YORUM | M. NEDİM HAZAR
Tam 22 yıl olmuş…
2 bin yılının Mayıs ayının tam ortası. Galatasaray fırtına gibi estiği bir Avrupa sezonu sonrasında Arsenal ile final oynamaya hak kazanmıştı. Bir grup yazar ve spor servisindeki arkadaşlar ile final maçını izlemek üzere Kopenhag’a gitmek üzere yola çıktık.
Önce Almanya’ya uğradık.
17 Mayıs’ta oynanacak maç öncesi bir iki gün Almanya’da takılacağız.
Aktif gazetecilik ve yazarlık yaptığım dönemlerde en sevdiğim kısımlardan biri ya öğrenci yurtlarında ya da bir okurun, bizi sevenin evinde misafir olmaktı. Almanya’da da öyle yaptık. Kaldığımız iki gün iki farklı dostumuzun evinde misafir edildik.
Yorgunluğun verdiği sersemlikle ilk akşam külçe gibi düşüp uyuduğumu hatırlıyorum. Sabah erkenden kalkıp alt kata indiğimde mutfaktan muhteşem bir domates kokusu etrafa yayılıyordu.
Bir domatesin bu kadar güzel kokabileceğini o güne kadar hiç bilmiyordum.
Mutfağa girdiğimde, bizlerden epey yaşlıca bir kişinin minicik çeri domatesleri sabırla ikiye kestiğini gördüm.
Kesilen domateslerden ortalığa öylesine baş döndürücü bir koku yayılıyordu ki, İstanbul’a döndüğümde o domatesi bulmak için tüm büyük marketleri gezdiğimi hatırlıyorum.
Bulamadım maalesef!
İçeri girdiğimi görünce tebessümle bana baktı domates doğrayan adam. “Hoş geldiniz” dedi samimiyetle. Kaldığımız evin sahibi mi yoksa yakın bir akrabaları mıydı şu an tam hatırlamıyorum.
Utançla “Abi ben yapayım” diye hamle yaptım ama “Olur mu öyle şey siz misafirsiniz” diyerek kibarca reddetti.
Kestiği domateslerin üzerine biraz zeytinyağı ve az pul biber ekleyip sofranın ortasına yerleştirdi.
Bu kadar muazzam güzel kokan domatesin zeytinyağı ile birleşmesinden sonra damağımıza verdiği hazzı alınca kokusu yanında çok hafif kalmıştı.
Kahvaltı sohbetinde ismi zikredilince tanışmış oldum. Sofradaki herkes domates doğrayan adama “Şengül Hoca” deyip duruyordu.
Böyle olmuştu tanışmam Mehmet Ali Şengül Hoca ile.
Sonraki yıllarda ara ara gittiğim Almanya’da ziyaret ettim.
Onu her gördüğümde o muazzam domates kokusunu tekrar duyumsuyordum emin olun.
Ve yüzündeki o samimi tebessümün aslında anlık değil, sürekli bir yüz ifadesi olduğunu çok sonra fark edecektim.
Aradan yıllar geçti…
Bizler yaşlandık, Şengül hoca hiç değişmedi.
Meş’um darbe sonrasında gittiğim Almanya’da tekrar karşılaştığımda yine o kokuyu almıştım.
Hepimiz büyük travma yaşıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk.
O ise muazzam bir teslim oluşla, “Allah hayırlara çevirsin” diyordu.
Mutsuzluk hiç yoktu kitabında, “Biz işimize bakalım” diyordu. Sonra ben yaklaşık bir yıl Doğu Almanya’da bulunduğumda da ara ara telefon açar, “Hakkını helal et, arayıp soramıyoruz” diye mahcup halde hatırımı sorardı.
Esas araması gereken bendim aslında…
Sizi temin ederim ki şu fani dünya gözüyle velayet konusunda örnek arayanlara gösterebileceğim kişiler listesinde ilk sıradadır Şengül Hoca.
Üç yıl önce filandı. Bir vakit namazında arkasında durma bahtiyarlığını yaşadım. O, secdeye gittiğinde gördüğüm bir ayrıntı beni utançtan yerin dibine soktu.
Sahip olduğumuz her şeyin elimizden alınmasından, hayatımızın çalınmasından, yokluktan, imkansızlıktan şikayet edip duruyorduk hepimiz. Şengül Hoca secdeye eğildiğinde pantolonun ağ kısmındaki tertemiz yamayı gördüm. Bu büyük insan yamalı pantolon giyiyordu.
Sonra onunla aynı binada bulundum bir süre. İşyerlerimiz yakındı. İlminden, irfanından, tevazuundan istifade eden şanslılardan oldum.
Sonra başka bir melanet olan korona…
Bir gün keskin bir bıçağın parmağı doğraması gibi canımı yakan haber aldım, Şengül Hoca’ya koronavirüs bulaşmış, hastaneye kaldırılmıştı.
Son bir haftadır ise durumu ağır seyrediyordu.
Elimden geldiği, dilimin döndüğünce her gün dua ettim. Benim gibi düşük profilli müminin duasından artık ne çıkarsa!
Dün akşam ise enteresan bir rüya gördüm. Allah hayretsin.
Ben Matrix filminin final sahnesindeki gibi işlek bir caddede, bir telefon kulübesinin önündeyim. Yaklaşık elli metre ilerde on metre yüksekliğinde bir duvarın üst kısmında bir bahçe var. Bahçenin kenarı kalınca demirden korkulukla çevrelenmiş. Karşımda Şengül Hoca. Arkasındaki binanın hastane olduğunu kimse söylemiyor ama ben anlıyorum. Hastanenin üst katları kapkara bulutlarla kaplı gökyüzüne saplanmış gibi.
Şengül Hoca elleri korkuluklarda insanları temaşa ediyor. Hiçbir insan net değil, kalabalık akıyor adeta.
Yüzünde o Peygamberî tebessüm. Gözlüğü aynen duruyor. Ceketini giymemiş omuzuna atmış. Seslenmeye utanıyorum, beni görmesini umut ediyorum ama odaklayarak bakmıyor ki. Kalabalığı öylesine seyrediyor bir denizi izliyor gibi.
Gözlerimi açtım.
Burnumda o muhteşem domates kokusu.
Allah’ım Şâfi ismine sığınıyoruz…
Kaynak: Tr724