Ahmet Özer*
Hücremde yatağıma uzanmış Hasan Cemal’in imzalayıp bana gönderdiği “Zamane Diktatörleri” kitabını okuyorum.
Daha önce birkaç bölümünü okuduğum kitap yatağımın başucunda hep beni okumaya çağırıyordu. Bugün içimde karşı konulmaz bir istekle o kırmızı kapaklı kitabı tekrar açıp okumaya koyuldum. Bir süre sonra kitaptan ziyade Hasan Cemal’i düşünmeye başladım. Hemen her yazısına yansıyan kiminde açıkça olmasa da yazının ruhuna sinen, sayfaların arasında bir yel gibi esen bir şey keşfettim: Huzursuzluk.
Sadece güncel olaylar değil bunun sebebi, tarihsel bir yanı da var bu huzursuzluğun. Buncasına rağmen insanoğlunun almadığı ibretin yarattığı kızgınlık ve öfke de var bu huzursuzluğun içinde. İnsanoğlunun bundan ders almamasının hüznü dolaşıyor yazarın ruhunda sürekli… Kedisiyle bir hesaplaşmaya girişiyor. Bu yüzdendir kendisiyle sürekli hasbihale durması. Geçip giderken bu darı dünyadan, uzun sürmüş yaşamında anılası bir ömür çıkarma çabası var.
Bunları düşününce kitabı kenara bıraktım, bu düşüncelerim uçup gitmeden küçük hücremde beyaz naylon masaya geçip yazıya durdum.
Size Hasan Cemal’i anlatacak değilim. Zaten kendisini bütün Türkiye biliyor. Ben bu kitaba sinen ruhun peşindeyim. Bize ne söylüyor ne anlatmaya çalışıyor yazar? Ruhunun derinliklerinden kopup gelen şey nedir? Neden sürekli kendisiyle hesaplaşıyor?
Hasan Cemal’i okurken üç şey fark ediyorum onun haleti ruhiyesinde.
Birincisi öfkeli bir hüzün taşıyor yazılarında. Öfke duyuyor yapılan gayri insani durumlara karşı ama buna doğrudan diklenerek öfkelenmek yerine, insanın insanlık durumuyla çeliştiği için bu durum onu hüzünlendiriyor ve bu hüzün her daim alttan alta kaynayan öfkesini ince bir kara şal gibi örtüyor. Okuyucu hüzünle yüz yüze olsa da arka plandaki öfkeyi seziyor ve zaman zaman onunla birlikte öfkeleniyor.
İkincisi sürekli kendisiyle hesaplaşıyor. Hesaplaşmayı bir tarih bilinci ile yapıyor. İçinde sürekli bir huzursuzluk taşıyor bu bilinç. Zira herkes dünyayı kendi bilinci kadar kavrar. Zamane diktatörlerinin yazarında bunun çeşitli nedenleri var. Geçmişle geleceğin çarpışmasının yarattığı bir huzursuzluk olduğu gibi yaşlanmakla gençliğin çatışmasının yarattığı bir hayıflanma da var satırları arasında bir hayalet gibi dolaşan. Umduğu dünyanın bir türlü gerçekleşmemesinin yarattığı endişeli halin oluşturduğu bir huzursuzluk ve hayıflanmadır bu. Ve tarihte meydana gelen insanlık dışı olayların, bütün dehşetine rağmen bugün hala başka biçimlerde zamane diktatörlerince hiç ders alınmamış gibi yeniden insanlara yaşatılması ne acı… Diktalarını daim ettirmek, işte bu anakronik sürdürme halinin insanlık adına yarattığı hayal kırıklığının oluşturduğu bir başka huzursuzluk hali de zihnini sürekli meşgul ediyor. Bu kah Avrupa’daki Nazizimdir, kah Batı Asya’daki Stalinizmdir, kâh günümüz “Putinizimdir.”
Yazar bütün bunlarla yüz yüzedir ve onları unutmadan adeta yaşayarak yazıyor. O yüzden huzuru kaçmış, huzursuzdur. Huzursuz bir ruh, insan olmanın huzursuzluğu. Bu büyük alaboranın metamorfozunda devinen ruh ne zaman huzura erecek? Hiçbir zaman, bu dünyada. Belki de ölümdür bunu sona erdirecek olan. Zira Epikuros’un dediği gibi “ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum.” O zaman ben ölünce huzurumu kaçıracak hiçbir şey de olmayacak demek ki.
Ve son olarak bu huzursuzluk bilmenin huzursuzluğudur. Bilmenin oluşturduğu sorumluluğun huzursuzluğudur. Sorumlu hissedip müdahale edememenin, müdahale etse de değiştirmeye gücünün yetmeyeceğinin yarattığı bir huzursuzluk. Bir aydın huzursuzluğu. Bu olan biten karşısında huzurlu durmaktan bin kat daha iyi olan bir huzursuzluktur. O yüzden kendisi ile hasbihaldedir, hesaplaşmadadır sürekli geçmişle.
Geçmiş ile gelecek arasında çarmıha gerilmiş gibidir. Geçmiş geçtiği için hükmü geçmiyor, gelecek de böyle olacak diye endişeleniyor.
Çünkü tarih bilinciyle bilmeye çalışıyor, bundan kendini sorumlu hissettiği için geçmişten geleceğe uzanan bir sorgulamanın içine dalıyor. Çünkü tarih ibret almak içindir. Yönetenlerin bir türlü ibret almaması onu öfkelendiriyor.
Bilmek sorumluluktur, sorumluluk sorgulamayı gerektirir, sorgulamak ve hesaplaşmak aydınlanmaktır.
Kendisiyle hesaplaşmaya da ayrı bir parantez açılabilir. Aslında buna, kendisinden ziyade onun kendi insanlık halleri ile hesaplaşması da denebilir. Ben neyim, ben kimim, niçin doğdum, madem doğdum niye öleceğim; madem öleceğim niye doğdum. Dünya niye bu kadar zulüm dolu? İnsan nasıl kendi türüne karşı bu kadar zalim olabilir? Zulme ve zalimliğe karşı ne yapılabilir? Şimdiye kadar yaptıklarım, yapmam gerekenler miydi, işe yaradı mı? Bir aydın, bir gazeteci, bir yurttaş olarak görevlerimi tam yerine getirebildim mi?
Aslında bu iç hesaplaşma hem bir aydın sorumluluğu hem de eleştiri ve özeleştiridir. Geçip giderken bu darı dünyadan yapıp ettiklerini sorgulamasıdır. Ve de arkada uzanan anılar galeryası çoğaldıkça önünde giderek azalan zamanın hızla üstüne gelmesinin yarattı hayıflanmanın oluşturduğu telaştır. Bu telaş bir aydın, bir yazar, bir birey, bir yurttaş olarak görevini hakkıyla yerine getirip getirmemesinin bir çeşit sorgulamasıdır. Huzursuzlanmanın da temel nedeni budur.
Huzur bulmak için başını alıp gitmektedir Hasan Cemal, kâh orada kâh buradadır. Bir arayış içindedir. Yazara gittiği yer, konuştuğu kişiler, yedikleri içtikleri huzur vermemekte çünkü gittiği yere kendini götürmektedir ve huzursuzluğu bir sancı gibi içinde taşımaktadır. Ruhunun derinliklerine zaman içinde üst üste yapışmış resimler huzursuzluğun resmedildiği zamanlara aitler. Onların verdiği huzursuzluğun yerine huzuru, gönenci, sevinci koymak, eşitliğin özgürlüğün ve adaletin resmedildiği tabloları sergilemek istiyor. Bunu isteyip de yapamamanın sıkıntısı huzursuzluğunu daha da artıyor.
Bu sorgulama kendi şahsında emsallerinin sorgulanmasıdır. Bu sorgulama onun özlemini duyduğu çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi için yapılması gerekenlerin sorgulanmasıdır. Bu sorgulama insanın insanlık onuruna yakışır düzeyde yaşayıp yaşamadığının sorgulanmasıdır. Bu sorgulama son tahlilde insan olmanın sorgulanmasıdır, insanlığın sorgulanmasıdır.
Hasan Cemal huzursuz bir ruh olarak geçmişten geleceğe uzanan yolculuğunda ruhuna huzur ararken aslında insanlık için bir huzurun peşindedir.
Bu huzur arayışı için insanlığın görevini bir hakkın yerine getirip getirmediğini sorgularken, olan bitenler karşısında kimi zaman öfkelenmekte, kimi zaman isyan etmekte kimi zaman iç sesini dinlemeye çalışmakta ama bütün bu ilişki ve çelişkiler içinde ruhu huzur bulmamaktadır.
Bu bir çeşit aydın olmanın yarattığı bir huzursuzluktur. Bu ruh huzuru bulur mu? Bilemiyorum. Ayrıca bulması gerekir mi, ondan da emin değilim.
*Prof. Dr., Silivri Cezaevi