzak duruyor.
Bu kez de öyle yaptı. Milletvekillerine karşı görülmedik bir kabalık sergileyen bir kamu kurumu yönetimini uyarmak yerine, milletvekili heyetini suçladı. TÜİK’in, ancak kendisine ve gerek gördüğünde ilgili bakana bilgi vermekle sorumlu olduğunu, siyasi partilerin, milletvekillerinin böyle kamu kurumlarına gitmelerinin mümkün olmadığını, olmayacağını söyledi. Milletvekillerini, TBMM üyelerini ikincil duruma düşüren açıklamalar yaptı.
Tam aksine, kaba, saygısız davranmanın bağışlanamayacağını, devletin kurumlarının millete de, vekillerine de bilgi ve hesap vermelerinin zorunlu ve gerekli olduğunu söyleyebilirdi. İyi olurdu, TBMM’nin saygınlığını koruyarak kendi saygınlığını arttırabilirdi. Yapmadı.
2017 Anayasa değişikliği garabeti ülkede bir başbakan ve ‘hükmi şahsiyeti’ (tüzel kişiliği) olan bir bakanlar kurulu (hükümet) bırakmadı. Şimdi başbakan, bakanlar kurulu, hükümet hepsi, sadece ve tek başına cumhurbaşkanı.
Sayın Erdoğan da, bu olağanüstü yetkilerin hoşluğunda, kendisini hükümet olmanın da ötesinde ‘devlet’ sanıyor. Bu hal ve tutumuyla kırk yıldır eleştiregeldiği ‘tek parti’ yönetimine ve ‘Milli Şef’ değilse de, bir ‘Yerli Şef’ konumuna özendiği izlenimi veriyor.
Yazık ediyor.
Çünkü bir siyasi hareket kendini ‘devlet’ sanmaya başlarsa, kaynağından, halktan kopar; ayakta durması artık millete hizmet değil, eziyettir. Bizim tarihimizde de bunun örnekleri var.
Hele de bir siyaset adamı kendisini ‘devlet’ sanmaya başlarsa, önce partisinden, sonra halktan kopar; çevresini saran ‘ehl-i pa-bus’ yüzünden gerçeklikten kopar; kibrin kör eden kanatlarında uçtuğunu sanırken düşer, incinir.
‘Kitab’ta, bu konularda da nice güzel ‘nas’ var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***