YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Tarihselcilik konusunda sorulması gereken sorulardan biri şudur: Tarihselciliğe gerçekten ihtiyacımız var mıdır? On dört asırdır usul-u fıkhın kurallarına göre Kur’ân’dan hüküm çıkarılmış, hayatın sorunlarına çözüm bulma vazifesi fıkha verilmiş ve İslâm’ın sahip olduğu enginlik ve esneklik sayesinde ferdî, ailevi ve içtimai bütün sorunlara cevap verebileceği kabul edilmiştir. O hâlde bazı ilim adamları usul-ü fıkıh metodolojisini bir kenara bırakarak niye hermenötik ve tarihselciliğe sarılıyor? Modern dönemin değişen şartlarının bizi buna mecbur bıraktığı söylenebilir mi? Şimdi bu sorulara cevap vermeye çalışalım:
Tarihselcilerin Hedefleri
Biz kimsenin kalbini, niyetini bilemeyeceğimiz için hiçbir şahsı kötü niyetli olmakla suçlayamayız. Tarihselcilik, neticeleri itibarıyla din ve dindarlık için önemli riskler taşısa da bu görüşü savunanların niyetleri konusunda hüsnüzan ederiz. Ancak ortaya çıkan sonuçların kritiğini yaparız. Nitekim tarihselcilere kulak verdiğimizde onların da önemli bir kısmının güzel niyetlerle yola çıktıklarını görüyoruz.
Genel anlamda tarihselcilerin maksatlarını şu ifadelerle özetleyebiliriz: Kur’ân’ın özgün ve nesnel anlamına ulaşmak, Kur’ân’a aktüel bir değer kazandırabilmek, modern dünyada yaşanabilir makul bir İslâm yorumu üretmek, çağdaş meydan okumalara karşı koyabilmek, İslâm medeniyetini canlandırmak. Bu hedeflere ulaşmak için Kur’ân’ın tarihselci bir perspektifle ele alınmasını zorunlu görürler.
Mehmet Paçacı tarihselcilerin hedeflerini şöyle izah eder: “Tarihselcilere göre hantallaşan ve ortaya çıkan yeni problemlere cevap veremeyen bir medeniyeti harekete geçirmek ve yeniden işler hâle getirmek için tarihsel yaklaşım gereklidir. Tarihselciliği benimseyenler, insanın İslâm’ın kaynaklarını (Kur’ân, Sünnet) anlama sürecine daha çok ve daha etkin girmesini ve böylece onu yaşadığı yeni durumlara uygulamasını öngörmekle, İslâm medeniyetini tekrar işlevsel hâle getirmeye çalıştıklarını belirtmektedirler.” (Paçacı, Kur’ân ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, s. 63)
Sorunların Kaynağı
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi tarihselcilerin bu niyetleri ve hedefleri aslında hamiyet sahibi her Müslümanın gaye-i hayalidir. Bununla birlikte, söz konusu hedeflere ulaştıracak yegâne yol olarak tarihsel yöntemi görmek, bir delile dayanmayan öznel bir yaklaşımdır.
Şunu net olarak belirtmek gerekir ki İslâm dünyasının öncelikli problemi iman zaafıdır. Hayatını ahirete göre programlamayan, bütün tercihlerinde murad-ı ilâhiyi takip etmeyen, Allah’tan gelen emirlere karşı mutlak bir teslimiyet gösteremeyen kimselere, din ve fıkıh adına hangi hükümler teklif edilirse edilsin, arzu edilen netice elde edilemeyecektir. Bu yüzden Müslümanların İslâm’ı güncellemeye çalışmadan önce, imanlarını taklitten tahkike çıkarmak, ilâhî vahye sınırsız bir güven duymak ve tam bir teslimiyet göstermek suretiyle kendilerini güncellemeleri gerekmektedir.
İkinci problem ise Kur’ân’ın metruk (terkedilmiş) bırakılmasıdır. Hayat ile şeriatın ayrı kanallarda akmasıdır. Bazılarının zannettiği gibi İslâm fıkhı uygulanmış da kötü neticelerle karşılaşılmış değildir. Bilakis problemlerin kahir ekseriyeti zaten İslâm’ın yaşanmamasından, gayr-i İslâmî şartların hayatımıza hakim olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden günümüzde din etrafında yapılan tartışmaların çoğu, işin edebiyatını yapmaktan öteye geçmiyor. Çünkü olguda karşılığı olmayan nazari meseleler müzakere ediliyor. Günümüzde fıkhın kuralları uygulanmıyor ki bunların ihtiyaçları ne ölçüde karşıladığı konusunda net tespitler yapılabilsin. Fıkıh hayatın içine girdiği zaman zaten arası açılan olguyla yeniden buluşacak, tatbikat sırasında ortaya çıkan sorunlara çözüm üretecek ve ihtiyaçlara göre kendini güncelleyecektir.
Şevket Kotan, Kur’ân’daki ahkâmın kaldırılması ya da değiştirilmesiyle İslâm ümmetinin sorunlarının çözüme kavuşturulacağı ve içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulacağı iddiasının bilimsel açıdan sorunlu olduğunu, zaten hâli hazırda bir iki ülkedeki göstermelik ve yanlış uygulama dışında Kur’ân ahkâmının uygulanmadığını, bu durumun da hiçbir şeyi değiştirmediğini ifade eder ki bu sözlerinde haklıdır. (Şevket Kotan, Kur’ân, Yorum ve Tarih, s. 22)
Müslümanların Kur’ân’la mesafelerinin en çok açıldığı dönemde, Kur’ân’ın anlaşılması probleminin en fazla konuşuluyor olması tesadüf olmamalıdır. Maalesef şurası bir gerçek ki Kur’ân’ı hakkıyla yaşamayınca onun daha çok edebiyatını ve felsefesini yapmaya başladık.
Kur’ân’ın Özgün Anlamını Elde Etmek
Ömer Özsoy, bir YouTube programında tarihselciliği “özgün anlam bekçiliği” olarak tanımlar. Tarihselciliğin, Kur’ân’ın nesnel ve özgün anlamını elde etme çabası olduğu, başka tarihselciler tarafından da dile getirilir. Peki, nasıl ulaşacağız özgün anlama? Gerçekten tarihselcilik bu konuda bize yeterli imkânlar sağlar mı? Âyetlerin doğru bir şekilde tarihsel yorumunu yapabilmek için nüzul ortamının sosyal ve kültürel şartları hakkında detaylı ve objektif bilgilere ulaşabilir miyiz? Ulaşsak bile biz yaşadığımız tarihsellikten soyutlanarak, yani önyargılarımızı bir yana bırakarak tarihsel bağlamdan hareketle âyetler hakkında özgün ve nesnel anlamlara ulaşabilir miyiz?
Bu sorulara olumlu cevap vermek hiç de kolay değildir. Bu konuda tefsircilerin ve fıkıhçıların yaklaşımı çok daha objektif görünmektedir. Zira onlar imkân nispetinde sebeb-i nüzulleri ve hükümlerin nüzul ortamlarını göz önüne alsalar da özgün ve nesnel anlamı elde etmek için nasların lafızlarına yoğunlaşırlar. Cenab-ı Hakk’ın muradını, kelamından anlamaya çalışırlar. Dinin maksatlarını, âyet ve hadis metinlerine bütüncül bakmak suretiyle onlardan hareketle ortaya koyarlar. Yani onlara göre naslar, anlam ve maksada ulaşmak için kullanılan birer vasıta değil, anlamın da maksadın da kendilerinden çıkarıldığı temel kaynaklardır.
Naslar tarihsel yoruma tâbi tutulduğunda, onların anlamını elde etmeye çalışırken kendi anlamlarımızı onlara giydirebilir, arzuladığımız sonuçları metne söyletebiliriz. Yani Allah adına biz konuşmuş olabiliriz. Usul-ü fıkhın yöntemleri kullanıldığında ise bu tür risklerden uzak kalınabilir. Zira usulde asıl olan, âyet ve hadis lafızlarıdır. Eğer bu lafızlar bir emir veya nehiy içeriyorsa mükellefe düşen vazife buna boyun eğmektir.
Yeni Problemlerin Çözümünde Usul-ü Fıkhın İmkânları
Tarihselcilerin usul-u fıkıh ilmiyle arası hiç iyi değildir. Her fırsatta bu ilmi eleştirirler. Özellikle ilk usul-ü fıkıh kitabının müellifi olan İmam Şâfiî Hazretlerini tabir-i caizse taşa tutarlar. Usulcülerin ortaya koyduğu yöntemlerle günümüz problemlerinin çözülemeyeceğini iddia ederler. Hatta Müslümanların son birkaç asırdır karşı karşıya kaldıkları mevcut kötü durumdan fıkıhçıları sorumlu tutarlar. Ancak bu konuda görüşlerini destekleyecek tatmin edici gerekçeler ortaya koyamazlar.
Bu konuda da tarihselcileri haklı görmek mümkün değildir. Çünkü biz henüz mevcut usulün imkânlarını sonuna kadar kullanmış ve tüketmiş değiliz. Elbette usûl ilmine yeni katkılar yapılabilir, yeni kavramlar kazandırılabilir, mevcut ilke ve kâideler geliştirilebilir. Fakat bunların hiçbiri tarihselcileri tatmin etmez. Çünkü onların teklif ettikleri metodun mevcut usulle uzlaşmasına imkân yoktur. Zira usul-u fıkıh ilmi, lafız-mana ilişkisine yoğunlaşır, dil ve mantığın kurallarını kullanarak lafzın delalet çeşitlerini ortaya koyar, usul kâideleri yardımıyla lafızlardan hüküm çıkarır. Tarihselcilik ise tam da buna karşı çıkar, lafza/metne bu kadar önem ve ağırlık verilmesini doğru bulmaz, bunun yerine tarihsel bağlama odaklanılması gerektiğini söyler.
İslâm fıkhını iyi bilen biri, onun yeni problemlere çözüm üretmede yetersiz kalacağını aklına dahi getirmez. Zira İslâm fıkhının en önemli özelliklerinden biri, bütün zamanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek esneklik ve enginlikte olmasıdır. Bu oldukça geniş bir konu olduğu için burada detaylarına girmemiz mümkün değil. Fakat bir fikir vermesi adına birkaç noktayı izah etmekte fayda var:
Öncelikle Kur’ân ve Sünnet’in özel ve detaylı hüküm bildiren nasları oldukça sınırlıdır. Kur’ân’da bu rakam beş yüzü geçmezken, Sünnette ise tekrarlar çıkarıldığında geriye kalan ahkâm hadislerinin bin civarında olduğu belirtilir. Kur’ân ve Sünnet çoğu meselede detaylı düzenlemelere gitmek yerine, yeni hukukî normlara kaynak olabilecek kâideler, ilkeler, temel ölçüler vaz etmiştir. Mesela hakkında ceza takdir edilen suçlar iki elin parmaklarını geçmez. Geri kalan suçlar ise müçtehitlerin yasama faaliyetiyle belirlenir veya hakimin takdirine bırakılır. Bütün bunların anlamı içtihada geniş bir alan bırakılması ve akla büyük önem verilmesidir. Bu da İslâm fıkhına dinamizm kazandırır.
Öte yandan, fıkhî hükümlerin istihraç edildiği kaynaklar sadece Kur’ân ve Sünnetle sınırlı değildir. Usulcüler, Kur’ân ve Sünnet’in ışığında kıyas, maslahat-ı mürsele, istihsan, örf, istishab, sahabe kavli, sedd-i zeria, eski şeriatlar gibi daha başka deliller (kaynaklar) çıkarmışlardır. Bunlar, fıkıh külliyatında yer alan binlerce hukukî norma kaynaklık yaptığı gibi, yeni ortaya çıkan olayların şeri hükmünü tespit etmede de oldukça işlevseldirler.
Normal zamanlar için hüküm tespitine imkân veren bu delillerin yanında, meşakkat ve zorluklarla karşı karşıya kalındığı zamanlarda zaruretlerin haramları mubah kılacağı, iki zarardan en hafif olanın tercih edileceği, zorluğun kolaylığı celbedeceği gibi kâide ve prensipler devreye girer ve bunlar da ara çözümler üretmeye imkân verir. Nitekim fıkıh kitaplarına bakılacak olursa zaruret hâline, ihtiyaçlara, umum-u belvaya, fesad-ı zamana bina edilmiş pek çok hükümle karşılaşılacaktır.
Bütün bunların yanında İslâm’ın geniş bir mubah alanı bıraktığı da unutulmamalıdır. “Eşyada asıl olan ibahadır.” ilkesi oldukça önemlidir. Nitekim Kur’ân ve Sünnet, hakkında şer’î hüküm bulunmayan konularda soru sormayı yasaklamıştır. Kur’ân’da, “Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeylere dair soru sormayın.” (Mâide sûresi, 5/101) hükmü yer alırken, konuyla ilgili Efendimiz (s.a.s) de şöyle buyurur: “Size dininiz konusunda bir şey getirirsem onu yapın. Dünyanız konusunda bir şey getirirsem siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” (Müslim, fedail 141; İbn Mace, ruhûn 15) Dolayısıyla mübah alanı mükelleflere geniş bir hareket alanı bıraktığı gibi aynı zamanda şer’i ölçülere muhalif olmayan yeni düzenlemelere de imkân tanır.
Değişime nasıl ayak uyduracağız?
Tarihselciler neredeyse bütün tezlerini değişim realitesi üzerine bina ederler, desek yanlış olmaz. Onlara göre zamanın akışıyla birlikte tarihsel durumlar değişeceği gibi, tarihsel durumların değişmesiyle de dinî hükümler değişmelidir. Bu yüzden İslâm hukukçularının da sıklıkla müracaat ettiği, “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.” kaidesini sıklıkla kullanırlar. Fakat tarihselcilerle, klasik ulemanın bu kaideden anladığı anlam da onu uygulama tarzları da farklıdır.
Dinin özünü oluşturan inanç ve ibadetleri bir yana bırakacak olursak, tarihselciler açısından değişmeyecek hüküm yoktur. Onlar, âyet ve hadis lafızlarının sübut ve delalet açısından kat’î veya zannî oluşuna itibar etmezler. Zannî hükümler gibi sübut ve delalet açısından kat’î olan hükümlerin de değişebileceğini söylerler. Değişime açık hükümlerin yanında sabitelerin de olması gerektiğini yeterince dikkate almazlar.
Esasında geleneksel usulde de zamana bağlı olarak hükümlerin değişebileceği kabul edilir. Buna dair fıkıh kitaplarında bir çok misal bulmak mümkündür. Özellikle “fetâvâ”, “nevâzil” ve “vâkıat” kitapları, içinde yaşanan zamanın ihtiyaçlarına çözüm üretebilmek için verilmiş fetvaları toplayan eserlerdir. Fıkıhçılar hiçbir zaman değişim realitesini göz ardı etmemiş, müftü ve müçtehitlerin içinde yaşadıkları toplumun örf ve kültürünü bilmesini zorunlu görmüş, şer’i hükümlerin tespitinde örften yararlanmayı ihmal etmemişlerdir.
İbn Kayyim el-Cevziyye konunun önemini şu ifadelerle özetler: “Her kim insanların ait oldukları örf, âdet, zaman, mekân, durum vb. değişkenleri göz ardı edip sadece kitaplarda yazılı olanlarla fetva verirse hem sapmış hem de saptırmış olur. Bu tip fetva veren birinin dine karşı işleyeceği cinayet, zaman, mekân, âdet ve tabiatları itibara almadan tıp kitabında yazılı olanlarla bütün insanları tedavi eden tabibin cinayetinden daha büyüktür. İnsanların canına ve dinine yönelebilen en büyük tehlike bu tip cahil tabip ve müftülerden gelmektedir.” (İbn Kayyim, İ’lâmü’l-muvakkiîn, 3/7)
Bununla birlikte tarihselciliğin her şeyi değişime bağlamasına karşılık, usul-ü fıkıh disiplini değişime açık hükümler yanında sabiteler üzerinde de durur. Şayet Kur’ân veya mütevatir/meşhur hadis lafızları (ki bunlar sübutu kati metinlerdir) kesin olarak bir hükme delalet ediyorsa, bu hükmün daha sonra yapılacak bir içtihatla değişebileceğini söyleyen tek bir müçtehit dahi çıkmamıştır. “Mevrid-i nasta (nassın hükmünü iptal edecek şekilde) içtihat edilmez.” kâidesi de bir yönüyle bu duruma işaret eder.
Öte yandan her şeyin değişimden nasibini alacağını söylemek doğru ve tutarlı bir yargı değildir. İnsanlık dünyasında sürekli değişen şeylerin yanında sebat ve kararlılığını devam ettiren şeylerin de sayısı az değildir. Hayatın herkesi içine alan değişmez prensipleri vardır. Aynı şekilde insanın sahip olduğu fıtrat özelliklerinin (güdüleri, duyguları, arzuları, eğilimleri, zaafları vs.) ve temel ihtiyaçlarının değişmesi de söz konusu olamaz. Fizik ve matematik gibi ilimlerin sabit oranları, kanunları bulunduğu gibi, insan hayatının da sabiteleri vardır. Aksi takdirde tarih tekerrür eder miydi? İnsan hayatında, insan tabiatında, insan ihtiyaçlarında değişmeyen bir şeylerin olması, her zaman için geçerli olacak bir kısım kural ve kanunların varlığını gerekli kılar.
İşte Kur’ân ve Sünnet’in aile, borçlar hukuku, miras, ticaret, helal ve haramlar, suç ve ceza gibi alanlarda ortaya koyduğu hükümler, insanın psikolojik yönüyle ve sosyal varlığıyla tam bir uyum içindedir. Bu hükümler, insanı maddî ve manevî yapısıyla, duygu ve düşünceleriyle, bireysel ve sosyal yönüyle bir bütün olarak nazara alır, onun maddî ve manevî ihtiyaçlarına cevaplar verir, sahip olduğu zaaf ve boşlukları kontrol altına alır.
Her işinde hikmet bulunan Cenab-ı Hak, bazı konularda sabit hükümler koyarken, bazı konuları rey ve içtihada bıraktıysa, bunda da kulları açısından bir çok hikmet ve faydalar bulunduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***