Sorumluluk almak istemeyen toplumlar, kurtarıcıyı kendileri dışında bir yerlerde arar. Kimi devlet adamlarını kimi de devleti kutsar. Devlet tarafından mağdur edilenlerde bile kutsal devlet ya da onun yerine ikame edilmeye çalışılan kutsal millet mefhumu vardır. Millet mefhumu ile kastedilen, bireylerin oluşturduğu var sayılan kurgusal kimlik aslında devlet idealinin bir başka şekilde kutsanmasıdır. Devletle başı dertte olan kesimleri ikna etmek için bulunmuş bir ara formül gibidir, kutsal millet kavramı. Böylece güce tapınma ve devleti kutsama duygusunun toplumun her kesimini kuşatması hedeflenir.
Güce boyun eğme duygusu her kesimi etkilediği gibi din adamlarının din algısını da etkiler. Geçmişte toplumsal olaylarda sorumluk alıp devlet ricalini tenkit eden alimlerin başına gelenler, toplumsal hafızada hala canlı iken hiçbir din adamı kalkıp toplumsal sorumluluk almak istemez. En fazla siyasi İslamcılık ideolojisini benimseyen din adamlarının yaptığı gibi devlet gücünü elde etmek için yüzeysel bir devlet eleştirisi yapılır. Toplumsal sorumluk, kurumların ıslahı, özgür ve katılımcı bir siyasi yapının kurulması aslında kimsenin umurunda değildir.
Toplumun ve siyasetçilerin ulemadan beklentisi yaklaşık aynı istikamettedir: Toplumsal sorumluk almayın, caminin dışına çıkmayın, sosyal alana yönelik tavsiye ve değerlendirmelerde bulunmayın; siyasi İslamcıların beklentisi ise siyasetçilerin ve devletin kutsanmasına yardımcı olun.
Türk toplumunun şuur altına ve toplumsal hafızasına yerleşmiş korku duygusu, toplumun büyük çoğunluğunun hırsızlığı ortaya çıkan devlet yöneticilerini 17-25 aralıktan sonra niçin desteklediğini anlamamıza da yardımcı olur. Türk toplumu Balkan harbi ve Kafkasya’nın işgalinden sonra büyük göç dalgaları yaşamış, içe doğru büzüşmüş bir toplumdur. “Sevr sendromu” olarak da anılan elde kalanları da kaybetme endişesi modern Türk siyasetinin en önemli olgularındandır. Bundan dolayı Türk toplumunu etkileyen en önemli duygulardan birisi korkudur. Devleti ve güvenliğini kaybetme duygusu. Bundan dolayı dünyanın her yerinde siyasetçilerin oy kaybetmesine yol açacak Ankara katliamı gibi terör olayları, anlamsız savaşlar çıkarıp, masum insanların ölmesine ve ülkenin ekonomik imkanlarının zayi olmasına sebep olacak dış politika maceraları Türkiye’de siyasi iktidarın oylarını artırır.
İnsanların çoğu katliamın kim tarafından yapıldığını bilir; insanların çoğu Suriye savaşından kimlerin para kazandığını da bilir ama tercihini devletten yana yapar. Zira Türk insanı devletle çatışmaya girdiğini düşündüğü her yapıya düşman olur; onun için devlet kutsal ve dokunulmazdır. Bundan dolayı devletin, askeriye, adliye ve emniyet gibi kurumlarında yalnızca kutsal devletin izin verdiği seçkinler görev alabilir. Eşit yarışalım derseniz, ilk önce çevrenizdeki tanıdıklarınız karşı çıkar, devleti ele geçirmeye mi çalışıyorsunuz tepkisiyle karşılaşırsınız.
Türk devletinin belki en büyük başarısı zorbalığı, elitlerin despotizmini ve çaresizlik içinde güce boyun eğme duygusunu toplumun her kesimine kabul ettirmiş olmasıdır. Devletin zulmüne maruz kalmış olan kesimler içinde bile bu konuda çatışma vardır; devletle uyum içinde yola devam etmek isteyenlerle, zulme karşı çıkan mazluma yardım etmeye çalışanlar ya da tamamen devlet düşmanı muhalif olmayı tercih edenler arasında. Devletin temel tezlerine ve düşmanlık algılarına karşı çıkmadan Türkiye’de gerçek bir muhalefet üretme imkânı yoktur çünkü onlara göre. Türkiye’deki temel problemlerin kaynağı devlet kavramının arkasına gizlenmiş kirli bürokrasi ve elitizimdir.
Bediüzzaman’ın hürriyet ve çoğulcu hoşgörüye dayalı siyasi ve toplumsal değişim hayalleri 31 Mart hadisesi ile yerle bir oldu. Yalnız Nursi değil o zaman yaşayan birçok aydın ve alim problemin çözümünün despotizmden ve tek adam rejiminden kurtulmak olduğunun farkındaydı ancak tarihsel şartlar buna izin vermedi. Bediüzzaman ve arkadaşları devlete isyanla suçlanarak yargılandılar. Kurulan despot ittihat ve terakki yönetimi ülkeyi kısa sürede parçalanma yoluna soktu; savaş, katliam ve sürgünlerle Anadolu’nun binlerce yıllık mirası yerle bir edildi. Aynı zihniyet bugün yine bir ittihat oluşturup, ittifak ederek, ülkeyi geride hiçbir şey kalmayacak şekilde imha etmeye çalışıyor.
Bu zihniyet 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkmadı. Hep vardı, hep oradaydı. Yıkarken hiç korkusu ve endişesi yok çünkü sağ elimle yıkar sol elimle yeniden kurarım düşüncesiyle hareket ediyor.
Bu zihniyetle mücadele fikrini uyandıran herkes suçlu. Kocamdır döver de sever de zihniyetindeki ezik kadın psikolojisi ile çevremizdeki bazı kişiler bizim ne işimiz vardı düzenle, böyle gelmiş böyle gitsin, devletin kutsallarına dokunulmaz, camide vaaza tamam tasavvufi sohbetlere tamam ama devletle alakalı bir yorum ya da eleştiride bulunulduğunda işte ona dokunmayacaksın o bizim kutsalımız sesleri yükseliyor her taraftan. Firavun’un baskısı altında geçen yüzyıllar içinde kalplerine yerleşen kutsal inek inancından bir türlü kurtulamayan Hz. Musa’nın kavminin durumunu hatırlatıyor bu sesler.
Evet bu ülkede özgürlüklerden yana olmanın bedelinin ağır olduğunu biliyoruz, Nursi’ye ödetilen bedel, cumhuriyetin kuruluşuna karşı çıkması değildi; 1909 da meşrutiyet ve özgürlükler için yaptığı siyasi mücadelenin bedeliydi. Münazarât adlı eseri okunduğu zaman açıkça görülür ki özgür, katılımcı, azınlık haklarına saygılı teknik bir devlet tasavvuru vardır Bediüzzaman’ın; bu fikirler bizim gibi hamuru kanla yoğrulmuş, despotizmin ve kuvvetin en geçerli dil olduğu bir coğrafya için çok lükstü ve bedelini sürgünlerle, hapis ve işkencelerle ödettiler.
Geçmişte benzer acıları birçok ilim adamına yaşattılar. Bu coğrafyada sürgün, hapis ve işkenceyi göze almadan devlet ricalini tenkit edemezsiniz; Niyâzî-i Mısrî (1694) gibi
‘’Dünya vü ukbayı tamir eylemekten geçmişiz
Her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi
diyemeyenlerin, devletle mücadele edebilme imkanı yoktur. Niyâzî-i Mısrî, devlet ricalini hatta padişahı tenkit etmekten çekinmemiş, bundan dolayı hayatı sürgünlerle geçmiş bir sufidir. Devleti tenkit eden, siyasileri eleştiren ilim adamları yine ilim adamları tarafından eleştirilmiştir. Kadızadeliler hareketinin etkisinde kalan devlet adamları ve ulema Mısrî’ye düşman olmuşlardır. Dünya nimetlerine değer vermeyen bir kişiliği olan Mısrî, sürgün ve hapisle cezalandırıldığı halde, devlet adamlarını eleştirmekten vazgeçmemiştir. Ordu’yla beraber sefere katılmak niyetiyle 200 müridiyle birlikte yola çıkar. Sultan, hediyeler ve altın gönderir, sefere katılmaması için, ancak Mısrî “Ben mîrîden bir şey istemem ve azimetten dahi dönmem” diyerek reddeder yapılan teklifi. Edirne Selimiye Camii’nde öğlen namazını beklerken, Sultan’ın emriyle namaz kılmasına bile izin verilmeden camiden çıkarılıp sürgüne gönderilir.
Şimdi aynı şeyi İslamcılar eliyle tüm muhaliflere yapıyorlar; özgürlük ve eşitlik talebi bizim coğrafyamızda en büyük suçtur; şayet özgürlük ve eşitlik isterseniz, toplumun her kesimi birbirini kucaklasın derseniz, korku ve sahte düşmanlık algıları ile insanları güden bürokratların ve kutsal devletin düşmanı haline gelirsiniz; devleti yıkma suçu işlemiş olursunuz. Peki vaz mı geçmeliyiz? Konfor alanlarımızı terk etmeden, diktatörlerin ve derin devletin bizim için kırmızı çizgilerle çizdiği oyun alanında toplumun kendi kendine düzelmesini mi beklemeliyiz? Tabii ki hayır, yine ve her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde eleştiri ve tekliflerimizi seslendirmeliyiz. İçinde bulunduğumuz toplumun her kesimine ulaşmaya, sesimizi duyurmaya ve farklı sesleri dinlemeye devam etmeliyiz. Tabi bu durum toplumsal ayrıcalıklardan, kavgadan ve karanlık ilişkilerden beslenen kesimleri rahatsız etmeye de devam edecektir; ama biz eleştirilerimizin haklı olduğunu bilerek ve tüm muhalifler birlik olarak çok daha güçlü ve yüksek bir sesle eşitlik ve özgürlük istemeye devam etmeliyiz.
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***