YORUM | YAVUZ ALTUN
1999 yılında yayınlandığında hem Hollywood’da hem de entelektüel çevrelerde sükse yapmayı aynı anda başaran The Matrix filmi, sadece popüler kültür için bir dönüm noktası olmakla kalmadı aynı zamanda sinema aracılığıyla neredeyse bütün insanlığa ulaşan bir takım mesajlar da verdi. 2003 ve 2004 yıllarında The Matrix: Reloeded ve The Matrix: Revolutions adıyla devam filmleri de çekildi ve karşımıza devasa bir “The Matrix evreni” dikildi. Dün ise The Matrix: Resurrections ismiyle çekilen dördüncü filmin tanıtım videosu (trailer) yayınlandı. Gelin biraz The Matrix yapımcılarının bizlere sunduğu bu bilimkurgu dünyayı hatırlayalım…
İlk üç filmin kısa hikâyesi şöyle: 22. yüzyıldayız ve insanların icat ettiği yapay zekaya sahip makinalar, küresel bir savaş sonunda dünyanın idaresini ele geçirmiş. Bu savaş sırasında, güneş enerjisiyle çalışan makinaları (filmde bilinçli olarak robot kelimesi kullanılmaz) durdurabiliriz umuduyla insanlar, gökyüzünü karartmış. Enerjiye ihtiyaç duyan makinalar, insan bedenini bir enerji kaynağına dönüştürmenin yolunu bulmuş. Devasa tarlalarda “yetiştirdikleri” insan bedeninin yaydığı enerjiyi kullanmanın yanı sıra, zihinlerini The Matrix adındaki hayalî bir dünyaya hapsetmiş. Bu dünyada “yaşadıklarını” zanneden insanlar, aslında makinaların kurguladığı bu yerde amaçsızca ve sadece basit ihtiyaçlarını gidererek hayatta kalmaktadır.
Elbette bir de The Matrix’e bağlı olmayan insanlar var. Bu küçük grup Zion adındaki bir yeraltı mağarasında sıkışmış durumda ve kanalizasyon hatlarında “yüzdürdükleri” gemilerle zaman zaman The Matrix dünyasına adım atıyor ve oradan gözlerine kestirdikleri bazı insanları “uyandırmaya” çalışıyor. O gemilerden birinin kaptanı olan Morpheus, diğerlerinden farklı olarak bir kehanete inanıyor. Kâhin isimli birinin ilettiği bu kehanete göre, The Matrix kurulurken içinde doğan birisi, bir gün gelip bütün insanları uyandıracak ve makinaları mağlup edecek. Bu Mesih-vari kişiye “The One” (Bir) deniyor. The Matrix’in her yerinde bu vaat edilmiş şahsı arayan Morpheus nihayet Thomas Anderson (Neo) isimli birinin o olacağına inanıyor ve onu uyandırıyor.
İlk filmin sonunda, Bay Anderson ya da geceleri yaptığı hacker’lık işinde kullandığı mahlasıyla “Neo” tam da kehanetteki gibi daha önce hiç kimsenin yapmadığı şekilde “ajanlar” denen çok tehlikeli bilgisayar programlarını The Matrix içinde alt etmeyi başarıyor ve makinalara bir mesaj gönderiyor: “İnsanlara sizin onların görmesini istemediğiniz şeyi göstereceğim. Onlara sizin olmadığınız bir dünyayı göstereceğim. Kuralların ve iktidarın olmadığı, sınırların ya da uçların olmadığı bir dünya. Her şeyin mümkün olduğu bir dünya. Oradan nereye gideceğimiz, size bırakacağım bir seçim olacak.”
Tabi kahramanımız bu noktada kehaneti tam olarak gerçekleştirmiş sayılmaz. İkinci filmde, bütün süper güçlerine rağmen ne yapacağını bilemeyen bir Neo vardır. Tekrar Kâhin’e danıştıklarında, onlara gidecekleri yolu söyler. Korunaklı bir binanın içinde, hiçbir merdivenin ya da asansörün ulaşamadığı, gizemli bir kapıdan geçmesi gerekir. Burası, kehanete göre, The One’ın son durağıdır. Bu arada, dünyayı yöneten makinalar Zion’un yerini tespit etmiş, orayı yok etmek üzere dev metal örümceklere benzeyen silahlarını göndermiştir. İkinci filmin sonunda, Neo bahsi geçen kapıdan girer ve Mimar adı verilen biriyle karşılaşır.
Mimar, Neo’ya daha önce 6 kez The Matrix’i yıkıp baştan inşa ettiklerini, her defasında onun gibi bir kahramanın çıktığını ve kendisini görmeye geldiğini anlatır. Bu noktada seçilmiş kişi Mimar’la bir anlaşma yapıp Zion’un yeniden kurulmasını sağlar ve her şey en başa döner. Elbette insanlar yine direniş örgütleyecek, yine bir kehanet görülecek ve seçilmiş kişi yine Mimar’ın kapısını çalacaktır. Neo’nun tek yapması gereken Mimar’ın gösterdiği kapıdan geçmektir. Ama Neo bunu yaparsa, âşık olduğu kadının yani Trinity’nin öleceğini bilmektedir. Bu sebeple, “dünyayı kurtarmak” yerine, onu kurtarmayı seçer. Çünkü diğer türlü değişen bir şey olmayacaktır. Bu arada ilk filmde Neo’nun yok ettiği Ajan Smith geri dönmüş ve The Matrix içindeki her şeyi ele geçirmektedir.
Üçüncü filmde Neo, Kâhin’le bir kez daha görüşür ve artık nihaî durağının makinaların ana karargâhı olan (post-apokaliptik bir New York silueti görürüz) bir şehir olduğunu anlar. Bu noktada Ajan Smith, bir hayli mesafe kaydetmiş, Zion’daki savaş ise makinalar lehine sona ermek üzeredir. Neo, makinaların şehrine vardığında onlara Ajan Smith’in sistemi ele geçirip kendi hükümranlığını başlatacağını, onu bir tek kendinin yenebileceğini söyler. Dediğini yapar ve makinalarla insanlar arasında bir “barış” imzalanır. Buna göre The Matrix’ten çıkmak isteyen insanlara izin verilecektir.
***
Bu uzun özeti biraz da bağlama oturtmaya çalışarak şu sebepten verdim: The Matrix, bu detaylı ve geniş alegoriyi kullanarak aslında esaslı bir “toplum eleştirisi” yapmaktaydı. Makinalarla insanlar arasındaki mücadele esasında bir sınıf savaşıydı. Makinalar, ekonomik ve politik gücü kontrol eden sınıfı temsil ediyordu. İnsanlığın çoğunu “uyutarak” onların emeklerini sömürüyorlardı. Seçilmiş kişi, buna son verecek peygamberi bir karakterdi. Bizi aydınlatacak ve makinaların sakladığı bu gerçeği gözlerimizin önüne getirecekti. Platon’un mağara alegorisindeki gibi, Neo mağaranın dışını görmüş ve içeri gelerek bize dış dünyadan haber vermişti.
İkinci ve üçüncü filmde ise insanlarla makinaların “ortak bir düşman” karşısında yan yana savaşabileceği fikri ortaya çıktı. “Barış” sağlanabilmesi için iki tarafın da birbirine ihtiyaç duyması gerekliydi. Makinaları tamamen yok etmek mümkün değildi (insan, aletlere her daim ihtiyaç duyacaktır), aynı şekilde insanlık da yeryüzünden silinmeyecekti. Bu durumda, “birlikte var olmanın” koşulu olarak, Ajan Smith’e karşı ittifak kurdular. Yorumcuların Ajan Smith’in neyi temsil ettiğine dair çeşitli görüşleri var. Bütün insanlığı, yüzde 1’i de yüzde 99’u da aynı anda tehdit edecek şey ne olabilir? Ajan Smith’in çoğalma ve her şeyi kendine benzetme kabiliyetine bakarak, bunun toplumdaki “aynılaşma” ve “tektipleşme” kültürü (kitsch) olabileceğini düşünenler oldu. Bu kültür, ilerleme fikrini tamamen öldürecek, yaşamı banalleştirecekti. Tarihten bir referans verecek olursak, Nazi Almanya’sının temsili olarak görülebilir. Başka deyişle, bireyselliği ve özgür iradeyi tamamen reddeden ve her şeyi ele geçirmek isteyen kötücül bir irade.
Elbette The Matrix dünyasını cazip kılan, bütün bu sembollerin, göndermelerin ya da alegorilerin tekrar tekrar yorumlanabilecek, zengin bir içeriğe sahip olmasıydı. Aradan geçen 20 küsur yıl boyunca bunlar yapıldı da. 1999 yılında The Matrix kadar “sistem karşıtı” bir başka film olan Fight Club (Dövüş Kulübü) da vizyona girmişti. Sovyetlerin çöktüğü, kapitalist-liberalizmin büyük bir zafer sarhoşluğu içinde olduğu bir dönemde, bu iki büyük hikâye, hem modernizme getirilen radikal postmodernist eleştirileri (The Matrix’te açıkça Jean Baudrillard gibi filozofların kitaplarını görmüştük) popüler kültüre mâl etmiş, hem de Sovyetlerden sonra ortada kalmış görünen Marx’ın “sınıf savaşı” tezlerine çok geniş bir dolaşım alanı açmıştı.
The Matrix’in dijitalleşmenin bu kadar yaygınlaşmadığı ve sosyal medyanın henüz icat edilmediği (ufak çaplı denemeleri vardı) bir dönemde yayınlandığını da hatırlatmak isterim. Bu yönüyle aslında hâlen güncel bir anlatı olduğu da ortada. Nitekim dördüncü filmin tanıtım videosunda Neo’yu ellerindeki ekranlara (tablet, cep telefonu vs.) bakıp duran insanların arasında, onları şaşkınlıkla seyrederken görmek sürpriz değil.
Neo’nun yolunun hem kurmaca tarihindeki “kahramanın yolculuğu” rotasını hem de sıkı kutsal kitap referanslarıyla birlikte İsa Mesih’in hayatını takip ettiğini elbette duymuşsunuzdur. İnsanları özgürleştirmek için mücadele eden ve nihayet insanlık için kendini feda eden Neo, bu yönüyle hayli idealist bir karakter. Aynı zamanda kendinden sonraki süper-kahraman hikâyelerinin de çokça beslendiği bir referans kaynağı. Neo, insan-ötesi bir iradeye, kimsenin erişemeyeceği bir bilgeliğe ve saflığa sahip. Buradan bakınca, bütün hikâye bir alegori olmaktan ötesine geçebilmiş değil. Yani içinde yaşadığımız dünyada kimseden Neo gibi sonsuz diğerkâmlık ve fedakârlık göstererek bizi kurtarmasını bekleyemeyiz.
Ama Neo’nun mücadelesi, yani insanlara “özgür iradeleriyle seçim yapabilme hakkı” sağlama hedefi, insanlığın en eski hikâyelerinin temalarından biri. Bir insanın başkalarının kaderini tayin edebildiği bir düzenin, her durumda, onlara bir cennet sunsa bile adaletsiz olacağı, geçmişten bu yana bilinen bir hakikat. Başka insanların gözlerini ve kulaklarını bağlayıp onları hakikatten uzaklaştıranların “haddi aşan zalimler” olduğu da, her kitapta yazılı. Kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığı bir dünyanın temelinde katı hiyerarşik toplum düzeninin reddi olacağını söylemek de pek “anarşistlik” sayılmaz.
Yani The Matrix, etrafımızda bizi çevreleyen ve irademize ket vuran, bizi inandığımız, düşündüğümüz, bildiğimiz gibi yaşamaktan alıkoyan, hatta inanma ve düşünme biçimimize bile karışan herkes ve her şey. En kötüsü de, “siz bilmezsiniz” diyerek üste çıkan, “sizi düşmanlara karşı koruyorum” diyerek hakikati gizleyenler. Yani “bizden” görünenler. Bütün bu “baskıcı sistem bekçilerini” arayıp bulmak için kapitalist Batı medeniyetine gitmeye gerek yok. Onlar her yerde. O yüzden en eski hikâyelerde bile karşımıza çıkıyorlar. Ve maalesef onlara karşı bir kurtarıcı gelmeyecek. Mağarada, kendi gölgesine bakarak yaşamaya mahkûm edilenler, kendi iradeleriyle dışarı çıkmak ve ezberlenmiş sözlerden uzakta, sosyo-kültürel baskıları aşarak ufka bakmak zorundalar.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***