YORUM | M. NEDİM HAZAR
Çıkan kısmın özeti:
Diktatörlükler, rızadan doğuyor ve isyanla yıkılıyor. Etienne de La Boetie’nin 16. yüzyılda sorduğu soru bugün de geçerliliğini koruyor: İnsanlar neden kendi elleriyle kendilerini yöneten tiranlara boyun eğer?
Peki diktatörlükler nasıl doğar, nasıl güçlenir ve nasıl çöker?
Askeri darbelerden devrimci hareketlere, seçim sandığından saray darbelerine uzanan bu yolculuk, beş temel evreye ayrılır: İktidarın ele geçirilişi, konsolidasyon, zirve, kriz ve çöküş. Modern diktatörlük çalışmaları bize gösteriyor ki; iktidarı ele geçirmek kolaydır, onu sürdürmek ise bambaşka bir sanattır. Potansiyel rakiplerin tasfiyesi, bağımsız kurumların ele geçirilmesi, ideolojik hegemonyanın inşası ve gücün tek elde toplanması… Konsolidasyon, diktatörlüğün en kritik aşamasıdır ve bu aşamayı başaranlar, zirveye doğru yol alır. Hitler’den Chavez’e, Pinochet’den Erdoğan’a kadar uzanan bu döngüyü anlamak, sadece geçmişi değil, geleceği de okumak demektir.
Despotların rejimleri nasıl ele geçirip, güçlerini nasıl konsilde ettiklerini daha önce anlatmıştık. Diktatörlüğün evrelerini anlamaya çalıştığımız bu seri yazıda sıra önemli bir evreye geldi: Zirve.
Konsolidasyon tamamlandığında, tüm diktatörlükler zirve dönemine girer. Bu eşik, rejimin en güçlü, en istikrarlı ve paradoksal olarak en “normal” göründüğü aşamadır. Artık muhalefet bastırılmış, kurumlar ele geçirilmiş, ideolojik hegemonya kurulmuş, güç tek elde toplanmıştır. Diktatör, artık sadece hayatta kalmaya çalışan bir güçlü adam değil, ülkenin ve bazen “tarihin” kendisi olarak tanımlanan bir figürdür.
Zirve dönemi, bir yandan mutlak gücün zirvesi, öte yandan çöküşün tohumlarının ekildiği dönemdir. Çünkü mutlak güç, mutlak körlüğü de beraberinde getirir. Diktatörlüklerin zirve döneminde sergiledikleri dört temel dinamik vardır: kişilik kültünün zirveye ulaşması, ekonomik yönetimin merkezi kontrolü, dış politikada genişlemeci hırslar ve yeni rejimin “normalleşmesi”.
Bahsini ettiğimiz “Zirve dönemi”nin en belirgin özelliği, kişilik kültünün doruk noktasına ulaşmasıdır.
Hassaten otoriter rejimlerin doğası, liderlik biçimleri ve rejim sürekliliği üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Chicago Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Graeme Gill’in (1980) çalışması The Cult of Personality (Kişilik Kültü), totaliter rejimlerde liderin nasıl kutsallaştırıldığını, sıradan bir politikacının nasıl neredeyse tanrısal bir figüre dönüştürüldüğünü detaylı olarak inceler. Gill’e göre, kişilik kültü sadece propaganda değil, aynı zamanda rejimin meşruiyetini sağlayan temel mekanizmadır.
Gill, kişilik kültünü yalnızca bireysel bir narsisizmin değil, aynı zamanda siyasal sistemin istikrar stratejisinin bir aracı olarak görür. Çalışmasında, Stalin’den Mao’ya, Hitler’den Kim Il-sung’a kadar birçok örnek üzerinden, lider imgesinin toplumsal korku, ritüel ve propaganda ile nasıl kurumsallaştığını çözümleyerek, modern otoriterliğin psikopolitik temelini kavramsallaştırması bakımından alanında referans oluşturur.
Gerçekten de Stalin döneminde Sovyetler Birliği, kişilik kültünün en uç örneklerinden birini yaşadı. Stalin, “halkların babası”, “dehanın dehası”, “büyük öğretmen” gibi unvanlarla anılıyordu. Her fabrikada, her okulda, her meydanda onun dev heykelleri dikildi. Çocuklar, “Stalin dedesi” için şarkılar söylüyordu. Şairler, onun için destanlar yazıyordu. Bilim adamları, teorilerini Stalin’in diyalektik materyalizmine dayandırmak zorundaydı. Tren istasyonları, şehirler, hatta dağlar bile onun adını taşıyordu. Öldüğünde bile cesedi Lenin’in yanında mumyalandı, ta ki Kruşçev 1961’de gizlice kaldırıp Kremlin duvarının dibine gömene kadar.
Öte yandan Kuzey Kore’de Kim hanedanının kişilik kültü, belki de tarihin gördüğü en aşırı örnek sayılabilir. Kim İl-sung, sadece “Büyük Lider” değil, aynı zamanda “yarı tanrısal” bir varlık olarak sunuldu. Kim Jong-il, doğduğunda gökkuşağının çıktığı, yıldızın parladığı söylendi. Kim Jong-un, dedesi Kim İl-sung’a fiziksel benzerliği nedeniyle “yeniden doğmuş lider” olarak lanse edildi. Kuzey Kore’de her evde, her iş yerinde liderlerin portreleri asılı olmak zorunda. Halkın düğün günü, liderlerin heykellerine gidip çiçek bırakması gerekiyor. Tarih kitapları, Kim ailesinin “mucizevi” eylemlerini anlatılır. Dikkat edelim artık bu kült, sadece ideolojik değil, hukuki bir zorunluluk da; liderlere hakaret, en ağır cezaların verildiği bir suç.
Türkiye’de Erdoğan döneminde de kişilik kültü inşa çabaları gözlemlemek mümkün. Dev posterler, dev açılış törenleri, “reis”, “başkomutan”, “lider” gibi hitaplar, siyasi toplantılarda yapılan dualar, liderin her sözünün “vecize” olarak lanse edilmesi… Hatırlayın diyanet işleri toplantısında bile ezoterik gönderme çabalarını. Erdoğan neredeyse peygamber ile eş konumlandırılmaya çalışılmıştı! İletişim Başkanlığı’nın sürekli ürettiği propaganda videoları, liderin tarihi rolünü vurgulamakta. Artık ders kitaplarında Erdoğan’a özel bölümler açılıyor. 15 Temmuz sonrası “reis ne derse o” söylemi, kişilik kültünün dilsel tezahürü.
Şimdi gelelim şaşırtıcı kısma.
Kişilik kültü, sadece yukarıdan dayatılan bir propaganda aracı değil. Bu konuda çalışmalar yapan profesör Jan Plamper’in The Stalin Cult (Stalin Kültü) adlı çalışması enteresan bir şeye işaret eder; kişilik kültü aynı zamanda aşağıdan da inşa edilir. Halk, mektuplar yazarak Stalin’i över, şiirler yazar, şarkılar besteler ve hatta kendilerince hediyeler gönderirdi. Dikkat buyurun bunlar sadece korkudan değil, aynı zamanda bir aidiyeti, bir anlamı ifade ediyordu. Diktatör, kaotik bir dünyada düzen sağlayan, yol gösteren, koruyucu baba figürüydü. Bu psikolojik ihtiyaç, kişilik kültünü daha da güçlendirdi.
Zirve döneminde diktatörlükler, ekonomiyi de tamamen kontrol altına alıyor. Bu kontrol, iki ana biçimde kendini göstermekte: merkezi planlama yoluyla doğrudan devlet kontrolü veya patronaj ağları yoluyla dolaylı kontrol.
Sovyet modelinde ekonomi, Gosplan (Devlet Planlama Komitesi) tarafından merkezi olarak planlanıyordu mesela. Beş yıllık planlar, ne üretileceğini, ne kadar üretileceğini, kime dağıtılacağını belirliyordu. Özel mülkiyet neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Tüm fabrikalar, tüm tarlalar, tüm ticaret, devletin kontrolündeydi. Bu sistem, kısa vadede hızlı sanayileşme sağladı. 1930’larda Sovyetler, Batı’nın ekonomik bunalımla boğuşurken çelik üretimini katlayarak artırdı. Ama uzun vadede, merkezi planlamanın verimsizliği, inovasyon eksikliği, kaynak israfı, sistemi içerden çürüttü.
Modern diktatörlüklerde ise, tam merkezi planlama yerine “patronaj kapitalizmi” modeli daha yaygın. Burada piyasa ekonomisi biçimsel olarak var ama en büyük ekonomik aktörler, diktatöre bağlı oligarklardır. Rusya’da Putin’in yükselişi sırasında yaşanan süreç, bunun paradigmatik örneğidir mesela. 1990’ların kaotik özelleştirmesi sonucu ortaya çıkan oligarklar, Putin döneminde disipline edildi. Yukos’un sahibi Mihail Hodorkovski, Putin’e meydan okuyunca hapse atıldı ve şirketi devlet kontrolüne geçti. Diğer oligarklar ise gereken dersi aldı: Putin’e sadık kalırsan zengin olursun, karşı çıkarsan kaybedersin!
Bugün Rusya ekonomisinin en büyük şirketleri; Gazprom, Rosneft, VTB Bank- ya doğrudan devlet mülkiyetinde ya da Putin’in yakın arkadaşları tarafından yönetiliyor. Arkady Rotenberg, Gennady Timchenko, Yury Kovalchuk; hepsi Putin’in eski KGB arkadaşları veya yakın dostları. Bu patronaj ağı hem ekonomik kontrol hem de siyasi sadakat sağlıyor.
Aslında bunun bir de ismini koymuş işin ehilleri: Spin Diktatörlük diyorlar. Buna göre çağdaş diktatörler – özellikle “bilgi çağı diktatörleri” – açık baskı yerine manipülasyon kullanıyor, ekonomiyi tamamen kapatmak yerine kontrol ediyor, totaliter komuta ekonomisi yerine patronaj kapitalizmi tercih ediyorlar. Çünkü tam merkezi planlama artık işe yaramıyor; küresel ekonomiye entegre olmak, teknolojik gelişmeye ayak uydurmak gerekiyor. Ama aynı zamanda sermaye sınıfını da kontrol altında tutmak lazım, çünkü zengin iş adamları, potansiyel muhalefet finansörüdür.
Türkiye’de de benzer bir patronaj ekonomisi gelişti. AKP iktidarı döneminde, “Anadolu sermayesi” olarak bilinen yeni bir iş insanı sınıfı yükseldi. İhale mekanizmaları, kamu-özel ortaklıkları, büyük altyapı projeleri… Hepsi iktidar, daha doğrusu Erdoğan yanlısı şirketlere verildi. TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) aracılığıyla muhalif iş adamlarının şirketleri el konuldu, yandaş gruplara devredildi. Koza İpek Holding, Boydak Holding, Naksan Holding; hepsi bu şekilde el değiştirdi. Öte yandan, AKP’ye yakın müteahhitler; Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon – milyarlarca dolarlık projeler aldı. Hava limanlarından köprülere, şehir hastanelerinden kanal projelerine kadar, her büyük proje bu ağın kontrolündeydi.
Bu patronaj sistemi, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik bir kontrol mekanizmasıdır. İş adamları, rejime sadık kaldıkça zenginleşir, muhalefete kayarsa her şeyini kaybeder. Açıkçası bu durum hem caydırıcı bir tehdit hem de teşvik edici bir ödül sistemidir.
“Büyük Millet” söylemi!
Diktatörlükler zirve döneminde, yalnızca içeride güçlenmekle yetinmiyor, dışarıda da etkisini artırmaya çalışıyor. Kof milliyatçilikten beslenen genişlemeci hırslar, hem rejimin meşruiyetini güçlendiriyor hem de halkın dikkatini iç meselelerden uzaklaştırıyor.
Hitler’in Almanya’sı, bunun en trajik örneği mesela. 1930’ların ortasında Almanya, ekonomik olarak toparlanmış, siyasi olarak istikrara kavuşmuş, askeri olarak yeniden silahlanmıştı. Hitler, artık Versailles Antlaşması’nın sınırlarını zorluyordu. 1936’da Ren bölgesinin yeniden işgali, 1938’de Avusturya’nın ilhakı (Anschluss), ardından Çekoslovakya’nın parçalanması… Her seferinde Batı ülkeleri, “appeasement” (yatıştırma) politikasıyla Hitler’i durdurmaya çalıştı, ama her seferinde Hitler hep daha fazlasını istedi. 1939’da Polonya’nın işgali, İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Lebensraum (yaşam alanı) ideolojisi, Alman milletinin “doğal hakkı” olarak sunulan toprak genişlemesi, milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Sovyet Rusya da benzer bir genişlemeci yörüngeye girmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa’nın Sovyet nüfuz alanına girmesi, Berlin’in bölünmesi, Çin’de komünist rejimin kurulması, Küba’da Castro’nun iktidarı; hepsi Sovyet genişlemesinin parçasıydı. Soğuk Savaş, temelde Sovyet genişlemeciliği ile Amerikan çevreleme politikası arasındaki küresel bir mücadeleydi.
Günümüzde Rusya’nın Putin dönemindeki dış politikası, bu genişlemeci hırsın modern bir versiyonu adeta. 2008’de Gürcistan’a müdahale, 2014’te Kırım’ın ilhakı, Doğu Ukrayna’da ayrılıkçılara destek, 2022’de Ukrayna’nın işgali… Bunların hepsi “büyük Rusya” söylemine dayanıyor. Putin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü “20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak tanımlıyor. Yeniden büyük güç olma hırsı, Rus milliyetçiliğini körüklüyor ve iç muhalefeti bastırmak için kullanılıyor. “Çevremiz düşmanlarla sarılı”, “Batı bizi yok etmeye çalışıyor”, “Rusya yeniden ayağa kalkıyor” söylemi, Putin rejiminin temel anlatısı.
Türkiye’de de Erdoğan döneminde “Mavi Vatan” doktrini, “neo-Osmanlıcılık” söylemi, Suriye, Libya, Karabağ’a müdahaleler, Doğu Akdeniz’de gerilim – hepsi dış politikada genişlemeci bir tutumun göstergeleri. “Dünya beşten büyüktür”, “biz de varız” söylemi, yeniden bölgesel güç olma iddiasını yansıtır. Bu söylem, hem milliyetçi duyguları körükler hem de ekonomik krizin yarattığı hoşnutsuzluğu dışarıya kanalize ediyor.
Zirve döneminin belki de en paradoksal özelliği, baskının normalleşmesi. Artık her gün tanklarla sokakları kapatmaya, her gün toplu tutuklamalar yapmaya gerek yoktur. Sistem, kendini yeniden üretir hale gelmiştir. İnsanlar, neyin söylenebileceğini, neyin söylenemeyeceğini öğrenmiştir. Sansür, artık devletin her müdahalesine gerek bırakmayacak kadar içselleştirilmiştir.
Bu konuda Hannah Arendt’in (1951) The Origins of Totalitarianism (Totalitarianizmin Kökenleri) adlı çalışma eşsiz bir kaynaktır. Kitapta yazar, totaliter rejimler sadece fiziksel zor kullanmayıp, aynı zamanda düşünce biçimlerini de dönüştürdüğünü vurgular. Orwell’ın 1984‘ündeki “düşünce suçu” (thoughtcrime) kavramı, bunun edebi bir ifadesi aslında. İnsanlar, sadece yaptıklarından değil, düşündüklerinden bile cezalandırılabilirler. Ve bu korku, sonunda bireylerin kendi düşüncelerini kendilerinin sansürlemesine yol açar.
Ne ki zaman içinde, bu da “normal” hale geliyor. İnsanlar, sürekli izlendiklerini bile bile hayatlarını sürdürüyorlar. Susmaları gereken yerlerde susuyorlar mesela ve alkışlamaları gereken yerlerde alkışlıyorlar!
Aslında bir doğal düaliteyi de doğuruyor ve hatta pekiştiriyor. İnsanlar, kamusal alanda rejimin istediği gibi davranır, ama özel alanda farklı düşünür, farklı konuşurlar. Bu ikili yaşam, otoriter rejimlerin sıradanlaşmış gerçekliğidir.
Türkiye’de ismine normalleşme süreci diyebileceksek, benzer bir süreç yaşandı. Başlangıçta şok edici olan uygulamalar, söz gelimi akademisyenlerin ihraç edilmesi, gazetecilerin tutuklanması, Twitter’ın kapatılması – zamanla “olağan” hale geldi. İnsanlar, sosyal medyada ne paylaşacaklarını dikkatli seçmeye başladı. Kahvelerde siyaset konuşurken etrafına bakmayı öğrendi. Oto-sansür, gündelik hayatın bir parçası oldu. İşin ehilleri bu durumu, açık terörden daha sinsi bir kontrol olarak tanımlıyor, çünkü insanlar, kendi kendilerinin gardiyanı haline geliyor.
Çürümenin başlangıcı
Ama zirve dönemi, aynı zamanda çöküşün tohumlarının ekildiği dönem de diyebiliriz. Malum; mutlak güç, mutlak körlük üretiyor. Diktatör, artık gerçekleri görmez, yalnızca duyduğu şey, övgüdür. Çevresi, sadece “evet” diyenlerle doludur. Eleştiri mekanizmaları ortadan kalkmıştır. Ekonomik verimsizlik, yolsuzluk, kayırmacılık; hepsi büyür ama kimse bunları diktatöre söyleyemez.
Hemen Sovyet örneğine bakalım; Sovyetler Birliği’nin çöküşü de benzer bir dinamiğin sonucuydu. 1970’lerde Brejnev dönemi, durgunluk yılları olarak bilinir. Ekonomi büyümüyordu, teknolojik yenilik durmuştu, petrol gelirlerine bağımlılık artmıştı. Ama kimse Brejnev’e gerçekleri söylemiyordu. 1980’lerde Gorbaçov iktidara geldiğinde, sistem zaten içten çürümüştü. Glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikaları, sistemi kurtarmak için değil, çöküşü hızlandırmak için yetti.
Toparlayacak olursak; zirve dönemi, diktatörlüğün en görkemli, en güçlü göründüğü aşama. Ve fakat tıpkı İkarus’un güneşe çok yaklaşması gibi, bu yükseliş, düşüşün başlangıcıdır. Çünkü mutlak güç, aynı zamanda mutlak kırılganlık demektir. Tek bir hata, tek bir kriz, tek bir yanlış karar; sağlam zannedilen rejimi sarsmaya yeter. Ve diktatörlükler, zirveye ulaştıklarında, genellikle en büyük hatalarını yaparlar.
Buna ise bir sonraki yazıda bakalım.
Rızadan isyana (2): Diktatörlüğün evreleri (1)
Diktatörlüğün evreleri (2): Despotlar nasıl kalıcı olur?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***







































