YORUM | MAHFİ ŞAHİN
Yeni mahallemize iyice alıştık. Çocukluk anılarımız olmasa da çimen örtülü bu temiz sokaklarda, mutluyuz ve mutlu bizim çocuklarımız da. Son yıllarda büyük değişiklikler yaşayarak devam ediyor hayatımız. Artık yeni ülkelere, yeni mahallelere taşınıyor, yeni dostluklar kuruyoruz. Mahallemizde Diyarbakırlı bir Kürt dostum oldu. Biraz inatçı zalım fakat iyi anlaşıyoruz. Yakın zamanda bir bebekleri doğdu ve adını Ahmet Arif koydular. İsmini şair Arif’ten alıyor Ahmet. Zaten annesi de pek seviyor şiiri. Annesi Türk, babası Kürt Ahmet’in. Şair Arif’in de öyleydi fakat onun annesi Kürt, babası Türk’tü.
Avrupa’da doğdu Ahmet Arif ve kayıtlara Kürt olarak geçti. Bulunduğu ülkede devletin ona sunduğu yaşam standardı, insani değerler açısından yüksek bir kaliteye sahip. Ahmet henüz doğmadan devlet, aileye bir mektup gönderdi, onları tebrik etti ve banka hesaplarına çocuğun ihtiyaçları için para yatırdı. Bunu bütün çocuklara uyguluyor sistem çünkü çocuklar bu ülkenin en değerli mirasçıları. Çocuklardan sonra değer sırası kadınlarda. Kadınların mutlu gülüşlerini ise özgür hayvanlar takip ediyor. O kadar özgür ve güvende ki hayvanlar, erkeklerden dahi korkmuyorlar…
Acaba Ahmet Arif, Cizre’de ya da Yüksekova’da doğsaydı ne olurdu?
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Hiç şüphesiz ‘coğrafya kaderi’ olurdu! Çünkü şark coğrafyasında çocuk olmak; hasbelkader yaşamak, Kürt çocuk olmak ise panzer dişlisi arasında ölmek demektir. Gayr-i ihtiyari yaşlanıp ölmek de yine o coğrafyanın elim kazası! Bunun gerçek bir hikâyesi var. Diyarbakır’da dede ve torunun birer yıl arayla aynı kaderi paylaşması hazin bir devlet umarsızlığıdır. 85 yaşındaki Mehmet Tektekin, tomanın çarpması sonucu hayatını kaybetti. Bundan tam bir yıl sonra da 6 yaşındaki torunu Efe Tektekin yine zırhlı polis aracının çarpması sonucu öldü. Evet coğrafya kaderdir! Yine Silopi’de 13 yaşındaki Doğan Teyboğa, polisin attığı gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu hayatını kaybetti. Çünkü coğrafya… Yine Mardin Kızıltepe’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, babası Ahmet Kaymaz ile birlikte evlerinin önünde polis tarafından tarandı ve valilik şöyle açıklama yaptı: “iki terörist çatışma sırasında öldürüldü.” 12 yaşındaki bir çocuğa devletin nazarı, “terörist!” Devlet bu, aksini iddia eden de teröristtir. Eğer bu bir Kürt ise kesin teröristtir… Kendi çocuğuna mutlu yarınlar hazırlamak yerine feci ölümler yaşatan bir devlet! Tıpkı 15 yaşında öldürdüğü bir başka çocuk Berkin Elvan gibi! Ve bunu bazen tek tek, bazen de hiç acımadan kitleler halinde yapıyor devlet, tıpkı Uludere’de yaptığı gibi. Uludere’de 34 kişiyi öldürdü devlet! Ve bunların 22’si çocuktu, 18 yaşından küçük çocuk. Uludere aynı zamanda bir çocuk katliamıdır!
Oysa çocuklar, en çok da onlara yakışıyor yaşamak…
Hiç unutamıyorum 11 yaşındaki Cizreli Cemile’yi. Öldürüldüğü ilk gece, cansız bedenine sarılıp yattığını söylüyor Annesi Emine Çağırga ve şöyle devam ediyor: “Babası su getirdi, yıkadık, kefenledik. Ambulans çağırdık gelmedi. Kimi çağırdıysak gelmedi. 1 hafta boyunca öyle bekledik. Sonra babası derin dondurucuya koydu! Onu sakladığımız dolabı da devlet alıp Diyarbakır’a götürdü. Otopsi için dediler. Ama kimse duymasın diye yaptılar. Bir tane daha derin dondurucu aldım. Ne zaman bir şey koyacak olsam 10 defa kapağını açıp kapatıyorum…”
Bir anne feryadı daha ne kadar çaresiz olabilir ki? Fakat devlet başka bir anneye öyle bir ölüm yaşattı ki tam yedi gün sokakta kaldı kanlı bedeni!
Silopi’de sokağa çıkma yasağının olduğu bir zaman, keskin nişancılar tarafından katledilen Taybet Ana’nın oğlu anlatıyor:
“Annem tamı tamına yedi gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük… Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlette bize yedi günde bunu yaptı. Yedi gün, tam yedi gün annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın! İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor. Benim annem yedi gün kara kış soğuğunda kaldı, en acısı kaç saat yaralı kaldı bilememek. Keşke diyorum hemen ölmüş olsa. Siz benim annemi öldürdünüz!”
Devlet halkını öldürüyor!
Evet bunu bazen tek tek, bazen de hiç acımadan kitleler halinde yapıyor. Tıpkı Zilan katliamı gibi. Kürt oldukları için Anne karnındaki bebekten, çocuk ve yaşlı demeden 15 bin insana kadar öldürülüyor. Devlet öldürüyor, medya destekliyor! Aradan 90 yıl geçmiş medya halâ aynı yerden devlet namına propaganda yapıyor. Cumhuriyet gazetesi 16 Temmuz 1930 tarihinde bu olayı şöyle duyuruyor: “Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.” Halkını öldürüyor, halkına yargısız infaz uyguluyor devlet! Başka bir katliamda yine devlet! Yıl 1943 Van’ın Özalp ilçesinde, 33 kişi hayvan kaçakçılığı iddiasıyla 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle yargısız kurşuna diziliyor. İnfazda 32 kişi ölüyor, biri yaralı kurtulup tarihe şahitlik ediyor…
Devlet Muğlalı’yı ancak 1950’de demokrat partinin ısrarı sonucu yargılıyor fakat bir yıl sonra Muğlalı ölüyor. Aradan yıllar geçiyor ve 1988’de özel bir kararla Muğlalı’nın Edirnekapı Şehitliği’ndeki naaşı devlet töreniyle Ankara’daki Devlet Kabristanı’na naklediliyor. Sonra 1997 de iadeiitibar yapılıyor. Bu da yetmezmiş gibi büstü Harp Akademileri’ndeki Kahramanlar Geçidi’nde Atatürk, Fevzi Çakmak ve diğer komutanların arasına yerleştiriliyor! Fakat bu da yetmiyor devletin sadist ruhuna ve 2004 yılında olayın yaşandığı Van Özalp’te bulunan Kara Kuvvetleri’ne bağlı sınır taburundaki kışlaya Mustafa Muğlalı adı veriliyor! Ta ki 27 Haziran 2011’e kadar kışlada durdu o isim. Kürtlere yapılan katliamların yanı sıra psikolojik baskının da tabelaya kazınmış lanetiydi o yazı. Ahmed Arif bu katliamı “Otuzüç kurşun” şiiriyle destanlaştırıp adına “ağıt” diyor. Şiir hiçbir yerde yayınlanmamış olmasına rağmen, bir şekilde devletin kulağına gidiyor. Bazen şiire dahi tahammülü yoktur devletin! Yirmili yaşların başında henüz üniversite öğrencisi iken polisler bir gece evinden alıp götürüyorlar Ahmed Arif’i. Yazdığı şiiri ısrarla okumasını emrediyorlar ama okumuyor şair. Sonra sabaha kadar dövüp şehrin izbe bir köşesine atıyorlar. Şiiri Türkçe yazsa da Ahmed Arif, devlet Kürtçe okuyor ve Kürtleri halâ öldürüyor. Öldüremediğini ise çocuk, yaşlı demeden hapse atıyor. Devlet, çocuklarını şimdi de hapiste büyütüyor. Evet ismini şair Arif’ten alıyor mahallemizin filintası Ahmet. Bazen ben Türkçe saz çalıyorum, babası Kürtçe söylüyor. Şimdi ikimiz de aynı şiirleri okuyor, aynı türküleri söylüyor ve aynı sürgünleri yaşıyoruz.
Kaynak: Tr724