Türkiye’nin 100 yıllık meşruiyet arayışı!
AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Türkiye’nin 100 yıllık siyasi tarihi, dış güçlerin masasında çizilen haritalarla, diplomatik mühendisliklerle ve hiç bitmeyen meşruiyet arayışlarıyla örülmüş durumda. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin şekillendirdiği düzenle başlayan bu hikaye, bugün Washington’daki Oval Ofis’te verilen bir fotoğraf karesiyle sürüyor. Ancak değişmeyen şey şu: Türkiye hala İngiltere ile Amerika Birleşik Devletleri arasında oynanan satranç tahtasında piyon olmaktan kurtulabilmiş değil.
Cumhuriyet’in doğuşunda İngiltere’nin rolü, resmi tarih anlatılarında çoğu zaman gölgede bırakılır. Oysa dönemin tanıkları farklı bir tablo çizer. Daily Mail muhabiri Ellis Ashmead-Bartlett, Çanakkale’de Mustafa Kemal’i fark eden ilk Batılı gazeteci olmuş, ‘Extraordinary Correspondent’ adlı kitabında onun yalnızca askeri zekasını değil, aynı zamanda İngiltere ile çalışmaya hazır bir pragmatizme sahip olduğunu kaydetmişti.
Bir başka tanıklık, İngiliz istihbarat subayı John G. Bennett’in anılarında karşımıza çıkar. Nezih Uzel’in ‘Atatürk’e Nasıl Vize Verdim’ kitabında aktardığına göre Bennett, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı için gerekli ‘vizeyi’ vererek, Milli Mücadele’nin fiilen başlamasına katkı yapmıştı. Bu anlatı tartışmalı olsa da, Ankara’nın kaderinde İngiltere’nin zımni onayının bulunduğunu düşündürüyor.
İngiliz arşiv belgeleri de Londra’nın Ankara hükümetini yakından izlediğini, Sovyetlerle yakınlaşmasından kaygı duyduğunu, fakat merkezi bir otoritenin doğuşunu zorunlu gördüğünü ortaya koyuyor. Lozan Antlaşması, Türkiye’nin bağımsızlığını İngiltere’nin mührüyle tescil etmişti.
Bugün ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın sözleri, bu tarihsel tablonun günümüzdeki yankısı niteliğinde. Barrack geçtiğimiz günlerde yaptığı bir konuşmada, “Ortadoğu mu? Aslında bir Ortadoğu yok. Ulus-devlet dediğimiz şey İngilizler ve Fransızlar tarafından 1916’da yaratıldı. Sykes-Picot ile Osmanlı topraklarını düz çizgilerle böldüler ve bunlara ulus-devlet dediler.” ifadelerini kullandı. Ama asıl çarpıcı sözleri Erdoğan’a dairdi: “Türkiye’nin ABD’den istediği şey uçak ya da tank değil. İhtiyacı olan şey meşruiyet. Başkan Trump da Oval Ofis görüşmesiyle Erdoğan’a tam da bunu verdi.”
100 yıl önce İngiltere’den alınan meşruiyetin bu kez Washington’dan beklendiğini itiraf niteliğindeki bu yorum, Türkiye’nin uluslararası dengelerdeki kırılganlığını gözler önüne seriyor.
Oval Ofis’te verilen fotoğrafın bedeli ağır oldu. Erdoğan’ın Trump ile görüşmesinden sonra Türkiye, 225 Boeing uçağı siparişiyle milyarlarca dolarlık taahhüt altına girdi. Sıvılaştırılmış doğalgaz anlaşmaları Türkiye’yi Amerikan enerji piyasasına bağımlı hale getirdi. F-16 paketleri gündeme geldi ve Ankara’nın savunma sistemi daha sıkı bir şekilde Amerikan teknolojisine bağlandı. İktidar medyasında ‘diplomatik zafer’ olarak sunulan kare, gerçekte stratejik tavizlerle satın alınmış bir meşruiyet mühründen başka bir şey değildi.
Tam bu sırada, Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde MI6 Başkanı Sir Richard Moore’un İstanbul’da yaptığı konuşma dikkatleri üzerine çekti. Türkiye’nin NATO’daki, Ukrayna’daki ve Ortadoğu’daki kritik rolünü öven Moore’un konuşmasının en dikkat çekici tarafı, MİT’in bilgisi dışında gerçekleşmiş olmasıydı. Bu, istihbarat teamüllerini aşan bir meydan okumaydı ve şu mesajı içeriyordu: “Türkiye hala İngiltere’nin tarihsel etki alanındadır ve ABD’nin Erdoğan’a vereceği meşruiyet tekeli yoktur.”
Moore’un çıkışı, Türkiye’yi bir ‘arka bahçe’ ya da ‘yarı-koloni’ gibi gören İngiliz refleksinin günümüzdeki yansımasıydı.
Oval Ofis görüşmesinden sonra Erdoğan’ın İngiltere Başbakanı’nı arayarak görüşmenin ayrıntılarını aktarması da bu tablonun tamamlayıcı unsuru oldu. Bu telefon, Londra’ya bir nezaket değil, adeta bir hesap verme niteliğini taşıyordu. Erdoğan, Washington’dan aldığı meşruiyeti Londra’ya da onaylatma ihtiyacını hissetmişti.
Bu noktada kendi ‘Monser’ kitabımda ortaya koyduğum bulgular, İngiltere’nin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte nüfuzunu nasıl kurduğunu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. İngilizlerin en önemli stratejilerinden biri, doğrudan siyasal kurumlar üzerinden değil, aileler ve hanedanlar üzerinden nüfuz tesis etmek olmuştur. Osmanlı’da saray çevresindeki kimi aile bağları, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ise bürokratik ve ekonomik elitler aracılığıyla bu ağ sürdürülmüştür. Böylece İngiltere, doğrudan işgal etmeksizin, ‘görünmez bağlarla’ ülkenin kaderini etkilemeyi başarmıştır. Bugün yaşanan meşruiyet tartışmalarında hala bu tarihsel mirasın gölgeleri hissedilmektedir.
Eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın verdiği röportaj bu tabloya ayrı bir katman ekliyor. Köksal, “Türkiye 1947’deki gibi çok partili, serbest, güvence altında olan seçimlerle bir iktidar değişimi yaparsa bunun sadece bölgesel değil, global etkileri de olur. Cumhuriyet’in ana unsuru budur; barışçıl iktidar değişimi ihtimali.” sözleriyle kaygısını dile getirmişti.
Bu ifade, yalnızca bireysel bir görüş değil, aynı zamanda Köksal’ın üyesi olduğu bilinen Encümen-i Daniş adlı derin devlet aklının da refleksidir. Eski generallerin, büyükelçilerin ve üst düzey bürokratların bir araya geldiği bu gayriresmi kurul, Cumhuriyet’in temel parametrelerini koruma iddiasıyla hareket etmiş, çok partili sistemden sapma ihtimalini her zaman bir ‘rejim krizi’ olarak görmüştür.
Dolayısıyla Köksal’ın sözleri, Türkiye’nin bugün içine sürüklendiği meşruiyet tartışmalarını yalnızca güncel iktidar mücadelesi olarak değil, devletin eski aklının gözünden de okumamızı sağlıyor. Bir yanda İngiltere’nin yüz yıl önce verdiği mühür, diğer yanda Oval Ofis’te Trump’tan alınan fotoğraf, arada ise Londra’ya açılan telefon ve MI6 Başkanı’nın İstanbul’daki meydan okuması… Türkiye hala İngiltere ile ABD arasında gidip gelen bir meşruiyet oyununun ortasında duruyor.
Richard Moore’un 15 Temmuz gecesi Marmaris’te, Erdoğan’ın oteline yakın bir noktada bulunması, İngiliz istihbaratının Türkiye’deki gelişmeleri yalnızca izlemekle kalmadığını, olayların tam ortasında yer aldığını gösteriyor. Buna Erdoğan ailesinin o dönemde IŞİD petrolünün pazarlanmasında İngiliz finans çevreleriyle bağlantılı olduğuna dair uluslararası iddialar eklendiğinde, Türkiye’deki meşruiyet mücadelesinin perde arkasında daha karanlık çıkar ağlarının bulunduğu anlaşılıyor.
Gülen Cemaati’ne yönelik operasyonların ve tasfiyelerin de bu satranç oyununda elbette sadece İngiliz çıkarlarının değil, pek çok global aktörün gölgesinde şekillendiğini düşündüren bu tablo, Türkiye’nin hala başkalarının hamlelerine mahkum bir piyon olduğunu hatırlatıyor.
Sönmez Köksal’ın Encümen-i Daniş perspektifiyle hatırlattığı gibi asıl mesele, 1947’de açılan kapının kapanma riskidir. Türkiye, kendi meşruiyetini yalnızca halkının iradesinden ve demokratik değerlerden üretmedikçe, yüzyıldır süren bu satranç oyununda piyon olmaktan kurtulamayacaktır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***