HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş dört yıldız cezaevinde.
Tutukluluğu AİHM tarafından da hak ihlali olarak tescillenen Demirtaş’a 45 isim 45 soru sordu.
Birartıbir’de yayımlanan soru-yanıt söyleşisinde, Demirtaş hem siyasi hem de güncel yaşama dair soruları yanıtladı.
Okuduğu kitaplarla ilgili bir soruya Demirtaş şu yanıtı verdi:
“İçeride zaman bol ve çok fazla okuyorum, belki de nedeni budur. Son zamanlarda William Styron, Margaret Atwood, John Cheever, David Grossman gibi yazarların kitapları geçti elime, onları okudum. Türkiyeli kadın yazarlardan da Ece Temelkuran, Nilgün Öneş ve İclal Aydın’ın kitaplarını severek okudum. Hamit Bozarslan’ın tarih kitaplarını yeniden okuyorum. Bir de Mehmet Sait Aydın’ın Lokman Kasidesi’ni durup durup okuyorum, balyoz gibi iniyor yüreğime.”
Demirtaş’a sorulan bazı sorular ve yanıtları şöyle:
“Ali Duran Topuz (gazeteci, Gazeteduvar’ın yayın yönetmeni)
Son yerel seçimde büyükşehirlerde Kürtlerin oyları kilit rol oynadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi oy desteğine karşılık bir tür cemile olarak Kürtçe kursları açtı. Fakat dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’u tanıtan 10 dilli, 20 dilli broşürlerde, kitapçıklarda Kürtçe yok, şehirde Kürtçe tabela yok, Kürtçe anons yok. Öte yandan, Kürt meselesi majör kavramlara kilitlenip kalmış görüntüsü vermiyor mu? Yani anayasal eşitlik, anadilde eğitim, siyasal katılım hakları etrafındaki tartışma ve kavgalar sürerken büyükşehirler Kürtçeyi hızla eritiyor. Kürtçenin tartışmalarda daha önde yer alması, Kürtçeye yönelik taleplerin daha da güçlendirilmesi gerekmiyor mu? Bu meseleye ilişkin diğer partilere dair gözlemlerinizi de merak ediyorum.
Kaygılarınıza da, eleştirilerinize de katılıyorum. Ancak Kürtçe dahil olmak üzere bütün dillerin korunabilmesi ve geliştirilebilmesi için bir kamusal destek politikasına ihtiyaç var. Yani anayasal ve yasal bir altyapı sağlanarak, bir devlet ve hükümet politikası olarak Kürtçenin her alanda kullanılması desteklenmediği sürece, baskı altındaki bir dilin korunabilmesi böyle bir çağda neredeyse imkânsızdır. O halde tüm dillere özgürlük sağlayacak bir hükümet programıyla merkezi yönetime, yani hükümete talip olmak en doğru seçenektir. Neden diğer partilerden talep edelim ki? İktidarda yer alıp biz çözelim sorunları. Bir halkın bu en temel hakkına saygı duymayan hiçbir siyasi anlayışın iktidar olma şansı yoktur bence, en azından HDP olmadan şansı yoktur diyelim. Biraz özgüvene ihtiyacımız var sadece. Talep eden değil, icra eden olalım artık. Neden biz de yönetimde olmuyoruz da, gelecek olan yeni yönetimden neyi nasıl talep edeceğimizi düşünüp duruyoruz?
Firat Cewerî (yazar)
Em li derve, tu li hundir î, em dijîn, tu xeyal dikî. Carina xeyal ji jiyana rastî xweştir e. Lê zîndan zîndan e, di xeyalan de jî ne xweş e. Dîsa jî ez ê ji cenabê te daxwaz bikim ku tu hinekî behsa zîndanê û xeyala jiyana derve bikî. Ya din, tu ji bo zimanê kurdî ji kurdan çi dixwazî, daxwazên te ji dewletê çi ne?
Ma zindan bêxeyal dibe? Li zindanan ji girtî û mehkûman hezar qatî zêdetir xeyal hene. Xeyalên me hinekan jî bi me re girtî ne, hinek ji me jî xeyalên xwe azad dikin û wan pêk tînin. Ez dibêjim em girtiyên siyasî zêdetir di nav koma duduyan de ne. Em li zindanan bin jî, xeyalên me yên siyasî li derve pêk tên. Di vî warî de ez xwe pir bişans dibînim, çimkî ligel hemû tiştên nebaş ku hatin serê me, bi rastî jî xeyalên min gav bi gav, dem bi dem mezin dibin û pêk tên. Tenê sedemeke vê heye, ew jî ji ber ku li derve bi dehmilyonan kes li ber xwe didin. Lê xeyalên min ên şexsî zêde ne mezin in. Keçikên min êdî mezin in û ji min re bûne heval, lewma jî ez tenê li cem wan hevalên xwe bim jî, ji min re bes e. Derbarê zimanê Kurdî de jî, ez bersiva xwe ya pirsa pêşîn cardin bînim bîra we. Zimanê Tirkî û hemû zimanên din ên azad xwedî çi maf û statûyan bin, divê zimanê Kurdî jî xwedî wan maf û statûyan be. Divê em vê yekê ji dewletê nexwazin û werin ser desthilatiyê û bi xwe bikin. Ji bo vê hêza me heye.
Ercan Kesal (oyuncu, yönetmen)
Uruguaylı yazar Galeano yazma sebebini anlatırken “birlikte kurtulmayı umut ettiğim için yazıyorum” diyor. “Birlikte kurtulmak.” Politikacının da önünde sonunda vaat ettiği bir söylem bu. Engels de bir mektubunda, “ekonomi-politiğe dair tüm bildiklerimi Balzac’ın romanlarından öğrendim” diye yazıyor. Öte yandan, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’de siyasetle uğraşan, bakanlık da yapan Samet Ağaoğlu yazmanın bizi içimizde biriken tortulardan temizleyeceğini söylüyor. Siz de hikâyeler yazıyor, meseller anlatıyorsunuz. Sadık okurlarınız var. Yazmak politik bir eylem midir? Neden yazıyorsunuz?
Eski zamanlarda “yazmak”, oldukça orijinal bir kişisel ifade biçimiydi. Yazdıklarınızın basılması, bunların okura ulaşması son derece ciddi süreçlerdi. Bu zorlu ve çoğu zaman da riskli süreçleri göze alabilmek için gerçekten de anlamlı bir dürtünüz olmalıydı, “Yazmasaydım ölürdüm” diyen Sair Faik gibi mesela. Ancak bana öyle geliyor ki, şimdilerde bu “yazmak”ın dürtüsü çok da anlamlı değil artık. Kalem bol, kâğıt bol, matbaa bol. İsteyen istediğini yazıyor, basamasa bile internette yayınlıyor. İsviçre’de hiç cinayet işlenmiyor denilmesi üzerine André Gide’in “O yüzden orada edebiyat yok” dediği söylenir. Bizde cinayet de, zulüm de maalesef bol bol olduğundan, derdimizi edebiyatla anlatmak da ciddi bir seçenek, bazen mecburiyet haline geliyor haliyle. Mesela Türkiye’de yazar sayısının düzenli okur sayısından fazla olma ihtimali var! Bu kötü bir şey mi? Valla edebi kaliteyi düşürdüğü, okurun nitelikli edebiyatla buluşmasını da zorlaştırdığı kesin. “Peki durum buyken sen niye yazıyorsun kardeşim” diye sorarsan, yazdıklarımın içimde durmasındansa dışımda durması daha az yoruyor beni. Bir sürü paydaş buluyorum dertlerime, düşüncelerime. Bu da şu hapishane hücresinde yürüttüğümüz zorlu mücadelede iyi geliyor bana. Büyük bir destek ve dayanışma hissediyorum bu şekilde. Ve elbette edebiyat benim mücadele hayatımın bir parçasıdır. Politik bir duruştur, en azından ben öyle bakıyorum. Böyle bakmayan edebiyatçılara da saygı duyuyorum tabii. Politik edebiyat has edebiyatı zehirliyor diyenlere ise asla katılmıyorum. Politik olmayan ne kaldı ki?
Fatih Özgüven (yazar)
Hikâyelerinizden ara sıra bir Orhan Kemal sesi yükseliyor, daha emin, daha tok bir ses. Ara sıra da anlatıcının kendisine döndüğü güzel anlar var, Sait Faik sesi diyelim ona da. Hikâyeleri okurken bu iki ses arasında bir denge tutturulduğunu fark ettim. Tabii mizahı da unutmamak lâzım. Başka hangi yazarları okuduğunuzu ve hangilerinin üzerinizde iz bıraktığını merak ediyor okur. Ne dersiniz?
Özel ve ağırlıklı olarak herhangi bir yazardan etkilenerek yazmıyorum. Herkesten biraz etkileniyorum yüksek olasılıkla. Bu topraklardan çıkmış tüm yazarların şu veya bu düzeyde birbirlerini etkilememeleri mümkün mü? Farklı yerlerden ve zamanlardan bakılsa da nihayetinde beslenilen kaynak, beslenilen coğrafya benzerdir. Ama kimden ne kadar etkilendiğimi kestiremiyorum doğrusu. İçeride zaman bol ve çok fazla okuyorum, belki de nedeni budur. Son zamanlarda William Styron, Margaret Atwood, John Cheever, David Grossman gibi yazarların kitapları geçti elime, onları okudum. Türkiyeli kadın yazarlardan da Ece Temelkuran, Nilgün Öneş ve İclal Aydın’ın kitaplarını severek okudum. Hamit Bozarslan’ın tarih kitaplarını yeniden okuyorum. Bir de Mehmet Sait Aydın’ın Lokman Kasidesi’ni durup durup okuyorum, balyoz gibi iniyor yüreğime.
Çiğdem Toker (Gazeteci)
Sayın Demirtaş, sağlık ve dirayet dileğiyle… Cezaevleri bünyesindeki 309 iş yurdunda, hükümlü ve tutuklular çalıştırılarak birçok alanda üretim yapılıyor. 180’in üzerinde işkolunda mobilya, konfeksiyon, deri, seracılık, kaz yetiştiriciliği, büyükbaş, gıda, oda parfümü, geleneksel el sanatlarına uzanan bir çeşitlilik mevcut. Dahası, bakanlığın özel sektörle yaptığı protokollerle, hükümlüler bu iş yurtlarında dünyaca tanınmış giyim markaları için bile üretim yapıyor.
Bu üretimden Adalet Bakanlığı önemli bir gelir sağlıyor. Son İşyurtları Faaliyet Raporu’na göre, 2019’da elde edilen toplam gelir 4,6 milyar TL. Bu tutarın 3 milyar TL’sini mal ve hizmet satış gelirleri oluşturuyor. Buna karşılık bu geliri yaratan 60 bin 767 hükümlü ve tutukluya ödenen toplam yevmiye tutarı 77 milyon 689 bin 123 TL. Tutuklu ve hükümlülere ödenen yevmiye tutarları ise şöyle: Ustalara 17,25 TL, kalfalara 15,25 lira, çıraklara da 14 lira. Adalet Bakanlığı yönetmeliğinde bu faaliyetin amacı “hükümlüleri topluma kazandırmak ve meslek sahibi olmalarına yardımcı olmak” diye açıklanıyor. Ancak, bu devasa üretim kapasitesinin gönüllülük esasına dayandığı açıklansa da, hükümlülerin uzun çalışma saatlerinden yakındığı biliniyor. Bu tabloya “içeriden” –hukukçu kimliğinizle de– baktığınızda, iş yurtlarındaki faaliyetlerin, mahkûmları topluma kazandırma amacının ötesine geçerek, muhtemelen bir kısmı yeni cezaevlerinin ihale finansmanında da kullanılan, Hazine’ye gelir yaratan bir ucuz iş gücü olarak görüldüğünü söylemek mümkün mü? Değerlendirmeniz nedir?
Çok fazla gündeme gelmeyen bu konu hakkındaki sorunuz için çok teşekkür ediyorum. Hapishanelerde çalıştırılan adli mahkûmların emeklerinin sömürülmesi tam bir utançtır. Bu vesileyle meslek edinenler de olabilir, ama asıl amaç asla “topluma kazandırma” falan değildir, bedava iş gücünden acımasızca yaralanmaktır. Hapishaneler yoksullarla doludur ve yoksullar, dışarıda olduğu gibi içeride de ağır sömürü altında. Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’ta söylediği gibi, “yoksulun hemen tüm arzularının cezası hapistir”. İçerideki adli mahkûmların birçoğu, kantinden su ya da sigara alamayacak, ailesine telefon edemeyecek kadar bile parasız, sahipsiz, yoksuldur. Yoksullaştırma ve suça itme, birbirleriyle bağlantılı ve stratejik bir politikadır. İçerideyken emek sömürüsü ise tam da kapitalizmin entegre işleyişinin bir parçasıdır. Kişiyi hiçleştirme, devlet zoru karşısında kişiliksizleştirme, biat eden bir karakter yaratmak asıl amaçtır. “Topluma kazandırma” gibi açık olmayan kavramlar, asıl amacı saklamaya dönüktür sadece. Dışarıdakiler bu konu üzerinde daha fazla durabilse keşke.