Ünlü Rus yazar Anton Çehov’un çok bilinen sözüdür:
“Bir tiyatro oyununun ilk bölümünde duvarda asılı bir tüfek varsa, sonraki bölümlerde o tüfek patlamalıdır. Patlamayacaksa eğer, o tüfek orada asılı olmamalıdır.”
“Çehov’un Silahı” şeklinde tiyatro literatürüne girmiş ve sinema için de geçerli sayılan bu kuralı, hayatın farklı alanlarına da teşmil edebiliyoruz zaman zaman. Bazen, tesadüfen de olsa bu kuralı doğrulayan şeyler yaşamak mümkün. Ama yine de hayat dediğimiz, bir tiyatro sahnesi ya da film senaryosu değil. Farklı dinamikleri var. Yaşanan şeyin Çehov kuralına bire bir uymayan, onu aşan boyutları oluyor.
Teşbihte hata olmaz, (en son bayram namazı hutbesinde de gördük, ki bunun Ayasofya ibadetleri için süreklileştirileceği anlaşılıyor!) Ayasofya’da minbere çıkan Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde tuttuğu kılıç, “Çehov’un Silahı” babında değerlendirilebileceği gibi, bu kuralın öngördüğü paranteze sığmayan bir gerçeklik de içeriyor. Şöyle ki, o kılıcın kullanılması için sonraki bölümleri beklememiz gerekmiyor. Beş yüzyıl öncesinden ‘çalışmaya’ başlamış bir kılıç çünkü o. Ayasofya’yı ‘resmen’ camileştirirken, yüzyıl öncesinde askıya alınmış, ‘kılıç hakkı’nı da içeren Ortaçağ hukukunun yeniden ihya edilmesinin simgesiyse o kılıç, öncesi bir yana, ‘tek adam’ ismiyle müsemma yeni rejim iddiası, fikri ve zikriyle birlikte hep eldeydi zaten. Sıkı sıkıya tutulup sağa sola, ona buna sallandı durdu…
“YERLİ VE MİLLÎ AKADEMİ BÖYLE BİR ŞEY”
Efendim, Dicle Üniversitesi, Kürt Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğrencilerine bundan sonra hiçbir şekilde Kürtçe tez kabul edilmeyeceğini bildirmiş.
Dikkat buyrunuz lütfen; Kürt Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı!
Haberi ilk duyuran, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde akademisyenlik yaparken KHK ile görevinden ihraç edilen şair-yazar Selim Temo. Twitter hesabından haberi ve tepkisini şöyle dile getiriyor Temo: “10 yıldır Kürtçeye yönelik bu densiz yaklaşımı deşifre ediyorum. İşte yeni densizlik: Üniversitelerdeki Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinde Kürt diliyle tez yazımı yasaklandı ve bütün derslerin dili Türkçe oldu. Yerli ve millî akademi böyle bir şey!”
Karara itiraz eden öğrencilere üniversitenin yanıtı ise tahmin edilmez değil elbette:
“YÖK’ün kararıdır.”
Bu da ‘kılıç dili’ işte!
İktidara gelindiğinde “başörtülü bacılarımıza kan kusturan YÖK bir vesayet kılıcıdır…” deniliyordu ya, şimdi eldeki de o kılıç, her fırsatta bileylenip tepe tepe kullanılmakta…
DÖNEM, KILIÇ KUŞANMA DÖNEMİ OLUNCA…
Sözkonusu uygulamayla son örneğini gördüğümüz Kürt dili ve kültürüyle ilgili bu ‘geriye sarma’ operasyonları, iktidarın demokrasi ve özgürlüklere dair genel yaklaşımından ayrı değil elbette. Ama özel olarak da Kürt politikasının önemli bir parçası. AKP iktidarının ilk dönemi, katı inkârcı ‘müesses nizam’a karşı en iddialı olduğu alandı Kürt sorunu. Sorunun çözümüne dair de ‘kolektif hak’ ekseninde olmamak koşuluyla, bireysel hak bazında kullanılabilecek bazı görece düzenlemeler yapıldı. Anadilini özel Kürtçe kurslarında öğrenmek(!), Anadolu Ajansı’nın ya da zaptiye kuvvetlerinin ‘terörle mücadele’ bültenlerini Kürtçe sunan TRT Şeş, bazı üniversitelerde Kürtçe bölümler ve istenirse Kürtçe seçmeli ders, vb…
Aslında Kürt siyasal hareketinin bölgesel çapta geldiği düzeyin zorladığı ve ‘adım atmanın’ zorunlu hale geldiği bir dönemdi. Kürtlerin çok daha köklü ve kapsamlı bir kopuşa yönelmemeleri açısından mecbur kalınan ve ama ‘Anayasal’ güvenceye (özellikle) kavuşturulmamış bu tasarruflar, AKP’nin Kürt amigolarınca köpürtülerek pazarlandı:
Kürt sorunu esasında Kürtçenin kullanımı sorunudur, çözülmüştür.”
Bu cilalı söylemin dayandırıldığı o eklektik, kırılgan ‘dil/kültür’ açılımının başına da neler geldiğini yeterince gördük, görüyoruz. Yerel yönetimlerce inşa edilmeye çalışılan ve yılların birikimini yansıtan kurumların yerle bir edilmesi bir yana, en son Dicle Üniversitesi’nin kararı gibi, imaj ya da mücadele zorunlu kıldığı için atılmış titrek adımlardan ricat edildi.
Dönem kılıç kuşanma ve ‘kılıç dili’ zamanı çünkü!
ZAMANI GERİYE SARMA HİKÂYESİ BU
Bir kez daha anlamış olduk ki, Kürt dilini, kültürünü yaşatmaya yönelik en küçük bir kaygı taşınmıyor. Kürt siyasetini yedeklemek mümkün olmayınca, bunun dil ve kültür alanına yansıması da kaçınılmaz oluyor. Siyaset belirleyici çünkü. Dil ve kültür siyasetin basit aparatı olarak değer buluyor sadece. Sonuçta, “Kürtçeye ilişkin birkaç adım atar, Kürt sorununu çözdük algısı yaratırız” demagojisi de çökmüş oluyor. Yapılan ve ‘reform’ diye sunulanlar, Kürtçeye ve Kürt kültürüne alan açma kaygısı taşımayan, siyasal getirisi olacak beklentisiyle atılan adımlardı. Esas paradigma değişmedi hiç: Kürt dili ve kültürü ‘Türklüğün’ folklorik alt unsurlarıdır!
Kürtçenin kuşaklar arası aktarımını gözetmeyen, bu aktarımı güvenceye almaktan itinayla kaçınan, kamusal alanda ihtiyaç duyulur bir noktaya gelmemesi için kapıları sıkıca kapatan bu kılıçlı devlet eli, bugün tek adam rejiminin şahsında somutlanıyor.
Velhasıl, Ayasofya minberinde zuhur eden o kılıç, hayatımızın her alanında tepemizde duruyor aslında. Her inip kalktığında yitirdiğimiz değer ve birikimlerle birlikte tarih geriye sarılmaya çalışılıyor. Son tahlilde, zaman kaybı elbette, biliriz az çok; süreklilik ve kopuş içinde seyreden tarihin kendine özgü bir hafızası ve istikameti vardır yine de. Dönemsel ‘arızalara’, gerilemelere karşın, bu istikamet esas olarak ileriye doğrudur.
Ama işte, yaşanması söylenmesi kadar kolay olmayan bir zamanı geriye sarma hikâyesi bu, sıkıntılı, zahmetli, acılı…
Reklam
Yazar: Vedat İlbeyoğlu
Kaynak: Evrensel