YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’de devlet mimarisine ilişkin sorunların başında, ulus konsepti geliyor. Başta Kürt Sorunu olmak üzere, Türkiye devletinin sınırsal bütünlüğünü tehdit edecek kadar ciddi ve derin sorunlar, bu ulus konseptinden kaynaklıdır. Bu yazıda ulus tanımına ilişkin tercihlerin ne olduğunu, hangi koşullarda ve ne amaçlarla bu tercihlerin yapıldığını, bu tercihleri yapan siyasi elitleri ve onların ideolojik evrenlerini, son olarak da yapılan ulus tanımlamasının uzun vadede ülkeyi nasıl çıkmaza soktuğunu incelemek istiyorum.
Çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde en çok tartışılan sorun kimlik ve aidiyet konusuydu. Bu elbette şaşırtıcı olmamalı; zira imparatorluğun dağılma nedenleri, kimlik politikalarıyla ilgiliydi. Feodal sistemin sona ermesi sürecinde, 1648’de imzalanan Westfalya Barışı sonrasında Avrupa’da merkezi teritoryal devletler ortaya çıktı. Aynı zamanda devletlerin şekli eşitliği ilkesi genel geçer bir uygulama halini aldı. Bu model, dinsel ve politik otoritelerin aynı bölge üzerinde egemenlik yetkileri kullandığı ya da paylaştığı feodal sistemi sonlandırdı. Osmanlı İmparatorluğu bu Avrupa dönüşümünün dışındaydı. Çünkü aynı/yakın coğrafyayı paylaşması babında Avrupalı aktörlerle çoğunluğu çatışma/potansiyel çatışma içeren girift ilişkilerde de bulunuyor olsa, Avrupa feodal sistemine dâhil değildi. Avrupa teritoryal devlet sistemi, 1789 Fransız Devrimi’nin akabinde ortaya çıkan nasyonalizm (milliyetçilik) ideolojisi etkisiyle teritoryal ulus devletlere doğru evrildi. Böylece daha önce belli bir monarkın egemenliğinde ve kontrolünde olan topraklarda merkezi otorite olarak tezahür eden devlet modeli, devletin sınırları içerisinde yaşayan insanların aidiyetlerini devlet konusu haline getirdi. Osmanlı İmparatorluğu tümüyle bu aidiyetsel ve kimliksel gelişmelerin dışında gibi görünse de, durum tam olarak böyle değildir. Çünkü Osmanlı sınırlarında yer alan çok sayıda gayrimüslim etnisite, Avrupa’da yaşanan dönüşüm etkisiyle yaşadıkları bölgede kendi ulus devletlerini kurma yönünde yönelime girdi. Batılı devletler de bu yönelimi desteklediler. Böylece uzun vadede, yirminci yüzyıl başlarına dek, Memalik-i Osmanî’nin Avrupa kıtasındaki tüm kolonileri bağımsız siyasi üniteler halini aldı, kendi ulus devletlerini kurdu ve Osmanlı’dan koptu.
Osmanlı siyasal elitleri ve Saray, bu olanları engellemeye çalıştı. Fakat milliyetçilik virüsü bünyeyi ele geçirmişti. Osmanlıcılık ideolojisi üzerinden bir Osmanlı aidiyeti oluşturarak gayrimüslim etnisiteleri Osmanlı devleti içerisinde tutmak mümkün olmamıştı. Aynı şey, Müslüman etnisiteler için de farklı olmayacaktı. Böylece milliyetçilik Araplar ve Arnavutlar arasında da yayıldı. Zamanla Kürtleri de etkisine alacaktı. Bu nedenlerden dolayı, en azından Müslüman etnisiteleri bir arada imparatorluk dâhilinde tutmak ve onların çoğunluk oluşturdukları toprakları yitirmemek için Osmanlı siyasal elitleri Pan-İslamcılık aidiyeti üzerine bir vatandaşlık modeli inşa etmek istediler. İslam ümmeti üzerine kurulu olacak bu kimlik de, Müslüman Osmanlı etnisitelerini Osmanlı devleti içinde kalmaya devam etmeye ikna etmedi. Milliyetçilik çok güçlüydü.
Böylece Osmanlı elitleri de milliyetçilikle ilgilenmeye başladılar. Bu dönemde Avrupa’da Türkoloji ve Türk dilleri üzerine yapılan araştırmalar artmış, Konstantiniye’ye gelen Rusya Türklerinin de etkisiyle Türkiyat çalışmaları Osmanlı okuryazar nüfusunu etkisi altına almaya başlamıştı. Osmanlı tarihinin giderek Türklük tarihi olarak yeniden okunması ve yazılmasıyla birlikte, Türk kimliği Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmadan kısa süre önce çokuluslu kimliğini tümüyle terk edip, İttihat ve Terakki Partisi iktidarıyla beraber, ülkenin ana aidiyeti olarak profil kazandı. İttihatçılar, Türk nasyonalizmini resmi olarak uygulamaya başladılar ve Birinci Dünya Savaşı’nda etnik temizlik ve Anadolu’nun homojenleştirilmesi politikasını devreye soktular. Bu politikanın neticesinde 1915’te gerçekleşen Ermeni Soykırımı ile milyonlarca Ermeni katledildi, kalanların çoğu yerlerinden yurtlarından sürüldü. Anadolu Rumları ve Süryaniler de Birinci Dünya Savaşı’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen süre zarfında, etnik temizlik ve homojenleştirme politikalarıyla beraber ciddi bir soykırıma maruz kaldılar.
Cumhuriyet böylece Türklerin devleti olarak kuruldu. Türkler de Orta Asya’dan Anadolu’ya göçmüş bir “ırk” olarak kavrandı ve tanımlandı. Erken cumhuriyet döneminde gayet bilimsellikten uzak ve uyduruk tarih tezleriyle, Anadolu’daki Türk varlığı 11. yüzyıldan çok daha gerilere götürülmeye, böylelikle Hititler ve Frigler gibi kadim Anadolu uygarlıklarının Orta Asya’dan binlerce yıl önce Anadolu’ya göç etmiş Türk oldukları “kanıtlanmaya” çalışıldı.
Her halükarda, Türklük ırksal-etnik aidiyet olarak tanımlandı. Bu “ırkın” kültürüne ve diline asimile olanların – Türkofonların – etnik Türk oldukları iddia edildi. Bu kültürü ve dili benimseyenlere yönelik “ne mutlu Türküm diyene” sloganı kullanıldı. Özellikle Türkofon olmayan Anadolulu etnisiteler – mesela Kürtler, Araplar, Kafkasyalılar, Girit göçmeni Müslüman Rumlar, Müslüman(laştırılan) Pontus Rumları, vs. – bu politikanın hedefiydi. Böylece Türk devleti, asimilasyoncu ve homojenleştirici politikaları devam ettirdi. Aynı zamanda etnik mühendislik içeren politikaları – köy boşaltmalar, göçe zorlamalar, bazı bölgelere etnik Türk yerleştirerek “nüfus dengesi” sağlamaya yönelik stratejiler, vs. – devreye soktu. Devlet, etnik Türklük aidiyetini empoze edici ofansif bir tarih teziyle toplumu son 100 yıldır nasyonalist bir endoktrinizasyondan geçirdi. Bu politikalar sayısız mağduriyetlere ve acılara neden oldu. Türk devleti bu özelliğini bugüne kadar değiştirmedi. Bunu değiştirme iddiasıyla ortaya çıkan ne kadar siyasi hareket, parti ve lider varsa, sonunda bu devletlû kuruluş kimlik ve ideolojisini kabul etmek durumunda kaldı. Kendini Türk olarak tanımlamayan etnisitelere yaşam olanağı verilmedi.
Oysa Avrupa’da ırksal-etnik temellerde tanımlanan ulus konsepti zamanla değişti, dönüşüme uğradı. Fransa ve Britanya gibi erken ve sosyolojik manada uluslaşma yaşamış olan ülkelerde coğrafi aidiyeti ve vatandaşlık aidiyetini temel alan milli aidiyetler ortaya çıktı. Geç ulus devletlerini kurabilen ve milliyetçi kadroların iktidarıyla ulusal bütünlük sağlayabilen Almanya ve İtalya gibi ülkeler, ırksal-etnik temellerdeki milliyetçilik ideolojilerinin etkisiyle faşizme yöneldiler. Ancak bu gruptaki ülkeler de İkinci Dünya Savaşı sonrasında etnik milliyetçiliği terk ettiler ve devletlerini dönüştürdüler. Bu bahsettiğim yeni ulus konseptine “civic nationalism” deniyor. Liberal milliyetçilik olarak da bilinen “civic millet konsepti”, geleneksel liberal özgürlük, hoşgörü, eşitlik ve bireysel haklar değerlerine bağlı olan, kapsayıcı bir ulus formuna inanan siyaset kuramcıları ve filozofları tarafından geliştirilmiş bir milliyetçilik biçimidir. Bu konsepte göre, ulus bir ırka, etnik gruba, dine veya dile göre tanımlanmaz. Ulusu tanımlayan, ülkenin üzerine inşa olduğu özgürlükçü, insan haklarını kucaklayan, eşitlikçi, özgürlükçü değerlerdir.
Türkiye’de ulus devleti tıpkı Almanya ve İtalya’da olduğu gibi milliyetçi kadrolar kurdu ve son 100 yıldır kendi kafalarında oluşturulmuş olan – yani sosyolojik karşılığı bulunmayan – homojen bir etnik topluluk tasarladılar. Herkesin “Türk olmak zorunda olduğu” bir sosyolojik ve politik atmosfer oluşturdular. Sentetik olarak oluşturdukları millet tanımına uymayan herkesi hedef aldılar. Dahası “Orta Asya’dan Anadolu’ya göçmüş etnik Türkler” miti üzerinden, Anadolu coğrafyasından kopuk, kendini fatih olarak gören, bulunduğu coğrafyanın efendisi olarak algılayan, kaybedilen topraklara hayıflanan ve yeniden “büyük bir coğrafyayı kapsamayı” hedefleyen bir devlete sebebiyet verdiler. Somut bir örnek vermek gerekirse, Türk devleti Kürtlerin her türlü kimlik, dil, kültürde ve öz yönetim olarak otonomi taleplerine kategorik olarak karşı çıkmak bir yana, Kürtlerin varlığını bile reddetti. Bu şahin duruşun nedeni, bahsettiğim etnik ulus konseptidir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin hukuk devletine dönüşmesi, bu dönüşümün kalıcı sonuçlarının olabilmesi ve bu dönüşüm üzerine demokratik bir sistem inşa edilmesi, ırksal-etnik temellerde tanımlanan ulusal kimliğin, civic (coğrafya, vatandaşlık ve ortak değerler üzerinden tanımlanan) bir ulus kimliğine evrilmesine/geçişine bağlı olacak. Anadoluluk aidiyeti ve evrensel insan hak ve özgürlüklerine dayalı değerler manzumesi üzerine inşa edilecek ortak bir ulus kimliği ve buna dayalı olarak yazılacak yeni bir anayasa, beraberinde hukuk devletini ve demokrasiyi getirebilir. Tarihin gidişatı bu yöndedir.
Son söz: Kimlik siyasetinin demokratikleştirilmesi, her şeyin başıdır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***