Devlet mekanizmaları çöküyor, toplumsal değerler erozyona uğruyor. Her geçen gün biraz daha derinleşen bir çaresizlik sarmalı içinde, Türkiye kendi sonunu mu hazırlıyor? İşte bir uygarlığın çözülme senaryosunun en çıplak hali…
M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhuyle…”
NFK
Şöyle diyor üstat Jared Diamond, “Tüfekler, Mikroplar ve Çelik: İnsan toplumlarının Kaderleri” isimli şahane kitabında: “Milliyetçi ve dini fanatikleri böylesine tehlikeli rakipler yapan şey, fanatiklerin bizzat kendilerinin ölümü değil, düşman olarak gördükleri kafirleri yok etmek veya ezmek için kendi sayılarına oranla bir kısmının ölümünü kabullenmeye olan gönüllülükleridir.”
Tarih, görkemli uygarlıkların çöküşleriyle dolu; bir zamanlar dünyaya hükmeden medeniyetlerin sessiz sedasız tarihin tozlu raflarına karıştığını defalarca gördük. Toplumsal çöküş, yalnızca bir imparatorluğun düşüşü değil, aynı zamanda bir halkın ruhunu, hafızasını ve geleceğe dair inancını kaybetmesiyle şekillenen karmaşık bir trajedi. Bu süreç, dışarıdan bakıldığında çoğu kez gözle görülmez; çünkü çöküş, güçlü duvarların yıkılmasıyla değil, o duvarların temellerinin sessizce çürümesiyle başlıyor.
Bir toplumun erozyonu, görkemli bir binanın çöküşüne benzer. Dışarıdan her şey sağlam ve yerli yerinde görünürken, içten içe yayılan çürüme, günün birinde o binayı yerle bir eder. Toplumlar da böyledir; çöküş, çoğu zaman savaş meydanlarında değil, insanların zihinlerinde ve kalplerinde başlar. Ortak değerlerin yitirildiği, toplumsal bağların gevşediği ve geleceğe olan inancın zayıfladığı an, çözülme kaçınılmaz hale gelir.
Aslında genellikle toplumsal çöküşler, dış tehditlerle ilişkilendirilir: istilalar, savaşlar, ekonomik krizler ya da doğal felaketler… Ancak tarihin bize öğrettiği en acı derslerden biri de şudur: Dış tehditler, bir toplumun düşüşünde sadece son darbeyi vurur. Asıl yıkıcı olan, içsel çürümedir. Bu çürüme, ortak bir ideal etrafında birleşemeyen toplumlarda daha hızlı bir şekilde kendini gösterir. Ortak hafıza yitip gitmeye başladığında, insanlar arasındaki bağlar da çözülür; bireysel çıkarlar, toplumsal iyiliğin önüne geçer. Ve işte tam bu noktada, bir toplumun ruhunda onarılması güç çatlaklar oluşur.
Bir sosyal yapının, toplumun; imparatorluk, medeniyet ya da aile olsun fark etmez, çöküşü, sadece fiziksel bir yıkımı değil, aynı zamanda kolektif ruhun dramatik bir şekilde parçalanmasını ifade eder. Toplumsal hafızanın silinmesi, halkların kimliklerini kaybetmesine ve geçmişten öğrenilen derslerin unutulmasına yol açar. Bu kayıp, sadece tarih kitaplarında değil, insanların zihinlerinde de büyük bir boşluk oluşturur. Ortak geçmişe olan inanç ve kolektif bir geleceğe dair umut kaybolduğunda, toplumlar varoluşsal bir krizin içine sürüklenir.
Bir toplum, yalnızca sınırlarını koruyarak hayatta kalamaz; hayatta kalmak için güçlü bir ortak hikâye, paylaşılan değerler ve geleceğe dair bir vizyona ihtiyaç duyar. Ancak bu unsurlar yitirildiğinde, toplumlar birer “insan kalabalığına” dönüşür; birbirine yabancılaşan bireylerin oluşturduğu bir yığın. Ve bu noktada çöküş, yalnızca bir zaman meselesidir.
Toplumsal çöküş, bir uygarlığın veya toplumsal yapının sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sistemlerinin giderek işlevsizleşmesi ve çözülmesi sürecidir. Sosyolog Jared Diamond’ın “Çöküş: Toplumlar Nasıl Ayakta Kalır ya da Yok Olur?” kitabında vurguladığı gibi, bu süreç çok boyutlu ve karmaşık dinamiklerin bir sonucudur.
Bu tanım, çöküşün salt fiziksel veya yapısal bir olgu olmadığını, aynı zamanda zihinsel ve psikolojik bir dönüşüm olduğunu gösterir. Bir toplumun çöküşü, somut kurumların çözülmesinin yanı sıra, ortak değerler sisteminin, sosyal bağların ve kolektif umudun da yitirilmesi anlamına geliyor.
Çöküş, bir medeniyetin yalnızca siyasi veya ekonomik parametrelerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir süreç. Tarihçi Arnold Toynbee’nin “A Study of History” eserinde de belirttiği üzere, toplumların çözülüşü çok katmanlı bir olgu ve salt dış dinamiklerle değil, içsel psikolojik ve sosyal faktörlerle de yakından ilişkili aslında.
Bu çok boyutluluk, çöküşün salt istatistiksel verilere indirgenemeyeceğini gösteriyor. Ekonomik göstergeler, siyasi krizler veya demografik değişimler tek başına bir toplumun çöküşünü açıklamaya yetmez çünkü; asıl önemli olan, bu parametrelerin toplumsal psikoloji ve kolektif bilinç üzerindeki yıkıcı etkisidir.
Sosyo-psikoloji perspektifinden bakıldığında, bir toplumun çöküşü öncelikle ortak değerler sisteminin ve toplumsal bağların zayıflamasıyla başlıyor. Sosyolog Emile Durkheim’ın “anomie” (kuralsızlık) kavramı, bu sürecin en çarpıcı açıklamalarından biri; toplumsal normların ve ortak değerlerin çözülmesi, bireylerin yabancılaşmasına ve toplumsal bütünlüğün parçalanmasına yol açıyor.
Bu dinamikler, salt psikolojik bir olgu değil, aynı zamanda toplumsal davranış kalıplarını ve sosyal ilişkilerin niteliğini de derinden etkileyen bir süreç. Güven duygusunun azalması, aidiyet bağlarının zayıflaması ve ortak geleceğe dair umudun yitirilmesi, bir toplumun çöküş sürecinin en kritik göstergeleri.
Kırılma nerede başlıyor?
Toplumsal çöküşün ilk ve en keskin kırılma noktası, sosyal dokunun incelmesinde saklı. İnsan ilişkilerinin ipek gibi nazik bağları, zamanın acımasız rüzgarında yıpranıyor, koparılıyor ve dokudaki her bir iplik, ortak hafızanın ve paylaşılan anlamların dokusunu zayıflatıyor.
Sosyal çözülme, bir toplumun damarlarındaki kan akışının yavaş yavaş durması gibi sessiz ve acımasız ilerliyor. Her kopan bağ, her zayıflayan dayanışma ağı, toplumsal organizmanın bütünlüğüne vurulan sessiz ama öldürücü darbeler olarak hissediliyor.
Şaşmaz bir ardışıklık var; geleneksel dayanışma mekanizmaları, modern yaşamın hızlı ve bencil akışında eriyor. Komşuluk ilişkileri, dayanışma ağları, ortak değerler sisteminin taşıyıcıları olan geleneksel bağlar, bireyselleşmenin acımasız dayatmasıyla çözülüyor. İnsanlar artık birbirlerini yabancı bir gezegen sakinleri gibi algılıyor. Yardımlaşma kültürü, empati yerine rekabetçi bir yarış anlayışı toplumsal hafızanın yerini alıyor. Her birey, kendi küçük adacığında yalnızlaşarak, sosyal dokunun görünmez ipliklerini koparıyor. Şahsen bu duruma “toplumun tüm dikişlerinin atması” diyorum!
Güven, toplumsal var oluşun en hassas ve kırılgan damarı. Kurumlardan insani ilişkilere, siyasetten ekonomiye her alanda güvenin erimesi, toplumsal çöküşün en net ve acımasız göstergesini oluşturuyor. İnsanlar artık birbirlerinin gözlerine bakamıyor, sözlerine inanamıyor. Her söylem şüpheyle karşılanıyor, her jest bir art niyet arayışıyla değerlendiriliyor. Böyle olunca doğal olarak güvensizlik, toplumsal dokuyu çürüten zehirli bir mantar gibi her yere yayılır.
Ait olma duygusu, bir toplumun ruhsal oksijeni gibi. Bu oksijenin azalması, toplumsal organizmanın nefes alış verişini yavaş yavaş durdurur. İnsanlar, kendilerini ne ülkelerine ne kentlerine, ne de bir ortak paydaya bağlı hisseder.
Ve bittabi küreselleşmenin atomize ettiği bireyler, köklerinden koparılmış ağaçlar misali, rüzgarda savrulur. Aidiyet yerine yalıtılmışlık, ortak hafıza yerine bireysel bellek geçer. Her birey, kendini sistemin küçük, önemsiz bir parçası olarak görür.
Ardından geleneksel bilgi aktarım mekanizmaları çöker, kuşaklar arasındaki iletişim kanalları daralır. Yaşlıların biriktirdiği deneyimler, gençler tarafından ya yok sayılır ya da küçümsenir. Eh buna bir de dijital çağın hızlı akışı, geleneksel bilgi transferini sekteye uğratmasını eklersek… Her kuşak, kendi dar dünyasında hapsolarak, ortak bir hafıza inşa etme imkanından mahrum kalır. Tarihsel süreklilik yerini anlık ve geçici deneyimlere bırakır.
Devletler nasıl çöküyor?
Toplumun çözülmesi böyle, peki sistemler ya da devletler nasıl çözülmeye başlıyor. Yani, çürüme nerede başlıyor? Hadi bu sorunun peşine düşelim.
Kurumsal çözülme, bir toplumun iskeletinin yavaş yavaş çürümesi gibi. Her bir kurum, devletin damarlarında dolaşan kan hücresi misali zayıfladıkça, sistemin bütünü hasta bir organizmaya dönüşüyor. Bu evrelerde, devletin her bir birimi gözlemlediğinde çürümenin sessiz ama acımasız ilerleyişini görülebilir.
Adetullah’tandır; modern devlet yapıları, zamanın aşındırıcı rüzgarında adeta erir. Kurumlar, toplumsal güvenin taşıyıcısı olması gerekirken, tam tersine güvensizliğin ve yabancılaşmanın kaynağına dönüşür. Her geçen gün biraz daha şeffaflıktan uzaklaşan, vatandaşından kopan bir mekanizmaya benzer.
Devlet kurumları, toplumsal sözleşmenin somut göstergeleri olarak var olmalı.. Oysa bahsini ettiğimiz durumlarda, her kurum vatandaşın gözünde şüpheyle karşılanır, güven yerine kuşku üretir. İnsanlar, devlet kapılarında çaresizce dolaşırken, sistemin kendi lehlerine işlemediğini acı bir şekilde deneyimler.
Vatandaşın devlete bakışı, bir zamanlar kutsal sayılan kamusal alan algısı, hızla yok olup gider. Her bir resmi işlem, her bir bürokratik süreç, insanlarda derin bir güvensizlik ve yılgınlığa sebebiyet verir. Devlet, vatandaşının gözünde artık koruyucu bir şemsiye değil, aksine üzerlerine çöken ağır bir yük halini almıştır.
Zehirli sos: Yolsuzluk!
Liyakat sisteminin çöküşü, toplumsal adaleti yerle bir eder. Torpil ve adam kayırma mekanizmaları, sistemin kan dolaşımını tıkayan pıhtılar gibi her yere yayılmaktadır. Hak eden değil, tanıdık olan kazanır, toplumsal adalet kavramı ayaklar altına serilir.
Her köşe başında bir fırsat, her bürokratik kademede bir pazarlık alanı oluşmuş durumdadır artık! İnsanlar artık haklarını değil, ilişkilerini konuşur, liyakat yerini torpile bırakır. Bu çürüme, toplumsal dokudaki güveni tamamen yok eden bir kanser hücresi gibi hızla yayılır!
Hukuk, adaletin somut teminatı olması gerekirken, artık adaletsizliğin kendisi haline gelmiştir. Mahkeme koridorları, hakkaniyetin değil, gücün konuştuğu mekanlara dönüşmüştür. Her dava, her hüküm, toplumsal vicdanda derin yaralar açar. Adalet için değil, birilerini memnun etmek için iner yargıçların tokmakları!
Yargı sistemindeki çürüme o kadar derinleşmişti ki, artık vatandaş için hukuk bir güvence değil, atlatılması gereken bir engel halini almıştır. Adalete olan inanç, yerini çaresiz bir boyun eğmeye bırakmıştır.
Ve bakalım bu esnada bürokraside neler olmaktadır?
Bürokratik mekanizmalar, şeffaflıktan ve etkinlikten tamamen uzaklaşmış, kendini besleyen devasa bir canavar gibi işlemez hale gelmiştir artık. Her bir form, her bir onay, vatandaşın enerjisini tüketen bir labirent gibi görünür.
Dijital çağın hızına rağmen, kâğıt üzerindeki işlemler günlerce, aylarca sürebilir. Devlet mekanizması, vatandaşını oyalayan, tüketen ve yoran bir sisteme dönüşmüş, kendi verimsizliğinin kurbanı haline gelmiştir.
Ve doğal olarak ekonomiye yansır bütün bu olumsuzluklar… Çünkü çürüme dünyanın en pahalı maliyetidir!
Ekonomik çöküş, bir toplumun damarlarındaki kan akışının yavaş yavaş durması gibidir. Her bir ekonomik gösterge, sistemin kan basıncının düştüğünü, hayati organların beslenemediğini ve toplumsal organizmanın çözülmeye başladığını haber verir. İktisadi parametreler, artık salt rakamlardan ibaret değildir, toplumsal travmanın somut yansımaları haline gelmiştir.
Ekonominin çözülüş hikayesi, sessiz ama yıkıcı bir senaryoyu andırır. Her geçen gün biraz daha incelip zayıflayan üretim mekanizmaları, toplumsal refahın da altını oyar. Ekonomik çöküş, sadece sayılarda görülen bir gerileme değil, aynı zamanda toplumsal psikolojinin de dramatik bir dönüşümüdür.
Aslına bakılırsa sosyal hareketlilik, bir toplumun can damarıdır ve fakat çürüme bir kere başlayagörsün artık bu damar tıkanmış, bireyler kendi dar alanlarına sıkışıp kalmıştır. Ekonomik fırsatların daralması, insanların hayallerini ve umutlarını da daraltmıştır!
Toplumsal hareketlilik mekanizmaları çöktükçe, bireyler adeta zamanda dondurulmuş gibi hisseder. Sosyal sınıflar arasındaki geçirgenlik ortadan kalkmış, herkes kendi kaderinin mahkumu gibi köşesine çekilmiştir artık.
Bir paket makarna uğruna!
Gelir dağılımındaki uçurum, toplumsal bir yaradır artık. Zenginler giderek daha fazla zenginleşirken, yoksullar her geçen gün daha da yoksullaşır. Ekonomik eşitsizlik, toplumsal dokudaki çatlakları derinleştiren acımasız bir çekiç gibi işler.
Refah seviyesindeki adaletsizlik, toplumsal gerilimi artırır. İnsanlar giderek daha fazla hayal kırıklığına uğramış, sistemin kendilerini dışladığını iyiden iyiye hissetmeye başlamıştır artık. Ve bu eşitsizlik, toplumsal çimentoyu çatlatarak sosyal patlamaların da zeminini hazırlar!
Yoksa hepimiz biliri ki üretim, bir toplumun nefes alış verişi gibidir. Ancak şimdi bu nefes giderek zayıflamış, sanayi ve üretim mekanizmaları adeta felç olmuş gibi paralize olmuştur. Fabrikalar ya kapanıyordur ya da çok düşük kapasiteyle çalışıyordur.
Teknolojik dönüşüme ayak uyduramayan üretim sistemleri, global rekabette geri kalır bu dönemlerde. Her kapanan fabrika, her üretimden çekilen şirket, toplumsal umudun da bir parçasını koparıp götürür.
Genç nüfustaki işsizlik, toplumsal bir dinamit gibidir. Eğitimli, hırslı ve umutlu gençler, geleceğe dair hiçbir beklenti taşımadan hayatlarını sürdürmeye çalışır. Her reddedilen iş başvurusu, toplumsal öfkenin biraz daha kabardığını gösterir. İşe alırken hakkaniyet ölçüsü artık yerle bir olmuştur. Adamı olanın iş bulduğu bir dünya inşa edilmiştir!
İşsizlik, sadece ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir psikolojik yıkımdır. Gençler, sistemin kendilerini dışladığını hisseder, gelecek umutları giderek solar hale gelir. Bu durum, toplumsal patlamaların da potansiyel zeminini oluşturur.
Mesele sadece bürokratik, ekonomik ya da sisteme dair değil esasen. İşin bir de manevi boyutu var ama tahmin edeceğiniz anlamda değil.
İzah edeyim hemen…
Psikolojik ve kültürel erozyon, bir toplumun damarlarındaki ruhsal çözülmeyi andırır. Her bir çatlak, her bir çözülme noktası, kolektif ruhun dokusunu yavaş yavaş aşındırır. İnsanlık, kendi kendini tüketen bir mekanizmaya dönüşür.
Bu çözülme, salt bireysel psikolojilerin ötesinde, toplumsal hafızanın ve ortak bilinçdışının da dramatik bir dönüşümünü işaret eder. Kültürel kod sistemleri çatırdar, geleneksel aktarım mekanizmaları çöker ve toplum kendi varoluşsal zeminini kaybeder. Umut, toplumsal var oluşun en temel yakıtıdır. Ancak şimdi bu yakıt tükenmiş, insanlar geleceğe dair herhangi bir ışık göremez hale gelmiştir. Her günün zorluğu, umudun son kırıntılarını da silip süpürür.
Bireyler, artık hayatlarının herhangi bir evresinde iyileşme beklentisi taşımaz. Gelecek, karanlık ve ürkütücü bir tünele dönüşmüş, insanlar bu tünelde çaresizce savrulur.
Gelecek korkusu, toplumsal psikolojinin en yıkıcı bileşenlerinden biridir. İnsanlar her an bir felaketle karşılaşacakmış gibi bir tedirginlik içinde yaşar, günü kurtarmaya odaklanır. Belirsizlik, toplumsal ruh halinin ana karakteristiği haline gelmiştir. Her an her şeyin değişebileceği korkusu, bireylerin psikolojik dayanıklılığını tüketir.
Toplumsal travma, kolektif bir yara gibi sürekli kanayan bir yaraya dönüşür. İnsanlar, yaşadıkları acıları sindiremez, travmatik deneyimlerinin izlerini üzerlerinden atamaz. Yılgınlık, toplumsal direncin en büyük düşmanıdır. İnsanlar, herhangi bir değişim umudunu yitirmiş, sistemin dayattığı koşullara boyun eğer hale gelir.
Geleneksel değerler sistemi, artık bir anakronizmadan ibaret kalır. Toplumun ortak paylaşım değerleri, hızlı tüketim kültürü ve bireyselleşme karşısında çözülüp gider. Etik kavramlar aşınır, toplumsal normlar anlamsızlaşır, ortak bir ahlaki zemin giderek kaybolur. Her şey ticarileşmiş, her değer meta haline dönüşmüştür.
Bir toplumun çözülme ve çökme sürecinin genel çerçevesi böyle. Şimdi biraz somut örnekler ile devam edelim…
Tarihsel örnekler, toplumsal çöküşün evrensel dokusunu anlamamıza imkan sağlayan canlı birer laboratuvar gibidir. Her bir medeniyet, kendi çöküş senaryosunda insanlığın ortak kaderini, sosyolojik ve psikolojik kırılma noktalarını açığa çıkarır. Bu örnekler, salt geçmişin arkeolojik kalıntıları değil, aynı zamanda geleceğe dair keskin öngörüler sunan birer tarihsel aynadır.
Medeniyetlerin çöküşü, bir biyolojik organizma gibi doğar, gelişir ve ölür. Her bir tarihsel örnek, toplumsal çözülmenin farklı katmanlarını, dinamiklerini ve kırılma noktalarını açığa çıkarır. İşte bu nedenle tarih, salt yaşanmış olayların kronolojik kaydı değil, aynı zamanda insanlığın kolektif hafızasının da en güçlü öğretmenidir.
Roma İmparatorluğu
Roma İmparatorluğu, toplumsal çöküşün en klasik ve detaylı örnek vakasını oluşturur. Dünyanın en güçlü imparatorluğunun yıkılışı, salt dış tehditlerin değil, içsel çürümenin de ne denli etkili olabileceğini gösterir.
İmparatorluğun çöküşü, kurumsal yozlaşma, ekonomik çöküş ve toplumsal değerler sisteminin çözülmesiyle karakterize olur. Merkezi yönetimin zayıflaması, bürokrasinin verimsizleşmesi ve toplumsal dayanışmanın çözülmesi, Roma’nın yıkılış senaryosunun temel dinamiklerini oluşturur.
Osmanlı’nın yıkılışı
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci, çok katmanlı ve kompleks bir toplumsal çözülme örneğini temsil eder. İmparatorluğun son iki yüz yılı, modern dünyayla entegre olamayan bir yapının dramatik dönüşüm çabasını yansıtır.
Osmanlı örneği, geleneksel imparatorluk yapısının modern ulus-devlet sistemine direnmesinin ve dönüşememesinin tipik bir vakasıdır. Kurumsal katılık, toplumsal değişime direnç ve yenilenme kapasitesinin yitirilmesi, çöküş sürecinin temel dinamiklerini oluşturur.
Modern çağın çöküş örnekleri, küreselleşme ve hızlı dönüşüm bağlamında daha da karmaşık bir görünüm arz eder. Sovyetler Birliği, Venezuela ve Türkiye gibi ülkeler, farklı toplumsal ve siyasal sistemlerde çöküş dinamiklerinin nasıl işlediğini gözlemlememize olanak sağlar.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, ideolojik bir sistemin toplumsal dinamiklerle uyuşamamasının klasik örneğidir. Venezuela ise ekonomik çöküşün toplumsal yapılar üzerindeki yıkıcı etkisini gösterir. Türkiye örneği ise kurumsal çözülme, toplumsal kutuplaşma ve demokratik gerilemenin kompleks bir senaryosunu sunar.
Biliyorum içiniz kararmıştır okumaktan ama emin olun mevzu önemli ve nicedir kafa yorduğum bir mevzu olduğu için başlamışken 4 başı mamur bitirelim isterim.
Çöküşün fazları
İstisnası yoktur; her toplumsal çöküş, lineer bir süreç değil, kompleks ve çok katmanlı bir dönüşüm sürecidir. Her bir evre, bir toplumun varoluşsal dokusunda derinden hissedilen yapısal kırılmaları temsil eder. Bu evrelerin anlaşılması, sadece tarihsel bir analiz değil, aynı zamanda geleceğe dair keskin sosyolojik öngörüler sunar.
Her medeniyet, kendi çöküş senaryosunu yazarken benzersiz dinamikler sergiler. Ancak bu evrelerin ortak bir yapısal örüntüsü vardır ki, bu örüntü insanlık tarihinin sosyolojik hafızasını oluşturur. İşte bu nedenle çöküş evreleri, salt tarihsel bir kayıt değil, aynı zamanda toplumsal değişimin da en çarpıcı laboratuvarı sayılabilir.
Gerileme
Evet il evre tabiatıyla gerileme dönemidir. Bu faz toplumsal organizmanın ilk sessiz çözülme sinyallerini verdiği evredir. Kurumsal mekanizmalarda yavaş yavaş işlevsizleşme, toplumsal dinamizmin azalması ve yaratıcı enerjinin tükenmesi bu dönemin temel karakteristiklerini oluşturur.
Bu evrede, toplum henüz tam anlamıyla çökmemiştir ama çürüme süreci başlamıştır artık. Kurumlar eskisi kadar etkin değildir, toplumsal hareketlilik yavaşlamış, sosyal ve ekonomik mekanizmalar eskisi kadar verimli çalışmamaktadır.
Çözülme
Çözülme süreci, gerileme döneminin daha derinleştiği ve toplumsal yapının temel dokularının parçalanmaya başladığı evredir. Sosyal sözleşmenin zayıflaması, kurumsal güvenin çözülmesi ve toplumsal dayanışma mekanizmalarının çökmesi bu dönemin temel özellikleridir.
Toplumsal kutuplaşmalar derinleşir, ortak değerler sistemi çözülür ve bireyler giderek daha fazla yalnızlaşır. Ekonomik mekanizmalar işlemez hale gelir, sosyal hareketlilik neredeyse durma noktasına gelir.
Çöküş
Çöküş aşaması, toplumsal organizmanın artık kendi kendini sürdüremediği, tüm sistemsel mekanizmaların çöktüğü kritik bir evredir. Kurumlar tamamen işlevsizleşir, ekonomik mekanizmalar çöker ve toplumsal psikoloji tam anlamıyla yıkıma uğrar.
Bu evrede, toplum adeta bir travma sonrası sendrom yaşar. Kolektif umut tükenmiş, toplumsal direniş mekanizmaları yok olmuştur. Her türlü sosyal, ekonomik ve siyasal mekanizma artık çalışmaz haldedir.
Dağılma/Yeniden Yapılanma
Dağılma/yeniden yapılanma evresi, çöküşün en kritik ve belirsiz aşamasıdır. Toplum ya tamamen dağılır ya da radikal bir dönüşüm geçirerek yeniden inşa olur. Bu evre, yıkımın ve umudun eş zamanlı olarak var olduğu karmaşık bir süreçtir.
Bazı toplumlar bu evrede tamamen yok olurken, bazıları radikal bir dönüşümle varlığını sürdürür. Yeni toplumsal sözleşmeler, alternatif kurumsal yapılanmalar ve kolektif bir yeniden doğuş mümkün olabilir. Bu, aynı zamanda toplumsal direncin ve yenilenme kapasitesinin de en kritik imtihanıdır.
Peki tüm bu ölçütleri günümüz Türkiye’sine uygularsak, karşımıza nasıl bir tablo çıkar?
Hadi ona da bakalım.
Şunu en başta söyleyelim ki; Türkiye, çöküş teorisinin tüm parametrelerini kusursuz bir şekilde karşılayan bir vaka çalışması haline gelmiş durumda. Mevcut toplumsal, kurumsal ve psikolojik göstergeler, ülkenin “Çözülme Süreci”nin son aşamalarında ve “Çöküş Aşaması”nın eşiğinde olduğunu net bir şekilde ortaya koymakta.
Bakalım;
Kurumsal Çözülme: Devlet mekanizmaları, liyakat sisteminin tamamen çöktüğü, kayırmanın ve torpil mekanizmalarının belirleyici olduğu bir yapıya dönüştüğünü bizzat kendileri bile kabul ediyor artık. (Bakınız Şamil Tayyar itirafları) Yargı bağımsızlığı fiilen ortadan kalkmış, bürokrasi şeffaflıktan tamamen uzaklaşmış; her kurum, vatandaş nezdinde güvensizlik üreten, işlevsiz bir mekanizmaya dönüşmüş bir vaziyette.
Ekonomik Çöküş: Üretim mekanizmaları neredeyse durma noktasına gelmiş, genç nüfus içindeki işsizlik toplumsal bir dinamit görevi görmekte. Gelir dağılımındaki uçurum o kadar derinleşmiş ki, toplumsal dokudaki çatlaklar artık onarılamaz hale gelmiş. Her kapanan fabrika, her göç eden nitelikli genç, toplumsal umudun bir parçasını daha koparıp götürmekte.
Psikolojik Erozyon: Toplumsal hafıza hızla silinmekte, ortak değerler sistemi çözülmekte. Bireyler giderek yalıtılmış, umudunu yitirmiş ve gelecek korkusuyla yaşayan bir konuma savrulmuş halde. Her geçen gün biraz daha derinleşen bir yılgınlık ve çaresizlik duygusu toplumun ruh halini şekillendirmekte.
Kültürel Çözülme: Geleneksel aktarım mekanizmaları çökmüş, kuşaklar arası iletişim kanalları neredeyse tamamen kapanmış durumda. Etik değerler aşınmış, ahlak sizlere ömür, her şey metalaşmış, toplumsal normlar anlamsızlaşmış vaziyette.
Toparlayacak olursak; Türkiye şu anda “Çözülme Süreci”nin son aşamasında ve “Çöküş Aşaması”nın hemen öncesinde bir yerlerde durmakta ama eli ayağı, başı gövdesi oynamaktadır. Kurumsal mekanizmalar işlemez hale gelmiş, toplumsal direniş mekanizmaları neredeyse tamamen yok olmuş, her şey bir kişinin iki dudak arasına sıkışıp kalmıştır.
İsterseniz felaket tellallığı diyebilirsiniz lakin, mevcut gidişat devam ettiği takdirde, ki aksini gösteren hiçbir emare yoktur, Türkiye’nin önümüzdeki 5-10 yıl içinde tam bir çöküş aşamasına geçmesi kaçınılmaz görünmektedir. Radikal bir dönüşüm ve yeniden yapılanma gerçekleşmediği sürece, toplumsal çözülme sürecinin geri dönüşü mümkün gözükmemektedir.
Ve sonsöz: Bu tablo, salt istatistiki verilerden ibaret değil, bir toplumun ruhunun, umudunun ve gelecek potansiyelinin yavaş yavaş eritilmesinin hikayesidir. Türkiye, tarihinin en kritik varoluşsal sınavını vermektedir.
Allah fakir fukaranın, mazlum gurebanın yardımcısı olsun!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***