Heyet Tahrir eş-Şam’ın Suriye’de hakim olması sırasında ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Esad rejiminin aslında nasıl devrildiğine dair bize ciddi bir fikir veriyor.
Esad sürgünde bir hükümet kurmaya yeltenmedi, aksine görevinden istifa edip gitti, onun atadığı başbakan, HTŞ’nin gelmesini, “içeri tıkılmaktan” veya “kurşuna dizilmekten” hiç endişe etmeden, adeta evde kahvesini yudumlayarak bekledi ve oldukça medeni bir şekilde devletin “mühürlerini” HTŞ liderine basın önünde teslim etti.
Bu neden önemliydi? Böyle bir geçiş HTŞ’nin Şam’daki yeni hükümeti devraldığı, yeni bir devlet kurmadığı anlamına geliyordu. Bu nedenle hükümeti devraldığında uluslararası arenada terörist örgüt olarak resmen tanınmasının doğuracağı komplikasyonlardan büyük ölçüde kurtulmuş oldu.
Bu devir teslim sayesinde Suriye’de devlet kurumları, bankalar, postaneler Esad’ın devrilmesinden birkaç gün sonra yeniden açıldı ve hayatın normale döndüğü duyuruldu.
Bu durum yıkılan Baas rejiminin böyle bir iyiliği neden HTŞ’ye yaptığı sorusunu doğuruyor. Öyle anlaşılıyor ki Suriye’de 13 yıldır süren iç savaşın bir türlü bitmemesinin zorladığı bir iç oydaşma oluşmuş. Ülkede toplumun her kesiminden (Sünni, Nusayri, Hristiyan, Dürzi) önderler İran’ın Suriye’deki etkinliği sürdükçe iç savaşın sona erdirilmesinin imkansızlığını görmüş.
Batı’nın (ve İsrail’in) Suriye’yi İran’ın etki alanına bırakma ihtimali yoktu… Şiî hilali kırılmazsa İsrail kendisini hiçbir zaman güvende hissetmeyecekti. İran’ı kovması için önce Esad’a bir şans verildi: Bölgedeki Arap ülkelerinin de desteği alınarak Esad’a “İran’dan kurtul, seni ülkede yeniden hakim duruma gelmen için destekleyelim” mesajı verildi. Fakat Esad bu şansı değerlendiremedi, İran’ı karşısına alabilecek gücü veya niyeti olmadığı ortaya çıktı.
Öyle olunca da fırsat, Esad’dan sonra en etkili Arap gücü olan HTŞ’ye geçti. HTŞ’nin bu fırsatı oldukça kıvrak ve pragmatik hamlelerle değerlendirdiğini, iç oydaşmayı temsil eden güç olarak kendisini ortaya koymayı başardığını, bu iç oydaşma sağlandıktan sonra Batı ile müzakereler yürütüldüğünü anlıyoruz.
Aksi takdirde ne Suriye şehirlerinin HTŞ karşısında o kadar kolay düşmesi, ne de Batı’nın (ve İsrail’in) Şam’da HTŞ’nin iktidarı ele geçirmesini fiilen bu kadar çabuk kabullenmesi mümkün olabilirdi. Kağıt üzerinde HTŞ ile IŞİD arasında terör örgütü olması bakımından bir fark bulunmamaktadır. Eğer IŞİD Şam’a doğru ilerleseydi Batı’nın göstereceği tepkiyi tahmin edin. Ve şimdi bunu Batı’nın HTŞ hükümetine şimdiye kadar verdiği tepkilerle kıyaslayın. Bu kadar büyük bir fark ancak önceden taraflar arasında bir anlayış birliğinin oluşmasıyla mümkün olabilirdi.
Keza HTŞ’nin gazabından en çok endişe etmesi gereken azınlık olan Nusayrilerin (Alevilerin) Lazkiye’de ciddi bir direniş göstermeden şehri teslim etmelerini de başka türlü açıklayabilmek mümkün değildir. HTŞ’nin Nusayrilere yönelik katliamlardan kaçınması da dikkat çekicidir. Nitekim öncesinde Nusayri liderlerle HTŞ arasında bir anlaşma yapıldığına dair haberler de çıktı.
Peki HTŞ ile Batı arasındaki örtülü anlaşmanın temel unsurları neler olabilir? HTŞ’nin bugüne kadarki tavır ve mesajlarından bunları da tahmin etmek zor değil.
Öncelikle Suriye’de İran etkinliğinin oluşmasına kesinlikle müsaade edilmeyecek, Tahran’ın karadan Beyrut’la bağlantısı kesilecek. HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın, Esad’ı devirmelerini “Bölgenin tamamı için tehlikeli olan İran projesine karşı bir zafer” olarak nitelendirmesi bunu ortaya koyuyor.
İkinci olarak Rusya’nın da deniz ve hava üsleriyle Suriye’de sahip olduğu etkinliğe son verilmesi. Şu an Rusya’nın üsleri tutacağına dair bazı haberler varsa da bunlara şüpheyle yaklaşmak gerekir. Bir büyük gücün bir ülkede üssü olması, o ülkeyi güvenlik koruması altına aldığı anlamına gelir. Rusya ile HTŞ hükümeti arasında böyle bir ilişkinin yakın vadede kurulması ihtimali düşüktür. HTŞ, Rusya’ya üsleri yavaş yavaş boşaltması için müsaade etmiş olmalıdır. Nitekim uydudan alınan bazı görüntüler de bunu doğrulamaktadır.
Örtülü anlaşmanın bir başka unsuru İsrail’e karşı dostane tavırlar gösterilmese bile mevcut statükoyu bozacak aktif bir hasmane tutumdan uzak durulması gibidir. El-Şara’nın “İsrail’e saldırma niyetimiz yok. Ülke savaş yorgunu.” demeci bunu açıkça ortaya koyuyor.
Anlaşmanın diğer unsurları ise Nusayri, Dürzi, Hristiyan gibi azınlıkların kendi kültür ve dinleri yaşamasına izin verilmesi, üzerlerinde baskı kurulmaması, keza tüm Suriye’de “ılımlı bir İslami rejim” olması, yani Taliban’ın yaptığı gibi kadınların zorla kapatılmasından, kızların eğitiminin kısıtlamasından kaçınılması.
Anlaşmanın bir diğer önemli unsurunun ise Kürtlere özerklik verilmesiyle ilgili olduğu tahmin edilebiliyor. El-Şara’nın Kürtlerin kültürel, etnik haklarına saygı duyacakları mesajları vermesi de bunu gösteriyor. HTŞ, YPG’ye karşı düşmanca bir tavra girmekten özenle kaçınıyor, aksine iki taraf arasında sahada yaşanabilecek bir çatışmayı önlemek için iletişim kanallarının açık olduğu görülüyor.
Diğer yandan YPG’nin de HTŞ’yle anlaşmaya hazırlandığını gösteren işaretler var. Örgüt yetkilileri uluslararası basına yaptığı açıklamalarda, yeni Suriye anayasasında Kürt halkının haklarının tanınması koşuluyla Suriye (HTŞ) hükümetiyle müzakere etmeye ve düzenli Suriye ordusuna entegre olmaya hazır olduklarını belirtiyorlar. Buna göre Kürtlerin talepleri arasında dillerinin ve kültürlerinin Suriye eğitiminde resmi olarak tanınmasının yanı sıra parlamentoda ve Suriye ordusunda temsil edilmek de var.
Bunların nasıl gerçekleşeceği önemli bir ayrıntı. Erdoğan hükümetine kulak verdiğinizde sanki YPG milisleri tüm silahlarını teslim edip, formalarını çıkarıp Suriye ordusuna dahil olacaklarmış gibi bir beklentiye şahit oluyorsunuz. Oysa Esad’ın Suriye iç savaşını İran’ı ülkeden çıkararak bitirmesi senaryosu üzerinde durulurken YPG milislerinin bir kolorduya dönüştürülerek doğrudan Suriye ordusuna katılması formülü üzerinde duruluyordu. Burada YPG’nin bu tür bir dönüşümü anlıyor olması çok daha muhtemeldir.
Kimse “kuzu kuzu” silahlarını HTŞ’ye teslim edip örgüt yapısını tümüyle dağıtarak Suriye ordusuna katılacaklarını sanmamalı. Böyle bir dönüşüm için ise Kürtlere belirli oranda bir özerklik tanınması şart olacaktır. Bu özerklik YPG’nin Fırat’ın doğusunda şu an hakim olduğu tüm toprakları içermese bile muhtemelen kuzeydoğuda Kamışlı merkezli olarak belirli bir toprak parçasını içermek durumunda olacaktır.
HTŞ’nin böyle bir formüle şu aşamada olumlu bakabileceği anlaşılıyor. Bir HTŞ yetkilisinin ABD basınına yaptığı açıklamada Batı’yı kendilerini tanımaları için ikna etmeye yönelik “Bize karşı önyargılı olmayın. Bize istikrarlı olmak isteyen ve hem kendi çıkarlarını hem de bölgedeki ve dünyadaki diğer ülkelerin çıkarlarını korumak isteyen yeni bir devlet olarak bakın.” sözlerinin hemen ardından HTŞ’nin YPG’yle çatışmadığı, sahadaki kaosu gidermek üzere işbirliği yaptığının vurgulanması bu bakımdan manidardır.
Aşırılıkçı bir dini örgütlenmeden geldikleri halde İsrail’e karşı savaşma niyeti olmadığını ilan eden HTŞ’nin yeni bir cephe açmak istemeyerek YPG’yle çatışmaya girmekten kaçınması, anayasal haklar ve belli oranda bir özerklik karşılığı Kürtlerle anlaşma yolunu tercih etmesi beklenmelidir.
Unutmayalım ki yıkılan Baas rejiminin ideolojisi Arap milliyetçiliğiydi, İslamcı bir ideolojiyle sahip HTŞ için Kürtlere bazı kültürel özerklikler tanımak Baas’a nazaran çok daha kolay olabilir.
Şimdi gelelim “zurnanın zırt dediği” yere… El-Şara “Batı’yla acilen ilişkileri normalleştirmemiz lazım, yaraları sarmamız, ekonomiyi düzeltmemiz lazım, millet savaştan yoruldu, YPG şimdi hakim olduğu toprakların büyük bölümünden kısıtlı bir özerklik karşılığı çekilirse bu bizim için gayet elverişli bir çözüm olur” dediğinde buna Türkiye ne tepki gösterecek?
YPG liderliğindeki Kürtlerin “anayasada Kürt dilinin tanınması” gibi taleplerini kabul ettirip belli bir özerklik almayı başarması halinde bunun Türkiye’deki Kürtler üzerinde kaçınılmaz yansımaları olacaktır. Kürtlere yönelik yeniden “kayyım” yani baskı siyasetine yönelen Erdoğan’ın bu politikası çok daha fazla göze batacaktır. Suriye’de militan bir örgütlenmeden neşet etmiş İslamcı bir idare Kürtlere dil ve eğitimde anayasal haklar bahşetmişken, benzer hakların kendisini laik ve demokratik olarak tanımlayan Türkiye’de verilmemesi meselesi Erdoğan rejimini zor bir açmaza sokacaktır. Bunu önlemek için Suriye’ye TSK’nın askeri harekat düzenlemesi halinde Türkiye’nin uluslararası arenada zor duruma düşmesi, Batı’yla ilişkilerinin iyice gerilmesi beklenmelidir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***