Felaketlerin kıyısında körebe oynadığımız yıllardı. Bizi incitip kıranlara inat, kendimize mutluluğu yasaklamıştık sanki. “Hayatın esas çocukları biziz”, derdik ama ne çok kolaylaştırırdık bizi umutsuzluğun kucağına itenlerin işini. Dayanışmadan, kardeşlikten söz eder, ama yine de en çok yalnızlığımla, bir başına kaldığımız zamanlarda hissettiklerimizle övünürdük sık sık… En çok da anlaşılmamaktan yakınırdık. Yeraltındaki antik mağaralar gibiydik ve keşfedilmeyi beklerdik, kaprisli bir sabırsızlıkla. Çektiklerimiz bilinsin ama yine de bize çok yaklaşılmasın isterdik…
En çok kanımıza susamış aşklarımızdan ve acılarımızdan söz açardık. Hepimizin aşka büyük zaafı vardı ve tutkular içinde olduğumuzu sanırdık. Ve kimselerin bilmediği acılarımız kanıtlansın diye aşık olduğumuzu hisseder ve bunu çabucak söylerdik birbirimize ve en çok da kendimize. Ama acılarımızı karşımızdakine bir türlü kanıtlayamaz ve o sırada mevsimler değişir ve biz aşkın çok uzağına düşerdik, umutsuzca. Oysa bir yerlerde aşka en çok direnç gösteren, tutkularını hep saklayarak yaşayan biri hücrelerine kadar aşık olur ve bu yaşanan sıradanlıktan çekip giderdi. Bizler aşklarımızı, acılarımızı karşımızdakine bir kanıtlama duygusu olduğu için, üstelik mevsimlerimiz çabucak değiştiği için aşklarımızı ve acılarımızı anlatırken yaşardık en çok. Sanki bilerek çok geç ya da çok erken kalırdık. Ve biz geldiğimizde, mutluluk da aşk da acılar da geçip gitmiş olurdu ömürlerimizden. Hayat, dalgınlığımıza gelirdi. Belki de biz öyle olsun isterdik!..
Ve ne çok intiharlardan konuşurduk o yıllar. Eski arkadaşlarımızdan, okul yıllarımızdan, gizli kalmış başarılarımızdan söz eder gibi anardık, tanık olduğumuz kimi intiharları; oysa intiharımızdan delice korktuğumuz için bu kadar çok konuşurduk intiharları. Korkusuz olduğumuz biraz olsun anlaşılsın diye şakacıktan intiharlara kalkışırdık arada bir. Kimimiz de ’’yoğurt almaya gider, intihar edip geri dönerdi’’ sonra! Ama biz bütün bu mutsuzluk oyunlarıyla hayattan zaman çalarken, hiç ummadığımız, yani hayatı ve ölümü çok ciddiye alan birisi, bizler onun yeterince farkına varamadan intihar etmiş olurdu… Hem de yaşarken intiharın bir kez bile sözünü etmemişken…
Umutsuzluğumuz, ilk göz ağrımız, şımarık çocukluğumuzdu hepimizin, üzerine titrerdik ve her gittiğimiz yere onu da götürürdük. Meyhanelerde masalara, yıldızları seyredip dilek tuttuğumuz deniz kıyısındaki banklara yatırırdık onu. İki cinnet, iki sevişme arasında yanına koşup, yaşıyor mu, diye bakar, yaşadığını anlayınca da öpüp koklar, bağrımıza basardık onu…
“Hayatın, şehirlerin esas çocukları bizlerdik” derdik; derdik ama bir türlü yaşama “Evet!” diyemezdik…
Felaketin kıyısında körebe oynadığımız yıllardı. Bizi incitip kıranlara inat mutluluğu kendimize yasak etmiştik sanki. Ne çok kolaylaştırdık düşmanlarımızın işini!..
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***