YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Alman Die Welt gazetesinde çıkan bir haberde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’de bir Yunan askeri gemisinin batırılması ya da en azından bir Yunan askeri jetinin düşürülmesi emri verdiği, fakat askeri kanadın bunu kabul etmediği iddia edildi. Türkiye’deki kaynaklara dayandırılan habere göre Erdoğan Yunan askeri gemisinin batırılması, ancak bunun can kaybı yaşanmadan sonuçlandırılmasını istiyor. Generaller bunu kabul etmiyorlar. Sonrasında Erdoğan Yunan askeri uçağı düşürülmesi üzerinde duruyor. Fırlatma sistemi ile Yunan pilotun atlayacağı şekilde bir düşürülme operasyonu yapılmasını söylüyor. Generaller Erdoğan’ı bu düşüncesinden de vazgeçiriyorlar.
Erdoğan’ın bu kadar savaş yanlısı olmasının nedeni, içeride sıkışmış olması. Kontrollü bir gerginlikle, bir tür yeni Kardak krizi çıkartarak içeride “milli birlik ve beraberlik” atmosferi yaratma peşinde. Neo-Osmanlı retoriği, hilafet söylemi, Aya Sofya ve kılıçlı hutbe üzerinden harekete geçirdiği yeni fetih diskuru, biz-onlar ikilemi sayesinde yapay bir “milli hedefe” kilitlediği kamuoyu, bu atmosferde eli kolu bağlanan tatlı su muhalefeti ile Türkiye şu an her zamankinden daha fazla istikrarsızlığa açık halde.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Kıbrıs meselesinin kökenleri
Muhalefetin kilitlenmesi işin bir boyutudur. Diğer boyut, muhalefetin zaten bu tür bir şahin pozisyona öteden beri hazır oluşudur. Kemalonasyonalist (ulusalcı) kesim ile Ülkücü nasyonalistler Yunanistan, Ege ve Kıbrıs gibi konularda zaten yayılmacı bir algılı normalleştirmiş durumdalar. Onlar için Türkiye sınırlarının veya egemenlik alanının genişletilmesi, tartışmasız olumlu bir gelişmedir. Bugün irredantizm Türk iç siyasetinde ortak mutabakat zemini haline gelmiş bulunuyor. Bunun temelleri esasında 1950’lerin sonunda Türk ortak benliğine eklemlendi. Kıbrıs konusunda Lausanne’dan sonra 1950’lerin sonuna dek 30 yıldan fazla bir zaman, Ankara kendi sınırları dışındaki topraklarla, özellikle de Kıbrıs’la hiçbir şekilde ilgilenmedi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Berlin’e gönderilen ve yarı resmi görüşmelerde bulunan Bakü Fatihi lakaplı Nuri Paşa’ya Almanların vaatleri de Ankara’nın pasif siyasetini değiştirmedi. Her ne kadar çok ciddi bir istek de duysa, Birinci Dünya Savaşı’nın anıları taze olduğundan, İsmet İnönü savaş dışında kalma doktrinini içeride kabul ettirmeyi başardı. Bu sayede, ordu içindeki Almancı fırsatçı eğilim kontrol altında tutuldu. Ancak bu durum Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber değişecekti.
1950’lerde Kıbrıs’ın “keşfeden” Türk siyasal elitleri, Doğu Akdeniz’de dengeleri değiştirecek stratejik önemde olan bu adayla ilgilenmeye başladılar. Adada Rumların Enosis (Yunanistan ile birleşme) yönündeki eğilimlerini tehlikeli bulduklarından, başlangıçta Rumların İngilizlerden bağımsız olmaya yönelik politik pozisyonuna karşı, Türk tarafı İngiliz hâkimiyetini destekledi. Ne zaman ki İngiltere’nin statüsünün kalıcı olmayacağı idrak edildi, Türk tarafı Taksim planını gündeme getirdi. Ankara bu tarihten sonra adanın coğrafi olarak doğu-batı hattında bir çizgiyle kuzey ve güneye bölünmesini devlet politikası haline getirdi. Kıbrıs politikasının bu şekilde değişmesi ile beraber, Türk-Yunan ilişkilerinde bir domino etkisi baş gösterdi. Böylece, Yunan imajı ve Yunanistan algısında hızla bir erozyon gerçekleşti. Bu tümüyle devlet kontrolünde yaptırıldı. 6/7 Eylül olayları gibi pogromlarla halkın Yunanistan konusunda radikalleşmesi sağlandı.
Johnson Mektubu ve 1974 Kıbrıs çıkartması gibi gelişmeler gösterdi ki Kıbrıs ve Türk-Yunan meseleleri Türk iç politikası üzerinde adeta bir sihirli el gibi etkide bulunma potansiyeli taşıyordu. İşler sıkıştığında Yunanistan’la bir kriz çıkarma geleneği böylece başladı. NATO’da da Batılı müttefiklerle ilişkilerde de bu pozisyon bir davranış kalıbına dönüştü. Hatta ABD askeri yardımlarında bile bu gerilim etkisini gösterdi. İki taraf arasındaki dengeyi bozmayacak şekilde askeri yardım yapılmaya başlandı. Kötü komşuluk tutumu Türk dış politikasının ana değişmezlerinden biri oldu. Yunanistan’a yönelik algı oluşturulurken sanki Ege’deki adaların Yunanistan’a geçmesi büyük bir tarihi yanlışmış gibi bir söylem, Türk tarih yazılımına eklemlendi. Oysa cumhuriyetin kurucuları için bu sorun mevcut değildi. Türkiye 1020’lerden 1950’lere dek Yunanistan’ın egemenlik alanlarını asla tartışmaya açmadı. Ege’de bu anlamda ortaya çıkan sorunlar, mesela “egemenliği tartışmalı adalar, adacıklar ve kayalıklar” 1923’ten 1995’e kadar toplam 72 yıl boyunca asla gündeme getirilmedi. Ya da Ege’deki silahsızlandırılan Yunan adalarının yeniden silahlandırılmasına ilişkin Montreux Antlaşması sonrasında Ankara’nın genel anlayışı Yunanistan’ın bu adaları silahlandırabileceği yönünde oldu.
Yunanistan konusu Türkiye’de askeri vesayet rejiminin en önde gelen “veto” meşruiyetini oluşturdu. Yunanistan’a ilişkin politikalar “milli siyaset” ilan edilerek yüksek politika alanları haline getirildi. Yunanistan konusunda her şey güvenlikleştirildi. Böylece bu alan sivillerin elinden alınarak askeri bürokrasinin uzmanlık ve yetki alanı haline getirildi. İktidara gelen partiler değişse de Yunanistan politikası daima askerlerin son sözü söylediği bir alan oldu. Tıpkı Türkiye Kürdistan’ındaki OHAL rejiminde olduğu gibi, Türk devlet aparatı Yunanistan üzerinden kendisine bir iktidar alanı oluşturdu. Kendi gücünü berkitti, konsolide etti. Sivillere “hadlerini bildirilmek” gerektiğinde içeride irtica ve Kürt meselesi, dışarıda Yunanistan ile mevcut sorunlar meşruiyet zemini oluşturdu.
Yunanistan’a yaklaşırken genelde Türkiye’nin “masada kaybettiği adalar” gibi bir söylem hâkimdi. Bu söylediğim gibi Atatürk ve İnönü dönemleri ile tamamıyla çelişen bir pozisyondur. Cumhuriyetin fabrika ayarlarında Yunanistan’ın egemenlik alanına göz diken bir tutum söz konusu değildir.
Avrasyacıların numarası mı?
Bugün Erdoğan’ın askerleri ağırlıklı olarak Avrasyacı unsurların başat durumda oldukları bir ordu yapısında görev alıyorlar. Erdoğan bu odaklarla işbirliği içerisindedir. Avrasyacılar Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerinin mimarıdır. Aynı Avrasyacılar NATO’nun ve Batı ittifakının içinde yer alan bir Türkiye’nin milli menfaatlerine göre bir dış politika ve güvenlik politikası rotası izleyemeyeceğine inanıyorlar. Bu bağlamda AB yöneliminin sekteye uğramış olması onlar için önemli bir kazançtır. Aynı şekilde Rusya’dan S-400’lerin alınması – aktif hale getirilmedilerse de – ellerinde olan bir astır. Çünkü bu sayede mesela Türkiye’nin F-35 projesinden yapıcı ülke olarak ihraç edilmesi gerçekleşti. Dahası, müşteri olarak da Türkiye’nin bu uçakları edinmesi engellenmiş oldu. Bu durum Türkiye’nin NATO ile orta ve uzak vadede ilişkilerini son derece düşük yoğunluklu bir düzeye indirgeyecektir.
Bu örneklerden hareketle, içeride bazı subaylar dışında TSK’da hâkim olan yaklaşım, Türkiye’nin Avrasyacı yöneliminin — ve bağımsız hareket etmesinin — devam etmesidir. 1991 sonrası başlayan marjinal bir hareket olan Batı ittifakı dışında bölgesel-küresel güç olan bir Türkiye yaratmak düşüncesi, 1999 Helsinki AB Zirvesi sonrasında 2005’te tam üyelik müzakerelerine başlama noktasına kadar, Türkiye’yi hiç olmadığı kadar Batı ile bütünleşmeye yaklaştırdı. 2013 sonrasında 17 Aralık ile beraber bu siyaset 180 derece tersine döndürüldü. 15 Temmuz 2016 sonrasında ise TSK’daki Batıcı-NATO’cu askerler tasfiye edildiler. Bugünkü başat karo, daha önce Ergenekon davalarından hüküm giymiş olan Batı karşıtı Avrasyacılardan oluşuyor. Şimdi bu kadro ve Erdoğan, Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerilimi yönetiyorlar.
Die Welt gazetesinin bahsettiği olay, buz dağının su yüzeyinde kalan kısmıdır. Avrasyacı kanat bu bilgiyi sızdırarak kendilerini gerçekleşme ihtimali bulunan çatışmada akladılar. Batı’ya şu mesajı veriyorlar: “Erdoğan’ı frenleyen biziz”. Önümüzdeki günlerde eğer Yunanistan askeri unsurlarına bir saldırıda bulunulursa, bunun sorumluluğunu şimdiden Erdoğan’a atmış bulunuyorlar. Bu durum ellerini rahatlatıyor. Ve esasında savaş olasılığını da arttırıyor. Çünkü Erdoğan Türk-Yunan krizine ihtiyaç duysa da, bir çatışmanın kendi iktidarını da tepetaklak edeceğini biliyor. Asker kanat bir B-planı yapmış görünüyor. Bir Yunan gemisi batırırlarsa, bunun siyasi bedelini Erdoğan’a ödetecekler. Sonra da içeride yükselişe geçen “Türkiye mağdur edildi” ve “milli gururumuzla oynandı” havasını kendi Avrasyacı politikaları için meşruiyet temeli olarak kullanacaklar. Eğer ki beklenmedik bir gelişme olur ve planları suya düşerse, günah keçisi ilan ettikleri Erdoğan’a siyasi ve hukuki bedeli ödetip, kendi askeri kariyerlerine devam edecekler. Fakat kazanırlarsa, yani Türkiye’yi Batı’dan tamamen kopartıp Rusya’ya yamayabilirlerse, önümüzdeki onlarca yıl kendi dünya görüşlerinde yarı otoriter bir Türkiye’de yönetimde kalacaklar.
Edindiğim bilgiler doğrultusunda şunu söyleyebilirim:
Türkiye şu an hiç olmadığı kadar bir Türk-Yunan savaşına yakındır.