YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Bilindiği üzere, sonuçları itibariyle mutlak birer zafer söz konusu olsa da Uhud’un belli bir yerinde ve Huneyn’in de başında muvakkat bir dağınıklık söz konusu olmuş, büyük acılar yaşanmıştı.
Hikmet açısından bakıldığında bu, gelecekte sahâbe olacaklara o günden Allah’ın (celle celâlühû) verdiği bir avans, gelecekte edâ edecekleri hizmetlerine karşılık bir lütuftu.
Hikmet-i ilâhiye, Hâlid İbn-i Velîd gibi geleceğin sahâbisi olacak bazı önemli şahısların, bütün bütün izzetlerini kırmamak için kendilerini mükafatlandırmış, mâzinin sahâbîlerine karşılık müstakbeldeki sahabîlere zafer tattırmıştır ki kılıç korkusundan ziyade bârikâ-i hakikat şevkiyle İslâmiyet’e girmeleri mümkün olmuştur.
Bu bakış açısı ve yorumların kaynağı, sorulan bir soruya mukabil Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği cevaplara dayanıyor.
Elhak, öyle de olmuştur.
Mekke ordusunun dağılıp kaçmasına, bir yıl önceki Bedir gibi bir hezimet yaşıyor olmasına rağmen beri tarafta o günkü ‘sabır’ın da hakkını veren başta Hâlid İbn-i Velîd gibi şahıslar, çok geçmeden Müslüman olmuş ve o günden sonra da İslâm adına çok büyük hizmetlere imza atmışlardır.
Şüphesiz bu, başlı başına bir konu.
Bugünkü konumuz, en sıkıntılı zamanlarında bile duruşundan zerre taviz vermeyen Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), canının yandığı ve yüreğinin de yangın yerine döndüğü en acı halinden bir kesit sunmak.
Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), belki de en çok ağladığı yerdi, Uhud.
Amcası ve süt kardeşi, cephelerin de aranan adamı Hazreti Hamza’nın da (radıyallahu anh) şehîd olduğunu duymuş, can evinden bir kez daha vurulmuştu. Başka bir yiğidi, Hazreti Ali’yi (radıyallahu anh) çağırdı yanına; “Amcamın başına neler gelmiş!” dedi ve onu bulmasını istedi.
Hiç vakit kaybetmeden cepheye inen Hazreti Ali (radıyallahu anh), “Batn-ı Vâdî” denilen yerde buldu, amcası Hazreti Hamza’yı (radıyallahu anh). Ne var ki kulakları ve burnu kesilmiş, uzuvları da paramparça edilmişti!
Üstelik, şühedânın hepsi aynı durumdaydı!
O gün kulağı ve burnu kesilmeyip, vücudu parçalanmayan tek kişi, tarihe ‘meleklerin yıkadığı’ manasında ‘gasîletü’l-melâike’ ünvanına sahip olan çiçeği burnunda yeni evli Hazreti Hanzala (radıyallahu anh) idi; nifaka merkez ve dâyelik yapan bir evin iki samimi ferdinden birisi, Hazreti Cemîle (radıyallahu anhâ) evlendiği günün sabahında Uhud’a gelmişti! Dünür iki babanın arasından su sızmıyordu ki Abdullah İbn-i Übeyy, içten tahribi seçerken Ebû Âmir, daha açıktan bir düşmanlığı tercih etmiş ve elli adamıyla birlikte Uhud’da Mekke ordusuna katılmıştı. Oğlunun da şehîd olduğunu görünce yanına gelmiş ve ayağının ucuyla onu bir süreliğine iteleyerek, “Beni dinlemiş olsaydın, başına bunlar gelmezdi!” diye serzenişte bulunmuş, ardından da şühedâyı parçalayan Mekkeli kadınlara dönerek, “Bu, benim oğlum!” demiş ve ona dokunmamalarını istemişti ki Mekkeli kadınlar, onu dinledikleri için Hazreti Hanzala’ya ilişmemişlerdi.
Mekke fethi sonrasında gözleri açılıp da bambaşka bir insan olsa da o gün bilhassa, Bedir’in kin ve nefretiyle dolu ve gözü kara Hind’in Hazreti Hamza’ya (radıyallahu anh) yaptıkları, ‘ben de insanım’ diyen hiçbir yüreğin kaldıracağı cinsten değildi!
Olanca vahşetiyle birlikte manzaraya şahit olan Hazreti Ali (radıyallahu anh), doğruca Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına geldi ve durumdan O’nu da (sallallahu aleyhi ve sellem) haberdar etti.
Can evinden bir kez daha vurulan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hiç vakit kaybetmeden Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) yanına geldi.
Yürek yakan bir manzaraydı, O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) karşılayan; kalp mahzun olmuş, gözler de yaş döküyordu! Kırılan dişini unutmuş, yanağındaki yaraları fark edemez olmuştu!
Önce, azîz bir şehîd olarak Hakk’a yürüyen Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) üstünü örtecek bir şeyler aradı.
Bulamadı; zira yoktu.
Bunu fark eden Ensâr’dan bir sahabî öne çıktı ve üzerindeki elbiseyi çıkarıp Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) üstüne örttü. Ancak yine de bu, bedeninin tamamını örtmeye yetmemişti. Bunun üzerine, başka birisi devreye girdi ve getirdiği elbise ile Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh), bedeninin açıkta kalan kısmını da örttü.
Bu sırada halası Safiyye Bint-i Abdilmuttalib’in (radıyallahu anhâ) geldiğini görmüştü; hemen tavır aldı ve “Aman ona dikkat edin!” buyurdu. Belli ki bu hâliyle kardeşi Hamza’yı (radıyallahu anh) görmesini istemiyordu. Bunu duyan Hazreti Zübeyr (radıyallahu anh), annesinin önüne geçip dayısını görmesine engel olmak istese de güçlü kadın Hazreti Safiyye (radıyallahu anhâ), elinin tersiyle oğlunu bir kenara iterek, “Git başımdan!” dedi. “Şu anda seni gözüm görmüyor!”
Dayısının dayanılmaz manzarasına muttali olabilmek için giden annesinin arkasından “Ey anneciğim!” diye bağırmaktan başka çaresi kalmayan Hazreti Zübeyr (radıyallahu anh), kendi başına hareket etmediğini ifade sadedinde, “Senin geri dönmeni Resûlullah istiyor!” dedi.
Şaşırmıştı, Hazreti Safiyye (radıyallahu anhâ). Önce, “Niye ki?” dedi. Kendisi için duyulan endişeyi de anlamıştı ve buna cevap mahiyetinde şunları söyledi:
“Benim kardeşime Allah yolunda müsle yapıldığını, vücudunun kesilip doğrandığını duydum; her ne kadar buna gönlüm razı olmasa da inşallah ben, Allah için dişimi sıkar ve sabrederim!”
Bütün bunlara şahit olan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Zübeyr’e (radıyallahu anh) dönmüş ve annesini kastederek, “Yolundan çekilin!” buyurmuştu.
Sözünün eriydi ve gördüğü onca manzara karşısında iradesinin hakkını veren Hazreti Safiyye (radıyallahu anhâ), beklenenin aksine müthiş bir metanet ortaya koydu ve önce, “İnnâ lillâh…” dedi ve ardından da kardeşi için dualar edip istiğfarda bulundu.
Bu arada, gördüğü bu manzara karşısında kendini tutamayıp bir kenara çekilen ve bu vahşeti sergileyen Kureyş’e sayıp döken, ellerini açıp beddua edenler de vardı ki Ebû Katâde Hazretleri de (radıyallahu anh) onlardan birisiydi.
Hissiyatının bu kadar zirvede olduğu ve belki de hayatı boyunca en çok gözyaşı döktüğü bu hâlde bile Şefkat Nebîsi (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Katâde Hazretleri’ne döndü ve müşfik bir eda ile “Ey Ebâ Katâde!” buyurdu. “Aslında Kureyş, emânete ehil insanlardan müteşekkildir; onlar hakkında kim haddini aşarsa, onun ağzının payını Allah verir. Şâyet Allah sana uzun ömür verirse, onların ortaya koydukları fiil ve kulluk karşısında kendi amelini hafif görecek, daha fazlasını yapamadığın için üzüntü duyacaksın!”
Bu ifadelerin söylendiği ortama bir kez daha dikkat çekmek isterim; hayatının en acı karesinde ve üstelik de bu acının failleri için söylenmiş cümleler bunlar.
Bugün bu vahşeti sergilemiş olabilirler; ama demek ki işin yarını daha farklı olacak!
Hatta, o kadar değişecekler, o kadar başkalaşacaklar ki Ebû Katâde Hazretleri (radıyallahu anh) gibi hakkında âyet gelmiş ender insanlar bile onlara gıpta ile bakacak, Allah nezdindeki duruşları ve sergiledikleri kulluklarına hayranlık duyacaklar!
O günü bugünden göremeyenlerin aklına tel’in de ve beddua da gelebilir; ne var ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), en olumsuz şartlarda bile muhataplarının bütününü istikbâlin sahâbisi görüyor ve hâlin sahâbîlerini de bu istikamette bir duruşa davet ediyor!
O gün imdâda koşan Cibrîl’in getirdiği mesaj da farklı değil; “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli ve kaba birisi olsaydın, insanlar senin etrafında durmaz, dağılıp giderlerdi!” diye başlayan mesajların muhtevası da aynı çizgide.
‘Ama O (sallallahu aleyhi ve sellem) Şefkat Peygamberi idi’ diye itiraz edenlere Kur’ân’ın verdiği cevap da belli:
“Şayet karşılık verecekseniz, sadece size yapılan kadarıyla karşılık verebilirsiniz; hâlbuki sabrederseniz bilin ki bu, sizin için daha hayırlıdır!”
İşte, her şeye rağmen sabrı tercih eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu duruşuyla o günkü muhataplarının hepsini, çok değil, beş yıl içinde sahâbî pâyesine yükseltmiştir!