YORUM | YAVUZ ALTUN
Angela Merkel’in liderlik yolunda ilerleyebilmek için önce “babasını” öldürmesi gerekti. Doğu Almanya’da doğup büyüyen bu genç siyasetçi, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra 1990 yılında yapılan ilk seçimde milletvekili olarak meclise girdi. Bir yıl sonra da, bakanlık koltuğuna oturacaktı. Hıristiyan Demokratların (CDU) lideri Helmut Kohl’un “prensesi” olarak görülüyordu. O zamanlar lakabı “Mädchen” (genç kız) idi. Kohl, sadece Almanya’nın yeniden birleşmesinin değil bugünkü anlamıyla Avrupa Birliği fikrinin de mimarlarındandı. CDU içinde muhalifleri olsa da, onun etkisini kırmak zordu. Kohl’un başbakanlığı ve parti liderliği sona erdikten kısa süre sonra, CDU’yla ilgili skandallar patlak verdi. Partiye yapılan usulsüz bağışlar, baş ağrıtıyordu. Tam bu esnada partinin yeni lideri Angela Merkel, Aralık 1999’da “babasına” açıkça saldıran bir yazı yayınladı. “Parti, Kohl’suz yol almayı öğrenmeli,” diyerek mesafe koyuyor ve bir anlamda yeni bir dönemin, yani kendi döneminin müjdesini veriyordu. (Başbakan olunca gönlünü alacaktı ama Kohl, “kendi katilimi kendim partiye getirdim” diyecekti.)
Ucu ucuna kazandığı bir seçimden sonra 2005’te başbakanlık koltuğuna oturduğunda, bu görevde uzun süre kalmayacağını düşünenler çoğunluktaydı (2021’de kendi isteğiyle bıraktı). Bunun bir sebebi, Merkel’in büyük anlatıların peşinde giden, köklü dönüşümler vaat eden bir lider olmamasıydı. Küçük ve yavaş adımlarla, elini kimseye göstermeden (hatta bazen koalisyon ortaklarına bile!) hareket ediyordu. Kısa süre içinde istikrar ve refahın sembolü oldu. Üstelik kriz zamanlarında da rüştünü ispat edecekti. 2009’da başlayan Euro krizinde, Yunan gazeteleri onu Hitler’e benzettiğinde bile geri adım atmadı. 2015’teki göçmen krizinde, Almanya’nın kapılarını açtı, ilerleyen yıllarda göçmenlerin ve entegrasyonun Almanya’nın geleceği olduğunu söyledi. 2020’de Covid-19 pandemisi patlak verdiğinde, halkına “acı gerçekleri” söyleyen, şeffaf biçimde krizi yönetmeye çalışan az sayıdaki liderden biriydi.
Bütün bu süreçte Alman halkı için ne ifade ettiğini, “görev onayı” anketlerinden anlamak mümkün.
2009’da finansal krizle boğuşurken bile, Almanların yüzde 52’si onun başbakan olarak iyi bir iş çıkardığını düşünüyordu. Sonraki 10 yılda görev onayı, 2018’deki yeniden seçime girme belirsizliği dışında, yüzde 70’lerde seyretti. Merkel’in iç politikadaki yaklaşımı, Avrupa bürokrasisiyle eşgüdümlüydü. “Bozulmadıkça tamir etme” prensibine sıkı sıkıya bağlıydı. Öyle ki, Alman ekonomisi bir hayli güçlü görünmesine rağmen Merkel’in vedası sonrası pek çok yorumcu, Almanya’nın ciddi bir modernizasyona ihtiyaç duyduğunu söylemeye başladı. 16 yıllık “refah” aynı zamanda ülkenin etrafına yüksek duvarlar örmüş, değişime pek ihtiyaç duyulmamıştı. Yaşlandıkça Mutti (anne) olarak anılan Merkel iyi bir uzlaşmacı ve kriz çözücü olarak ünlendiği kadar, “teknokratik siyasetin” de sembollerinden. Bazıları bunun, “siyasetsizleşme” getirdiğini ve özellikle popülist siyasetçilerin önünü açtığını düşünüyor.
Almanlar her ne kadar liderlerinin dış politikada da doğru yolda olduğunu düşünseler de, gerek ülkesinin gerekse Avrupa Birliği’nin uluslararası arenadaki hamlelerinde ağırlığı tartışılmaz görünen Merkel’in tercihleri bir hayli tartışıldı. Genel manada Merkel’in tavrını özetleyen şu anekdotu aktarmama müsaade edin. Bir Avrupa lideriyle görüşmesinde Merkel, Avrupa medeniyetinin tıpkı İnka Medeniyeti gibi tarihten silinebileceğini, bunun olmaması için sürekli çabalamak, Avrupa içinde rekabeti ve yenilenmeyi diri tutmak gerektiğini aktarmıştı. Belki de bu sebeple, Avrupa kıtasının sınırlarını hep olduğundan daha ileride varsaymış, Rusya ve Türkiye’nin Avrupa için önemli aktörler olduğunu söyleyegelmişti. Her ne kadar ABD’nin koruyuculuğuna güvense de, Çin’le ilişkilerde Batılı pek çok lidere göre daha ılımlıydı.
Onu dış politika konularında daha sıkı eleştirenler, 2011’de Japonya’daki Fukuşima nükleer santrali kazasından sonra, nükleer enerji santrallerini kapatma kararı alıp Avrupa’yı Rus gazına bağımlı kılarak Merkel’in AB dış politikasını tamiri mümkün olmayan bir çıkmaza soktuğunu söylüyorlar. Benzer şekilde, Türkiye’yi – özelde Erdoğan’ı – Avrupa göç sorununun çözümü için “silahlandırıp” kapıya dikmekle, bir anlamda otoriter siyasete uluslararası meşruiyet kazandırdığını düşünmek de mümkün. Nitekim Avrupa’daki popülist politikaların sponsorları arasında Rusya’yı saymamak imkânsız. Hillary Clinton, 2011’de Arap ülkelerindeki protestolar ayyuka çıktığında, Mısır’da hâlen Hüsnü Mübarek yönetimine açıkça tavır konulmayışını, “müttefiklerimizle ilk krizde ipleri koparamayız,” mealinde sözlerle savunmuştu. Merkel’in de diplomaside “köprüleri yıkmama” prensibine uyduğu görülüyor.
Türkler, Avrupa’da nüfusu en yüksek “Avrupa-dışı” göçmen grubu. Bilhassa Almanya’daki Türkiye diasporası, Berlin açısından itinayla yaklaşılmayı gerektiriyor. 2000’li yılların başında Türkiye AB yolunda yürürken, üyelik fikrine en soğuk bakan liderlerden biri Merkel’di. “Ayrıcalıklı ortaklık” gibi projeler öne sürüyor, Erdoğan’ı ve hükümetini AB fikrinden soğutmaya çalışıyordu. Aslına bakarsanız, zaman onu haklı çıkardı; Erdoğan’ın güçle imtihanının ardından nasıl bir insana dönüşeceğini görmüştü belki de. 2010’lu yıllardaysa gittikçe otoriterleşen Erdoğan’a en çok yakınlık gösteren Batılı liderdi Merkel. Elbette bu, “isteklerini yaptırabilme” koşuluyla gelen bir sevgiydi.
Almanya-Türkiye ilişkileri hep karmaşık bir yapıdaydı. Bir yandan ülkesi Can Dündar’a sahip çıktı, Deniz Yücel’in serbest bırakılması için sıkı diplomasi yürütüldü. Alman vakıfları Türkiye’de muhalif organizasyonlara, medyaya en çok fon veren gruplar olarak biliniyor, Alman haber kanalı DW’nin Türkiye’deki girişimi belki de Türkiye’deki en “muhalif” haber platformu konumunda. Buna karşılık Türkiye’ye defalarca gelerek Erdoğan’la gülümseyen pozlar verdi. Saray’ında ziyaret ederek jest yaptı (şimdi de veda ziyaretine gelecek). Uzmanlara göre, Türkiye-ABD ilişkileri bir noktada feda edilebilir görünüyor ancak Türkiye-AB ilişkileri her iki taraf için de hayatî unsurlara sahip. Özellikle Merkel gibi “büyük risklere girmeme” şiarına sahip bir politikacı için Erdoğan’la ve hatta Putin’le ilişkilerde yumuşak başlılığı tercih etmek şaşırtıcı değil. Bu konularda önceliğinin “Almanya’nın çıkarları” olması da, takdir edersiniz ki, “ayıp” değil.
Gelgelelim, bu reelpolitik kurnazlık, statükoyu ne pahasına olursa olsun koruma hevesi, sermaye gruplarını (ekonomiyi ve refahı) önceleyen pragmatik diplomasi, çoğu zaman maksadının aksini netice veriyor. Merkel’in sembolize ettiği “orta ve üst sınıf” iktidarı, merkez muhafazakârlık ile ılımlı solun alaşımı bu siyaset, dünyada yükselen hoşnutsuzluğu görmeye mani bir fanus yaratıyor. Bunun Almanya’daki en bariz göstergesi, Merkel’in gözetiminde aşırı sağcı AfD’nin yüzde 10 bandına oturarak, Alman siyasetindeki etkili aktörlerden birine dönüşmesi. Bu da Merkel’in en önemli kazanımı olan göçmen politikasını ciddi anlamda etkileyebilir. Bir diğeri, Almanya gibi güçlü ekonomisiyle nam salmış bir ülkenin teknoloji ve inovasyon konusunda dünyanın gerisinde kalması.
“İşler iyi giderken,” Merkel tarzı güvenilir, stabil ve nitelikli politikacılar sevilebilir. Fakat işler sarpa sardığında, tarih çoğu zaman onun gibilerin “irade koymadığı” durumları hatırlayacaktır. Reelpolitik, bir anlamda acı reçeteye razı olmak demek. Yani şartların dayatmasını kabullenmek ve kısıtlı etkileri olan hamlelerle kendini korumaya almak. Bunun uluslararası siyasette “norm” hâline gelmesi, insanlık için pek de hayra alamet değil açıkçası.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***