YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Tarihselcilerden bahsedildiğinde belli bir düşünce eğilimi kastedilse de ortada tek bir blok düşünce yoktur. Mesela bazı tarihselcilere göre Kur’ân evrensel olmasına karşılık tarihsel olan onun ahkâm âyetleridir. Buna karşılık itikadî konulara, Allah tasavvuruna varıncaya kadar Kur’ân’ın tamamının tarihsel olduğunu iddia edenler de vardır. Aynı şekilde Kur’ân’dan günümüz dünyasında nasıl istifade edileceğine dair de farklı yaklaşımlar ortaya konulmuştur. Fakat genel anlamda tarihselcilerin ortak bir kısım özellikleri olduğunu ve Kur’ân naslarına yaklaşımda, geleneksel usulden bir hayli ayrıldıklarını söyleyebiliriz.
Anlama ve yorumlama faaliyeti
Tarihselcilik her şeyden önce Kur’ân’ı anlama sorunuyla ilgilidir. Tarihselci yönteme göre nasların literal ve zahirî manalarından yola çıkarak nesnel ve sahih bir anlama ulaşmak ve Cenab-ı Hakk’ın muradına muttali olmak mümkün değildir. Zira onlar, anlamın Kur’ân metninde mündemiç olarak bulunmadığı kanısındandır. Anlam, Allah tarafından bir kere kastedilmiş ve keşfedilmek üzere metinde içkin olarak duran bir şey değildir. Kur’ân metninin yanı sıra anlamı da muhafaza edilmiş değildir. Dolayısıyla herhangi bir sure okunurken nesnel özgün anlama ulaşmak mümkün değildir. Zira zaman ve mekân farkı buna engel olur. (Bkz. Ö. Özsoy, “Kur’ân ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar”, Tezkire, 1999, sayı: 11-12)
O hâlde Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için mutlaka nüzul dönemine gidilmeli, o günün tarihsel ve sosyal ortamına bakılmalı, ilâhî sözün metin hâline gelmesi sürecinde söze ait yazıya geçirilemeyen zaman, mekân, bağlam, muhatap, sebep gibi unsurlar dikkate alınmalı ve Kur’ân’ın o topluma “ne dediği” anlaşılmalıdır. Çünkü Kur’ân âyetleri o günün toplumuyla diyalektik bir ilişki kuruyordu. Onların sorularına cevap veriyor, ortaya çıkan problemlere çözümler getiriyor, yanlış giden uygulamaları değiştiriyor, bâtıl inanç ve kanaatleri düzeltiyordu. O günün toplumsal yapısı, o güne ait olgular bilinmeden sadece lafızlarından hareketle âyetlerin doğru anlaşılması mümkün değildir.
Tarihselciler Kur’ân’ın ne dediğinden ziyade ne demek istediğine odaklanılması, “Hakkında hüküm bildirdiği olay ve konular hakkında bugün bir şey diyecek olsaydı acaba ne derdi?” sorusunun peşine düşülmesi gerektiğini söyler. Böylece Kur’ân beyanındaki tarihsel öğelerden tarih-üstü ilke ve değerler çıkarılabilecek ve karşılaşılan problemleri çözme adına yapılacak içtihatlar da bu ilkelere göre yapılacaktır.
Fazlurrahman, Kur’ân’dan istifade edebilme ve onu günümüze taşıyabilme adına “anlama” ve “yorumlama” olmak üzere iki aşamalı bir hareketten bahseder. Hiçbir kutsal metnin anlama ve yorumlama süzgecinden geçirilmeden hayata tatbik edilemeyeceğini söyler. Ona göre anlama aşamasında âyetlerin nesnel anlamlarına ulaşma esas olmalıdır. Bunun yolu ise nüzul ortamının şartlarını dikkate almaktan geçer. Anlama aşamasından sonra yapılması gereken ise yorumdur. Bu da âyetlerden tümel ilkeler çıkarmayı ve ardından bunları günümüzün tikel meselelerine uygulamayı içerir. Dolayısıyla ikinci aşamada metnin lafzına bağlı kalma, metnin sarih anlamının ifade ettiği hükmü uygulama gibi bir endişe söz konusu değildir. Fazlurrahman da yorum aşamasının anlamaya göre sübjektif olduğunu kabul eder.
Anlama ve yorumlama faaliyetine dair Mehmet Paçacı’nın şu ifadeleri tarihselcilerin konuya bakışını daha iyi anlamamız adına önemlidir: “Bir metni anlamak demek her an o metni yeniden anlamak, yeni ve değişik durumlar çerçevesinde yeniden yorumlamaktır. Bu bakımdan metnin tarihsel oluşu kadar anlama işi de tarihseldir. Gerçek bir anlama metnin manasını kendi tarihsel şartlarımıza tatbik ettiğimiz zaman; o manaya kendi tarihselliğimiz içinde bir yer bulduğumuz zaman gerçekleşir. Ayrıca sadece metnin yazıldığı şartları göz önüne alan fakat kendi tarihselimize gelemeyen bir anlama da eksik bir anlamadır. Çünkü bir metin sadece kendi tarihî şartları içinde anlaşılsın diye değil fakat yorumlanarak tekrar tekrar başka tarihselliklerde somutlaştırılsın diye vardır.” (Mehmet Paçacı, Kur’ân ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, s. 68)
Fıkıh usulünün yöntemlerine bağlı kalan âlimler de tarihselciler gibi anlamaya, yorumlamaya, Allah’ın murad ve maksatlarını öğrenmeye oldukça önem verirler. Fakat arada yöntem farklılığı vardır. Ulemaya göre sahih anlama ulaşmanın, Cenab-ı Hakk’ın maksatlarına muttali olmanın en elverişli, en objektif ve en tutarlı yolu, O’nun kelamıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle onlar, Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelamından anlamaya çalışır, yorum ve içtihatlarını bunun üzerine bina ederler. Nüzul dönemi şartlarını ise Allah’ın kelâmını anlamada sadece yardımcı bir unsur olarak kullanırlar.
Kur’ân bir hukuk kitabı mıdır?
Tarihselci yöntemi benimseyenler sıklıkla Kur’ân’ın bir hukuk kitabı olmadığını belirtme lüzumu duyarlar. “Kur’ân, her şeyden önce, bir dinî ve ahlâkî ilke ve uyarılar kitabıdır; hukukî bir belge değildir.” (Fazlurrahman, İslâm, s. 52) türünden sözlerle bu hususu vurgularlar. Kendileri açısından haklıdırlar da. Çünkü ahkâm âyetlerini tarihsel görürler. Onlara göre Kur’ân her şeyden önce bir tevhid ve ahlâk kitabıdır. Bu konuda Mustafa Öztürk şunları söyler: “Kur’ân âyetleri literal okuma yapan muhatabına iman, ahlâk, adab-ı muaşeret, geçmiş toplumlardan kıssalar ve öğütler, genel insanî değerler, beşerî ilişkiler gibi konularda belli bir ana fikir verebilir; fakat ilgili âyetlerden aynı usulle karmaşık ve değişken pratik hayatı kuşatacak fıkhî ahkâm elde etmek zannedildiği kadar kolay değildir.” (Öztürk, Kur’an ve Tarihsellik, s. 96)
Tarihselcilerin sıklıkla başvurdukları diğer bir yöntem de İslâm’ı; itikat, ibadât, ahlâk ve muamelat olmak üzere dörde ayırmak, ardından, ilk üçünün dinin özünü oluşturduğunu ve bütün zamanlar için geçerli olduğunu, muamelâta dair hükümlerin ise tarihsel ve dönemsel olduğunu, dolayısıyla da değişebileceğini belirtmektir. Onlar yer yer bu düşüncelerini din-şeriat ayrımı üzerinden de dile getirirler. Dinin, itikat, ibadet ve ahlâkı kapsadığını ve bunun da sabit ve evrensel olduğunu ifade ederler. Şeriatla ise ilk Müslüman neslin karşılarına çıkan güncel ve aktüel meselelerine mukabelede bulunmayı mümkün kılan, dolayısıyla sosyolojik realiteye uygun biçimde Müslüman topluma çözüm formülleri sunan dinamik ve değişken hükümleri kastederler. (Öztürk, Kur’an ve Tarihsellik, s. 281)
Mustafa Öztürk, ilk üç alanla ilgili şu değerlendirmeleri yapar: “İnanç ilkelerinin tarih-üstülüğü tartışma götürmez bir gerçektir. İbadetler farklı şeriatlarda nicelik ve form açısından değişkenlik gösterse de insanoğlunun Allah’a taat ve şükran borçlu olduğu da tarih-üstü bir hakikattir. Ahlakî ilkelerin de sabit ve tarih-üstü nitelikli olduğu söylenebilir.” Fakat söz talak, miras, şahitlik, çok evlilik gibi muamelata ait konulara geldiğinde, bunların hemen tamamıyla nüzul dönemindeki toplumsal vasatın realitesine uygun biçimde formüle edildiğini, hâliyle bu beyanların ontoloji ve teolojiden ziyade sosyolojiyle, değerden ziyade durumla ilgili olduğunu söyler. (Öztürk, Kur’an ve Tarihsellik, s. 298-299)
Kur’ân’a sadece bir hukuk kitabı gözüyle bakmak gerçeği yansıtmaz. Fakat yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle o, dua, ibadet, zikir, fikir, emir, davet kitabı olduğu gibi aynı zamanda bir kitab-ı şeriattır, yani bir hukuk kitabıdır. Zira içinde ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî ve siyasi hayatı düzenleyen yüzlerce şerî hüküm yer alır.
Ayrıca Kur’ân farklı açılardan farklı taksimlere tâbi tutulabilir. Fakat bugüne kadar hiçbir âlim itikat, ibadât, ahlâk ve muamelat şeklindeki bir taksimle Kur’ân’ın sabit ve değişkenlerini ortaya koymaya çalışmamıştır. Zira böyle bir taksimin dayandığı bir delil ve meşru bir temel yoktur. Usulcüler sabit ve değişken hükümleri daha ziyade “katilik/zannilik” ayrımı üzerinden tespit etmeye çalışmış, “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” ilkesiyle hükme delaleti kati olan naslar üzerinde nassın hükmünü iptal edecek veya değiştirecek yeni içtihatlar yapılamayacağını belirtmişlerdir.
Kur’ân’ın muhatapları kimlerdir?
Tarihselciler, yoğun olarak Kur’ân hitabı üzerinde durur ve bunun tarihsel bir hitap olduğunu öne sürerler. Onlara göre Kur’ân’ın muhatapları Hz. Peygamber ve onun çağdaşı olan kimselerdir. Kur’ân’daki iman edenlere, münafıklara, kâfirlere, Ehl-i Kitab’a yönelik hitapların muhatabı, miladi yedinci asırda yaşayan kişilerdir.
Konuyla ilgili Ömer Özsoy şunları söyler: “Kur’ân’ın bir kısmını tarihsel bir kısmını evrensel kabul etmenin herhangi bir temele dayanıyor olamayacağını ve böyle bir yaklaşımın Kur’ân’ın tarihselliği tartışmasına bir açılım ve katkı getirme şansından yoksun olduğunu düşünüyorum… Kur’ân’ın tamamında ya bütün insanlık durumları göz önünde bulundurulmuş ve bütün insanlığa hitap edilmiş; ya da evrensel mesaj belli bir tarihte, belli bir kitleye, onların anlayacağı dil ve şekille verilmiş olabilir. Benim kanaatim Kur’ân’ın yalnızca bir kısmında değil, tamamında hitap ettiği insanların, onların koşullarının, kültürlerinin vs. göz önünde bulundurulduğu, yani Kur’ân’ın bütünüyle konjonktürü baz alan ‘tarihsel bir hitap’ olduğu yolundadır.” (Ömer Özsoy, “Kur’an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar”, Tezkire, 1997, s. 75)
Özsoy, Kur’ân hitabının tarihselliğini kabul etmenin, onun mesajının evrenselliğini yadsımayı gerektirmeyeceğini belirtmeyi ihmal etmez. Başka tarihselcilerin yaklaşımlarından da biliyoruz ki buradan çıkarılacak sonuç şudur: Kur’ân’da yer alan hukukî düzenlemeler yedinci asır Arap toplumunun ihtiyaç ve problemlerine yöneliktir. Bunları bütün zamanlara teşmil edemeyiz. Bunu yapacak olursak Mustafa Öztürk’ün ifadesiyle miladi yedinci yüzyıldaki Arap kültür kodlarını evrenselleştirmiş oluruz. (Öztürk, Kur’an ve Tarihsellik, s. 269) Bize düşen vazife, Kur’ân’ın Arap toplumuna yönelik hitabındaki evrensel mesajları ve ahlâkî ilkeleri tespit ederek, günümüz problemlerini bunların ışığında çözmeye çalışmaktır.
Kur’ân hükümlerinin güncel değeri
Bu son cümleyi biraz daha açmaya çalışalım. Tarihselciler, Kur’ân ve Sünnet’te yer alan toplumsal hayata dair hükümlerin evrensel olduğunu, yani kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar açısından bağlayıcı olduğunu kabul etmezler. Bunları tarihsel ve bölgesel görürler. Mesela Abdülkerim Suruş, Kur’ân’ın Arap Yarımadasında değil de bir başka sosyal çevrede inmiş olması hâlinde vaz edilen cezaların da başka şekilde olacağını söyler. Dolayısıyla bu tür ahkâm âyetlerinin bizim için ifade ettiği anlam birer “ölçü” değil “örnek çözümlemeler” olmalarıdır. Bizim yapmamız gereken ise bu tür âyet ve hadislerdeki evrensel ve ahlakî ilkeleri çıkarmak ve bunların ışığında kendi fıkhımızı oluşturmaktır.
İlhami Güler bu konuda şunları söyler: “Vahiy, toplumsal yönüyle oluştuğu tarihin fıkhıdır. Bize düşen bu fıkhı aynıyla günümüz davranışlarına taşımak değil, kendi davranışımızın fıkhını oluşturmaktır.” (İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 157) Aynı eserin başka bir yerinde ise şu ifadeleri kullanır: “Yaşamın içinden doğmuş bu metin, ancak yaşamın içinde anlaşılır. Doğru anlayış ise hükümlerin vazediliş esprisini kavrama ve Allah gibi yeni hükümler koymaktır.” (s. 8)
Mustafa Öztürk’ün muamelata ait hükümleri günümüz Müslümanları açısından dezavantaj görmesi, tarihselcilerin ahkâm âyetlerine bakışını anlamamız açısından önemlidir: “Medine döneminde vaz edilen tikel örnek hükümler ilk Müslüman toplum için çok büyük avantaj iken, daha sonraki Müslüman nesiller açısından ciddi bir dezavantaj olagelmiştir.” (Öztürk, Kur’an ve Tarihsellik, s. 19)
Nüzul sebeplerini hükümlerin illeti olarak görmeleri
Esbâb-ı nüzul, Hz. Peygamber’in (s.a.s) risalet döneminde vuku bulan ve Kur’ân’ın bir veya birkaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olayı, durumu ya da soruyu ifade etmek üzere kullanılır. (“Esbâb-ı Nüzûl”, DİA) Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim, toptan indirilmemiş, 23 yıllık süre zarfında belli olaylar üzerine peyderpey nazil olmuştur. Âlimler, İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, nüzul sebeplerini bilmenin âyetlerin daha iyi anlaşılacağına katkı sunacağını düşündükleri için bu ilme önem vermiş ve konu etrafında müstakil eserler telif etmişlerdir. Sebeplerin hususi olmasının onlarla ilgili gelen âyetlerin hükümlerinin umumî olmasına engel teşkil etmeyeceğini de sıklıkla tekrarlamışlardır.
Bununla birlikte tarihselcilerin esbab-ı nüzule bakışları farklıdır. Öncelikle onlar bu konuya aşırı bir önem ve değer atfederler. Kur’ân hükümlerinden bahsederken sıklıkla sebeb-i nüzule atıfta bulunurlar. Çünkü nüzul sebeplerinin metin-olgu ilişkisini gösteren, nasların tarihsel bağlamına işaret eden önemli bir delil olduğunu düşünürler. Bu yüzden esbâb-ı nüzulü bulunan âyet sayısı gerçekte 500’ü geçmezken, onlar bu sayıyı daha fazla göstermeye çalışır, harici bir sebep olmaksızın inen âyetlerin son derece az olduğunu iddia ederler.
Mesela şu ifadelere bakabiliriz: “Nüzul sebebinin her zaman toplumsal veya beşerî bir olay olması gerekmez. İnsanî veya toplumsal bir durum da nüzul sebebi olabilir. Toplamı 23 senede inmiş Kur’ân’da nüzul sebebi olmadan inen âyet olduğunu iddia etmek ne bu süreyi açıklar ne de Allah’ın nedenli, anlamlı, hikmetli ve maslahatlı iş yaptığı ilkesiyle bağdaşır.” (İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 188)
Daha da önemli ve çarpıcı olanı ise tarihselcilerin, âyetlerin ilişkili olarak inmiş olduğu olayları “illet” (gerçek neden, hakiki gerekçe) olarak değerlendirmeleri ve âyetlerin hükmünü onlarla sınırlı görmeleridir. Onlar Asr-ı Saadette yaşanan olayların âyet metinlerine vücut verdiğini iddia ederler. Yani onlara göre söz konusu olaylar yaşanmasaydı, ilgili âyetler de Kur’ân’da yer alamayacaktı. Onlar konuya şöyle yaklaşır: Eğer İfk olayı yaşanmasaydı, Nûr suresindeki ilgili âyetler de inmeyecekti. Efendimiz’in amcası Ebu Leheb olmasaydı veya küfürde ısrar etmeseydi Tebbet suresi nazil olmayacaktı. Aynı şekilde eğer sahabe-i kiram tarafından yetimlerin durumu, kadınların özel hâlleri, haram aylar gibi konular hakkında sorular sorulmasaydı onlara dair hükümler de gelmeyecekti.
Konuyla ilgili Nasr Hamid Ebu Zeyd şöyle der: “Sebebin bilinmesi, sonucun bilinmesini sağlar. Bunun yanı sıra, sebeplerin ve olayların irdelenmesi, özellikle ahkâm ayetlerinde, hükmün illetinin anlaşılmasını sağlar. Zira nüzul sebeplerinin incelenmesi, fakihe, hükümlerin ardındaki illeti sunmakta ve bu illetin ortaya çıkarılmasıyla birlikte fakih, söz konusu hükmü diğer benzer olaylara genelleme imkânını elde etmektedir.” (Ebu Zeyd, İlâhi Hitabın Tabiatı, s. 153)
Nasların tarihselliği
Netice itibariyle tarihselcilik, Kur’ân hükümlerini indiği dönemin tarihsel durumuna inhisar ettirerek, bunların sadece o dönemin insanları için bağlayıcı olduğunu iddia eder. Tarihselcilere göre Kur’ân’ın miras hukuku, aile hukuku, ceza hukuku, ticaret hukuku gibi alanlardaki düzenlemeleri devrini tamamlamış olup bunların günümüz dünyasında bir bağlayıcılığı kalmamıştır. Zira bunlar, Kur’ân’ın nazil olduğu dönemin sosyo-kültürel şartlarına ait hükümlerdir, bunları kendi bağlamlarının dışına çıkaramaz, tarih-üstü ve evrensel göremeyiz.
Tarihselciler özetle şunu söyler: Bize düşen Kur’ân ve Sünnet naslarının literal anlamlarını birebir uygulamak değil, onların gerçekleştirmeye çalıştığı ahlâkî ve toplumsal hedefleri anlayarak, günümüz dünyasında akıl ve bilimin yardımıyla bunları gerçekleştirecek yeni hükümler vaz etmektir. Onlar bu noktada Kur’ân ve Sünnet naslarının sübut ve delalet açısından kat’i ve bağlayıcı olup olmamasına da aldırış etmezler. Nasların hükmünü “indiği dönemin şartlarıyla sınırlamak” zaten böyle bir ayrımı gereksiz kılar. Bu yüzden kati ve sarih naslarla hükme bağlanan konularda bile yeni içtihatların yapılabileceğini belirtirler. Bu konuda yorumcuya oldukça geniş bir yetki verirler.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***