mād šuqle ganãwa, šqılle fattãh-ıl-fāl
hırsızdan arda kalanı da falcı götürdü1
Her modern(ist) siyasal hareket gibi Kemalistler de ısrarlı bir ‘yenilik’ ve eskiden yani Osmanlı geçmişinden kopuş iddiasındaydı. İlginç olan ise bu savlarının yalnızca kendi nüfuz alanlarında değil muhalifleri tarafından da onaylanması, pekiştirilmesiydi. Sonuçta övgü ve sövgüler eşliğinde kendinden menkul, otantik ve bütünlüklü doktrin olarak Kemalizm mitleri ortaya çıktı. Mitleri diyorum çünkü bu kuşaktan kuşağa farklı biçim ve manalar kazanan bir kurgu idi.
Bu mitin öncü mimarları, kısmen 1920’ler sonu ve 1930’ların yönetici kadroları ve rejim taraftarı entelektüellerdi. Ancak farklı temsillerle diplomasi, özellikle de İngiliz, Alman ve Sovyet hükümetlerinin tutumları, Kemalizm mitinin ve kopuş argümanının küresel kabul görmesini sağladı. Dünya Savaşı’na kadar Kemalizmin bütün bu dış temsilleri aynılaştırılamaz olsa da, en geniş manada Kemalizm, içeride Batı’yı yakalayacak yeni bir lokomotif devlet inşası ve onun idaresinin karşılığı olarak sunuldu.
Dışarıda ise, İngiliz bürokrasisi için Mustafa Kemal’in ülkeye biçtiği muzaffer talihin2, Alman Nasyonal Sosyalistler için ülkenin demografik homojenleşmesini ve ilerlemesini sağlayan ‘parıldayan bir yıldızın’3 ve 1920’ler Sovyet yorumuna göreyse burjuva anti-emperyalizminin adıydı.4 Bu Batılı ve Kuzeyli sınır ötesi tasvirlerin yanına tarihçi Ali Yaycıoğlu’nun Gazete Oksijen’deki köşesinde işaret ettiği Doğu’dan, yani Afganistan ve Hindistan’dan gelen dönem tahayyüllerini de eklersek dünyadan görüldüğü haliyle fotoğrafın ne denli parçalı olduğu daha iyi anlaşılır. Afgan reformist elite göre Türkiye’deki Kemalist hareket İslam dünyasının Batılı sömürgecilere karşı muvaffak direnişinin ve çağdaşlaşma hamlesinin adıydı.5
Türkiye’ye dönersek, farklı dönemlerin rejim muhaliflerinin Kemalizm mitinin ortaya çıkmasındaki rollerini küçümsememek gerek. 1960 sonrası Yön dergisinden ANT’a, MDDcilerden sosyalist devrimci çevrelere uzanan çoğu sol hareketler de Kemalizmi -kimi şerhlere rağmen- köhne ve sömürgeleşmiş imparatorluktan bir kopuş olarak tarif ettiler. Ve hatta bu dönemin sol akımları anti-emperyalizm vurgusu vesilesiyle Kemalist kurucuları devrimci ve (en azından sadece kimi kanatlarıyla da olsa) ilerici ama natamam bir proje olarak yeniden tahayyül ettiler.6 Solun büyük kısmının böylesi empatik bir Kemalizm tarif etmesinde Vietnam’dan Cezayir’e küresel ölçekte ulusal kurtuluş savaşlarının ve Nasır gibi isimlerin başını çektiği bağlantısızlar hareketinin etkisi yadsınamaz.
Ancak ülke içerisinde anti-komünist sağın ve İslamcıların giderek daha yüksek perdeden emperyal geçmişi kucaklamaları ve Cumhuriyet’in sembol ve dönüşümlerine açıktan mesafelenmeleri de solun Kemalizme olumlu bakışında rol oynamıştır.
Şöyle ki, 1960’lar, aynı zamanda İslamcı kesimlerin de Kemalizmin otantikliğini, Müslüman kimliğini ve yaşam biçimini imparatorluk geleneğinden kopararak tasfiye eden kişi ve onun dayattığı ideoloji olarak bir başka cepheden teyit ettikleri bir dönem oldu. Örneğin, Cemil Meriç 1960’lı yıllar başında kaleme aldığı yazılarında Mustafa Kemal şahsında cisimleştirdiği ve mealen toprağına yabancı, kozmopolit olarak betimlediği Kemalist projeyi ‘çürümeye yüz tutan ağacın meyvelerini bir hamlede devşirebilmek için onu kökünden devir(mek)’ ve ‘tarihinden kopan bir ülke’ yaratmakla suçlayacaktı.7
Benzer tasvirlere Necip Fazıl Kısakürek, Erol Güngör ve Kadir Mısıroğlu gibi isimlerin yazı ve söylevlerinde de sıkça rastlamak mümkün. Bu bağlamda 1960’ların ikinci yarısında bugünkü iktidar elitinin ideolojik formasyonunun şekillenmesinde önemli rol oynayacak Mücadele Birliği, Türk Milli Talebe Birliği gibi anti-Komünist kolektif mecraların da yükselen vurgularla Kemalist batılaşmanın karşısında konumlandığını da eklemek gerek.
1990’larda, yani Soğuk Savaş sonrasında ise çok farklı bir tablo çıktı. Birincisi, kopuş argümanı tümden ortadan kalkmadı büyük kan kaybına uğradı. Özellikle tarihçi Erik Zürcher’in eleştirileri bu değişimde etkili oldu. Artık Kemalistlerin bir kırılmanın değil, esasen İttihatçılığın (bir biçiminin) adaptasyonunun aktörleri oldukları öne sürülüyordu; bunun en baş delili ise kadro, program ve hatta ideolojik düzlemlerdeki devamlılık olarak gösteriliyordu.8
Yine aynı yıllar Türkiye’de hem Kürt hareketinin hem de İslamcı siyasetin hızlı yükselişine tanık oldu. Bu iki çevreden fikir insanları da bu devamlılık argümanını çok sevdiler. 1990’lara ait ikinci bir temel gelişmenin sonucunda, oldukça gergin bir hesaplaşma ve özeleştiri süreciyle kimlik siyasetine meyil veren birçok sol çevre de Kemalizm eleştirilerine müdahil oldu.
Ezcümle, siyasal spektrumun farklı yerlerinden gelen bu grupların hepsi kendilerince neyi köhnemiş/tutucu, sorun, kötü veya tabanlarının kimlik kodlarını dejenere edici olarak gördülerse onu, köklerini en lanetliden, yani İttihatçılıktan alan Kemalizmle özdeşleştirdiler.
Bu dönemin farklı kesimlerinden Kemalizm kurgularının ortak özelliği, 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından cuntacıların uygulamaları ve farklı kesimlere muameleleri üzerinden kurucu dönem, yani 1924-38 arasının söylem okumalarına dayanmasıydı. Böylece bir tek İttihatçılıktan Kemalizme değil, Kemalizm içerisinde de 1920’lerden 1990’lara uzanan bir devamlılık tablosu ortaya çıkmış oluyordu.
Bir yanıyla bu tavır, Kemalizmi daha da içinden çıkılmaz bir boş imgeye dönüştürdü; öte yandan ise onu bir düşünce sistematiği, siyasal teleoloji ve kültürel proje olarak yeniden kurguladı, ona yeni bir hayat verdi. Kemalizmin özneleri artık sadece askeri/sivil bürokrasi ve otoriter aydınlanmacı entelijansiyayla sınırlı değildi.
Cumhuriyet’in iktidar elitinin kendine (yeterli) yer açmadığını düşünen her grup, hem karşıt olarak gördüklerini hem de kendine yakın rakip olarak algıladıklarını Kemalizm sepetine atıverdi. Bu dalgada önemli yer tutan 1990’ların liberal entelijansiyasının önde gelen simaları, gayet paradoksal da olsa, Kemalist bürokrasinin ve tek parti döneminin darbelerinden nasibini en fazla almış topluluklara da kolayca Kemalist damgası vurmaktan imtina etmediler.
Sosyalist ve komünistlerin neredeyse tamamı ve Kızılbaşlar/Aleviler Kemalist sepetine atılanların en başındaydılar. İş öyle bir noktaya uzandı ki, Cumhuriyet’in kurucularının inançlar ve semboller hiyerarşisinin dibindeki şüpheliler arasında yer verdiği Kızılbaş, Alevi, Nusayriler neredeyse Kemalizmin asli, sadık ve gardiyan unsurları olarak aynı çevrelerce topyekün hedef tahtasına yerleştirildi.9
Daha da tezat olanı bu lanetlemede, tek-parti döneminde soykırıma uğratılmış ve 1937’den beri dağlarında, kasabalarında bir biçimiyle karşı koyuşa (1946-1970 arası hariç) aralıksız devam etmiş Dersim(liler) ve Cumhuriyet rejimi boyunca kesintisiz ayrımcılığa, cezalandırmaya ve tasfiyeye tabii kılınmış Ermeniler ve Yahudiler de yer alacaktı.
Bu sahnede en ironik olan, ellerinde bu itibarsızlaştırıcı damga ve kavramsal klişeyle gezen düşün insanlarının önemli kısmının, Kemalist dönemin nimetlerinden en fazla faydalanan kesimlerden, zümrelerden geliyor olmalarıydı.
Burada derdim ne ‘self-hating Kemalistleri’ (kendi kendinden nefret eden Kemalistler), bir başka deyişle, ‘Kemalizmin ekmeğini yiyip’ başkalarına ‘haksızca kulp takanları’ ifşa etmek ne de bu ‘kulpların’ mesnetlerini tartışmak. Vurgulamak istediğim iki nokta var. Birincisi, tıpkı İttihatçılık gibi Kemalizmin de ‘şeyleştirilip, otantik/yerel, sistematik bir doktrin veya ideolojik ‘öze’ sahip, ‘davranışa yön veren’ bir dünya görüşü veya yol haritası’ olarak tanımlanamayacağıdır. Daha doğrudan söylersem, eğer Kemalizmden kasıt tek parti döneminde kurucu kadroların siyasi programı ve söylemleri ise bunlar özgün ve tutarlı bir bütün olmaktan çok uzaktır.
Buna bağlı ikinci nokta ise, dönemin küresel, özellikle de Kıta Avrupa’sında hâkim anti-liberal, korporatist, devlet fetişisti, zenofobik haletiruhiyeyi, yani iki savaş arası zeitgeistı ve bunların hepsini araçsallaştıran yetişmeci hızlı-modernleşmeciliği çıkarırsanız, geriye Kemalistlerin telif hakkı isteyebilecekleri tek katkıları olarak din (siz bunu Sünni/Hanefi-İslam okuyun) ile çetrefilli münasebetleri kalır. Başka bir deyişle, Kemalist dönemi hem öncüllerinden hem de zamandaş dünya deneyimlerinden belirgin biçimde ayırt eden nokta, yeniden şekillendirdikleri dini hiyerarşi, dini kurumlar ile devlet mekanizması ve ulusun ilişkilerindeki tutum ve uygulamaları, namı diğer Kemalist laikliktir.
1990lar sonrası Kemalizm okumalarının neredeyse istisnasız göz ardı ettiği işte bu mezkûr laikliğin mühürlediği giderek kuvvetlenip, kurumsallaşan toplumsal hiyerarşiydi. Maalesef bu eğilim sadece kavramsal, analitik bir kusur olarak kalmadı: Bugünlerin yolunu açacak pürüzsüz ve abartılı bir Sünni/mütedeyyin mağduriyeti siyasal söylemine de itibarlı bir referansa dönüştü. Bir sonraki yazıda bu söylemin kuruluşuna liberal entelejiansiyanın etki ve katkılarını tartışacağım.
*Akademisyen, Viyana Orta Avrupa Üniversitesinde çalışmalarını sürdürüyor.
[1] Zaho Yahudileri arasında derlenmiş özdeyiş. Sabar, Yona. “Multilingual Proverbs in the Neo-Aramaic Speech of the Jews of Zakho, Iraqi Kurdistan1.” International Journal of Middle East Studies 9, no. 2 (1978): 215-235.
[2] Aktar, Ayhan. ‘Mustafa Kemal at Gallipoli: The Making of a Saga.’ In Australia and the Great War: Identity, Memory and Mythology. Ed. by MJK. Walsh and A. Varnava. Melbourne: MUP, 2016, 157-167.
[3]2 Ihrig S. Atatürk in the Nazi Imagination. The Belknap Press of Harvard University Press; 2014, 115.
[4] Ter-Matevosyan V, Atatürk MK. ‘Turkish transformation and the Soviet Union: navigating through the Soviet historiography on Kemalism’. Middle Eastern Studies. 2017;53 ii: 281-296; Ter-Matevosyan V. ‘Kemalism and Communism: from cooperation to complication’. Turkish Studies. 2015;16 iv:510-526; Izmaylov RI, Fakhrutdinov RR, Galimzyanova LR. Kemalism: The Term, Content, and Contemporary Visions. Journal of History, Culture & Art Research / Tarih Kültür ve Sanat Arastirmalari Dergisi. 2017;6(4):1253-1259.
[5] Yaycıoğlu, Ali. ‘Modern Afganistan ve Modern Türkiye’. Gazete Oksijen. 15 Ekim 2021; Yaycıoğlu, Ali. ‘Afganistan ve Türkiye: Panislamizmden anti-emperyalizme’. Gazete Oksijen. 8 Ekim 2021
[6] Bu arada aynı dönem sol içerisinde bu genel kabül gören tahayyüle eleştirel Kemalizm analizlerinin de ortaya çıktığı veya popülerleştiği bir zaman olduğu da unutulmamalı. Bunun en yaygınca bilinen örneği İbrahim Kaypakayya olmakla beraber, İdris Küçükömer’den kısmen Mahir Çayan’ın yazılarına eleştirel yaklaşımın izleri takip edilebilir. Ayrıca daha erken dönemden olmakla berber 1960 sonrası sosyalist çevreler üzerisindeki etkileri düşünüldüğünde Hikmet Kıvılcımlı ismi de eklenebilir.
[7] Meriç, Cemil., ve Meriç, Mahmut Ali. Jurnal. Cilt 1. İletişim Yayınları, 1992, 61, 301.
[8] Zürcher, Erik Jan. Turkey : A Modern History. London ; New York: I.B. Tauris, 1993.
[9] Bu durumun en vahim örneklerinden biri için bkz. Murat Belge’nin 4 Aralık 2009’de Taraf gazetesinde yayınlanan ‘Cemaat ve Yargı’ başlıklı köşeyazısı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***