AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Hak kavramının anlamını yitirdiği günlerden geçtiğimizin farkındayım. Yine de yaşananları anlayabilmek için —ülkemizde pek geçerli olmasa da— evrensel insan haklarından söz etmek zorundayız. Bu haklardan biri de lekelenmeme hakkı, yani masumiyet karinesinden yararlanma hakkıdır.
Hukukun üstünlüğünün terk edildiği bir düzende, masumiyetin de bir değer ifade etmediğini biliyoruz. Aslında bu kavramın, diğer birçok kavram gibi nitelik değiştirdiğinin de farkındayız.
Artık “lekelenmeme hakkı” yerini “lekeleme hakkı” na dönüştürdü. Tabi ki bu hakkın sahibinin sadece iktidar ve iktidarın bileşenleri olduğunu söylemeye gerek yok.
Geçtiğimiz hafta kamuoyuna yansıyan, ünlü isimlerin gözaltına alındığı “uyuşturucu operasyonları” ‘lekeleme hakkının’ en güncel örneği. Savcılığın “gözaltı değil, sadece davet” dediği; ancak jandarmanın kameralar eşliğinde zorla evlerinden alıp kan ve saç örneği almak için götürdüğü operasyondan söz ediyorum. Anayasal anlamda masum olan kişileri suçlu gösterip bir de sabahın kör vaktinde jandarma marifetiyle zorla evlerinden alınması hukuksuzluğuna ‘gözaltı yapılmadı’ diyen savcıya denecek çok şey var ama konumuz o değil.
Siyasi iktidarın Gülen Hareketi’ne yönelik sistematik lekeleme çabası zaten herkesin malumu.
Miting meydanlarından MGK toplantılarına, Meclis grup konuşmalarından yurt dışı ziyaretlerine kadar her fırsatta “Gülen Hareketi”ni karalamaya çalışan iktidar, freni patlamış bir kamyon gibi son sürat yokuş aşağı ilerlerken “hareket eden her şeye ateş etme”yi alışkanlık hâline getirmiş durumda.
“Öteki” olarak gördüğü herkes ya da her grup, bu lekeleme zincirinden payını mutlaka alıyor.
Mart ayından bu yana iktidar, “seçimleri kazanma ihtimali taşıyan herkesi saf dışı bırakma hakkını kendinde gören” bir anlayışla hareket ediyor. Geride kalanlara ise ‘lekelenme hakkını’ bahşediyor.
Masumiyet karinesi hiçe sayılan ve lekelenmeme hakkı elinden alınan bireylere yönelik operasyonlar, iftiralar ve saldırılar ne yazık ki alkışla karşılanıyor.
Rejim, “ulusal güvenlik”, “kamu düzeni” ya da “istikrar” adına yanlış bilgi, iftira, sindirme ve hatta şiddet yaymakta mahsur görmüyor. Muhalif olarak etiketlediği birey ve gruplara yönelik operasyonları adeta ritüel bir forma dönüştürmüş durumda. Dronlardan uzun namlulu, maskeli kolluk kuvvetlerine kadar, genellikle şafak vakti yapılan bu baskınlar “güç gösterisi”nin bir parçası haline getirildi.
Bunun arkasında yatan ideolojik motivasyonu uzun uzun tartışmak mümkün; ancak iktidar açısından “gösteri”nin, adaletin önüne geçtiği açık. “Kamuoyunda küçük düşürme”, devlet işleyişinin sıradan bir unsuru haline geldi. İktidar, hedef aldığı bireyleri ve grupları küçülttükçe kendisinin büyüdüğünü sanıyor.
İronik biçimde, bu etiketleme kampanyalarının tam ortasında zaman zaman Anayasa’yı değiştirme planları da konuşuluyor. Mevcut anayasa ve hukuk düzeniyle nelerin yapılamadığı sorgulanmadığı için, planlanan değişikliklerin “demokrasiyi, adalet sistemini ve toplumsal barışı güçlendireceği” iddia ediliyor. Oysa asıl konu, yeni bir Anayasada masumiyet karinesinin nasıl yer alacağı ve lekelenmeme hakkının ne anlama geleceğidir.
Gidişata bakıldığında herhalde Anayasa’ya şöyle bir hüküm ekleyecekler: “Siyasi iktidarın haklarından biri de lekeleme hakkıdır. Bu hak, bağlı kurumlar ve yandaş medya aracılığıyla kullanılır. Lekelenmeme hakkı yalnızca iktidar sahipleri, aileleri, destekçileri ve yandaşları içindir; diğerleri bu haktan yararlanamaz.”
Otoriter rejimlerin lekelenmeme hakkını ihlal eden stratejileri, artık uzmanların analizlerinden değil, bizzat uygulamalardan öğreniliyor. Demokratik sistemlerde hukuk düzeni bireyleri etiketlenmeye karşı korur; otoriter rejimlerde ise iktidarın kendisi bu etiketlemelerin üreticisi ve dağıtıcısı haline gelir. Bu süreçte vatandaşlar şüpheliye, muhalifler suçluya, muhalefet partileri ise varoluşsal tehdide dönüştürülür.
Michel Foucault’nun ifadesiyle, “Güç, yalnızca fiziksel baskı yoluyla değil, aynı zamanda algıyı şekillendiren ve eşitsizliği normalleştiren disiplin mekanizmaları aracılığıyla işler.”
Etiketleme, bu mekanizmalardan biridir.
Tarih de bu gerçeği acı biçimde hatırlatıyor: Almanya’da Nazi rejimi, Nürnberg Yasaları ile etiketlemeyi yasal hale getirdi. Sovyet Rusya’da Stalin rejimi, toplumdan “silme”yi mekanikleştirdi. Şili’de Pinochet rejimi, muhalifleri karalamanın, onları yok etmekten bile daha “etkili” olduğuna inandı. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi.
Demokratik ve hukukun üstünlüğüne dayalı ülkelerde ise lekelenmeme hakkı, masumiyet karinesi, ifade özgürlüğü, kanun önünde eşitlik ve insan onuru ile iç içedir. Siyasi iktidarların bireyleri ve grupları tehdit sembollerine dönüştürmesini engeller.
Bu hak aşındığında temel ilkeler de sarsılır.
Lekelenmeme hakkı, siyasi görüşü ne olursa olsun, ülkede yaşayan her vatandaşın hakkıdır. Uyuşturucu operasyonuyla gözaltına alınan ünlülerin de hakkıdır. Politik hedeflere kurban edilen KHK’lıların da hakkıdır. Bebekleriyle birlikte cezaevine atılan annelerin de hakkıdır…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***