Türkiye’den Almanya’ya göçün 60’ıncı yıl dönümünde DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Uslucan, Türkiye kökenlilerin yönlerini daha çok Almanya’ya çevirmesi ve siyasi katılımın artması gerektiğini belirtiyor.
Türkiye’den Almanya’ya iş gücü göçünün düzenlendiği anlaşma bundan tam 60 yıl önce imzalandı. 60 yıl önce Anadolu’dan Almanya’ya “misafir işçi” olarak göç eden Türkiyeli işçilerin çocukları artık “misafir” değiller, ev sahibi oldular.
DW Türkçe, Duisburg-Essen Üniversitesi bünyesindeki Türkiye ve Uyum Araştırmaları Merkezi Vakfı (ZfTI) Bilimsel Direktörü Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan ile misafirlikten ev sahipliğine uzanan süreci mercek altına aldı.
Uslucan’a göre Türkler artık Almanyalı, ancak “Türkiye’nin Almanya’daki avukatları gibi” davranıyorlar. Göç uzmanı, “Böyle davranmaktan vazgeçilmeli” diyor.
DW Türkçe’nin, Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan’a sorduğu sorular ve yanıtları şöyle:
İlk gelen Türkler nasıl bir profile sahipti?
1960-61 yıllarına ait çok fazla materyal yok, birçoğu kaydedilmedi. Ancak şu kesin; Almanya’ya gelen işçilerin nitelik seviyesi yüksek değildi. Genelde madende ya da otomobil sektöründe veya inşaat sektöründe, daha fazla beden gücü gerektiren işler söz konusuydu. Yüksek nitelikli elemanlar aranmıyordu. İlk etapta Almanya’nın ihtiyacı olan eleman profili böyleydi. Ancak 1950’li yıllarda da Almanya’ya gelen Türkler var. Deneme amacıyla gelenler olmuş. Onlar hakkında bazı kayıtlar var. 1955 ve 1956’da denemeler yapılıyor. İtalya’dan da gelmişti işçiler. Acaba Türkiye’den gelenler nasıl olur? Çalışabilirler mi buralardaki koşullarda? Onlar hakkında ilginç raporlar var. Çok çalışkan oldukları, azimli oldukları bilgileri var bu raporlarda. Yanlarına bir teknisyen verilmesi halinde bu Türklerin mükemmel derecede başarılı olabileceklerine dair raporlar tutulmuş. Deneme amacıyla gelen stajyer işçilerin ustaları bu raporları hazırlamış. Bunları iyi eğitirsek bizim için çok verimli olabilirler denilmiş.
Göçün ilk yıllarında Almanlar Türkleri nasıl bilirlerdi?
Almanlar’da ön yargılar vardı. Ama sadece Türklere değil diğer tüm yabancılara karşı vardı. Türklerden önce İtalyanlar gelmişti, onlara karşı da önyargılar vardı mesela. İtalyanlar, mafyavari, kavgacı tipler olarak görülürdü. Bu kaderle neredeyse ilk gelen tüm yabancı işçiler karşılaştılar. Ama şimdi mesela İtalyanların imajı çok iyi. İtalyan lokantasında yemeğe gitmek lüks olarak görülüyor. Tabii Türkler hakkında, tarihi çok eskilere dayanan önyargılar söz konusuydu. Viyana kuşatmasına kadar giden bir süreç. Buradan kalan önyargılar var. Agresif, sinirli, kavgacı, çok kadınlı olmak, şiddete yatkın olmak gibi düşünceler… Ama bunlar daha fazla edebiyatta geçen olgular. Halk olarak baktığımızda yeni önyargılara yol açacak kadar yakın bir ilişki olmadı hiç. İlk kuşak sadece çalışmak için geldi ve bu nedenle kendi aralarında kalmayı tercih etti. Çok büyük iletişim olmayınca öyle belirleyici olan önyargılılar da oluşmadı. Bizim paralel toplum yapılanması dediğimiz durum, yan yana yaşanıyor ancak iletişim kurulmuyor. İlk gelen Türk işçilerin neredeyse yüzde 75-80’i erkek, yüzde 20-25’i kadın ve sadece çalışma niyetiyle geldikleri için kontakları işyerleriyle sınırlı. İnsanlar ‘Heimlarda’ (yurt) kaldığı için büyük iletişim yoktu. İletişim olmayınca önyargı gelişmesi de olmuyor. Gerçek kontağa dayanan bir önyargı olmuyor.
‘Sadece çalışma amacı’ zamanla değişti ve geçicilikten kalıcılığa evirildi. Neden?
İki unsur var: İlki Almanya’da o kadar çabuk, zannedildiği kadar hızla zengin olunmuyor. O bir fantezi. İkincisi buraya gelen insanlar profil olarak çok gençler. Erkekler çoğunlukla hemen askerden sonra 22-23-25 yaşlarında gelmiş. Ya bekar, yeni evlenmiş ya da evlenmek üzere, yeni aile kurmuş, bir veya iki çocuğu olmuş genç insanlardan söz ediyoruz. Bu dinamik süreç, onların planlarında değişikliğe neden oldu.
Aile birleşimleri göç sürecini nasıl etkiledi?
Ailelerin gelmesiyle birlikte yaşam planları da değişti. Alman toplumu açısından da bu böyle. Çocukların burada olması, ana okulu, okul, eğitim gibi daha önce gündemde olmayan konuları ve zorunlulukları ön plana çıkardı. Bu durum da isteyerek ya da istemeyerek Almanya’ya odaklanmayı beraberinde getirdi.
Çekirdek ailenin burada olması, Almanya’da kalıcı olup olmama konusundaki genel tutumu değiştirdi, ancak Türkiye ile olan bağ da kopmadı. Mesela aile birleşimlerinin ilk dönemlerinde çocukların bazıları Türkiye’de kaldı. Kimisi geliş gidişler yaptı. Biz onlara ‘valiz çocukları’ diyoruz. Bu durum çocuk gelişimini çok kötü bir şekilde etkiledi. En sıkıntılı grup bunlar. Çünkü ailesini kaybetmiş oldu. Türkiye’de yeni bir aile bağı kurdu. Kimin yanında kalıyorsa onunla bağ kurdu. Sonraki süreçte bu çocuklar Almanya’ya gelince ikinci bir travma yaşadılar. Önce annesini kaybediyor, Avrupa’ya, Almanya’ya gelince de oradaki ninesini, teyzesini, halasını, kimin yanında kalmışsa onu kaybediyor. Bu bağların kopması çocukların eğitim ve gelişimleri açısından çok büyük sıkıntılara yol açtı. İnsanlara olan güvenleri azıldı. İlk etapta uyum ve eğitim sorunlarına yol açtı. Birkaç kez gidip gelen çocuklar okul hayatından koptu. İster istemez başarıya ulaşmakta zorluk çekildi.
Almanya’da yıllardır tartışılan uyum konusuna siz nasıl bakıyorsunuz?
Uyum sorunu aslında iletişim noksanlığı demek. Çünkü uyum tartışmaları özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren olağanüstü arttı. 2001’deki 11 Eylül olaylarından sonra Türklere ve Müslümanlara yaklaşım değişti. Türkiye kökenlilerin büyük ağırlıkla Müslüman olmaları bunda etkili. Mesela İtalyanlar, Yunanlar da misafir işçiler, ama onlar hakkında tartışmalar hiç denecek kadar az. Türklerden sonra ikinci büyük grup olan Polonyalılar hakkında da öyle. Mesela onlar için “die stillen Migranten” yani sessiz göçmenler deniyor.Çünkü sesleri çıkmıyor, bir nevi asimile olmuş gibiler. En çok sesi çıkan grup ise Türkler.Bunda da bir yandan Alman toplumunun Türklere bakışı diğer yandan da 2010-2011’den itibaren Türkiye’nin diaspora politikalarının değişmesi etkili oldu. Yurt dışı Türkler Başkanlığı gibi kuruluşların oluşturulması, burada enstitülerin kurulması gibi faktörler var. Erdoğan’ın birkaç defa Düsseldorf’a veya Köln’e gelip ‘uyum sağlayın ama asimile olmayın’ gibi mesajlar vermesi süreci değiştirdi. Buradaki insanları bir yandan Türkiye kendine çekiyor diğer yandan da Almanya itiyor. İşte böyle bir ortamda Almanya’nın bir parçası olamayacağını fark edenler de kendilerini Türkiye ile özdeşleştiriyor. Çünkü psikolojik olarak bir gruba ait olma ihtiyacı var insanlarda. Özellikle gençler için Türkiye ile özdeşleşme bir alternatif oluşturdu. Almanya’nın bir parçası olamıyorsa alternatiflere yöneliyor. Gerçi son yıllarda o alternatif de gücünü yitirdi. Ancak insanların hayal gücünde daha farklı.
Almanya’daki Türkiye kökenliler kendilerini daha çok nereli hissediyor?
Bizim merkezimizin yaptığı araştırmalarda da görüyoruz. Son 20 yılı kapsayan bir araştırma sonucuna göre, Almanya genelini kapsayan, temsil değeri olan bir araştırma bu, ilk etapta ‘iki ülke de benim ülkem’ diyor insanlar. Hem Almanya’da hem de Türkiye’de kendilerini vatanında hissediyor. Ama iki ülkeden birini tercih etmeleri istendiğinde 2010-2011’den bu yana Türkiye’yi tercih edenlerin sayısı artıyor, Almanya’yı tercih edeceklerini söyleyenlerin de azalıyor.
Bu gelişmeyi neye bağlıyorsunuz?
Bu aslında Almanya’nın uyum politikaları açısından vahim bir sonuç. Adeta bir şamar sayılır. Çünkü burada doğup büyümüş insanlar aslında Almanya’yı, Alman kuruluşlarını bir nevi onları odak noktaları olarak seçmeleri gerekirdi. Biz bu olguyu şöyle açıklıyoruz: Burada doğup büyüyen insanlar eşitlik temellerini daha fazla içselleştiriyorlar. Yani ‘biz buralıyız’ diyorlar. Ama ‘biz buralıyız’ deyip de günlük hayatında ayrımcılığa tabi tutulunca daha çok tepkili oluyorlar. Buna karşın ilk kuşak tepkisiz. Mesela benim annem ve babamın kuşağı; onlar için Almanya’da din eğitimi olmaması, İslam derslerinin okullarda okutulmaması gayet doğaldı. Onlar, ‘Burası bizim ülkemiz değil, bunu biz kendi aramızda organize ederiz, kendi imkanlarımızla bunu sağlarız’ diyor ve devletten bunu beklemiyordu. Ama daha sonraki kuşak, ‘Ya biz buranın parçasıyız, nasıl olur da Katolik veya Protestan din dersi olur da İslam dersi okullarda olmaz?’ diye sorguluyor. Bu meydan okuma, baş kaldırma ise Alman toplumu ya da çoğunluk toplumu tarafından uyum sorunu olarak algılanıyor.
Peki bu gerçekten bir uyum sorunu mu?
Hayır, bu bir uyum sorunu değil. Bu gibi çatışmalar aslında uyumun daha iyi gerçekleştiğini gösterir. Çünkü daha önce talep etmediği hakkı talep ediyor. ‘Ben buranın bir parçasıysam, burada çalışıyor, vergi ödüyorsam, Almanlara tanınan hakkı ben de istiyorum’ diyor. Olmayınca da ortalığı yaygaraya veriyor. Aslında bu tip çatışmalar uyum konusunda iyiye işaret. Burada büyüyen Mehmet kendini Türkiye’deki Mehmet’le kıyaslamıyor, Sebastian ile kıyaslıyor. Bizim babalarımız ise tam tersini yaptı. Türkiye’ye bakarak, ‘Burası fena değil, iyi’ diye düşündüler. ‘Devlet yardım ediyor, rahat bırakıyor’ dediler. İkinci sınıf vatandaş muamelesi görmek onları çok rahatsız etmedi. Birinci sınıf vatandaş olma beklentileri zaten yoktu. Ama burada doğup büyüyen, kendisini Anadolu’da doğup büyüyen ile kıyaslamıyor. ‘Sebastian hangi uygulamaya tabi tutuluyorsa ben de onu istiyorum’ diyor.
Türkiye kökenliler genelde olumsuz örneklerle anılıyor. Neden başarıları görülmüyor?
Bunun çeşitli nedenleri var. Nedenlerden biri, başarılı olan göçmen bunu ulu orta yaymıyor, bağırarak, çağırarak, ‘Bak ben bunu başardım, bunu yaptım’ demiyor. Bu kişiler daha çok mütevazı davranıyorlar. Çünkü onlar Türk oldukları için başardıklarını düşünmüyorlar. Çok çalıştıkları için başardıklarını biliyorlar. Elbette sporda, magazinde farklı bir görünürlük durumu var. Bilim camiasında umulmadık derecede başarılı olan Türkler var. Umulmadık diyorum çünkü onların koşulları çok farklıydı. Örneğin burada bir anne, eğitimi düşük, ilkokul mezunu olan bir anne çocuklarına destek olup onların eğitimini normal düzeyde bile almasını sağlayabiliyorsa bu büyük bir başarıdır. Çünkü dili bilmiyor, organizasyonları, kurumları bilmiyor. Bunlara rağmen normali elde etmiş olmak bile bir başarıdır. Bu durum yeteri kadar bilinmiyor, konuşulmuyor. Tabii Alman toplumu da bunu göremiyor. İyi eğitimli bir ailenin, örneğin anne ya da baba avukat, doktor olan ailelerde birçok sıkıntı yok, ekonomik sıkıntı yok, oturma izni sıkıntısı gibi sorunlar yok. Hatta başarı baskısı yok. Oysa göçmenlerde bu başarı baskısı da var. Göç etmiş olmak başarıyla geri dönmek baskısı oluşturuyor. Almanlarda böyle bir baskı yok. Başarılı olursan olursun olmazsan sorun değil sosyal sistem var, devlet bir şekilde yardım eder. Bu bağlamda başarı baskısı göçmenlerde daha fazla. Bunun daha bilinir olması lazım. Şu anda Dr. Özlem Türeci ve Prof. Uğur Şahin aşı ile ister istemez ön palana çıktı. Ama onlar aşı gündeme gelmeden önce de çok başarılı işler yapıyordu. Buna karşın tanınmıyorlardı. Onlar gibi çok örnek var.
Almanya’daki Türkiye kökenlilerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin Almanya’dakilere ‘gurbetçi’ gözüyle bakmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Benim izlenimim bunun yavaş yavaş değiştiği şeklinde. Uzun yıllardır Almanya’daki Türkler, Türkiye’nin yurtdışındaki avukatları olarak görülüyordu. Türkiye’nin bu bakış açısını terk etmesi önemli. Yani ‘Siz orada yaşamınızı sürdürün, illa Türkiye’yi temsil etmeyin veya Türkiye’nin avukatlığını yapmayın’ demeli. Buradaki insanlar ise bu durumu Türkiye’ye karşı büyük bir borç gibi görüyor. Oysa daha çok yönlerini buraya çevirmeliler, siyasi katılımın artması gerektiğini devamlı söylüyoruz. Vatandaşlığa geçmek çok önemli. Bu anlamda bir gelişme var ama yetersiz.
KAYNAK: DEUTSCHE WELLE TÜRKÇE – TUNCAY YILDIRIM
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***