Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi, yazar Vahap Coşkun, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışıyla cini şişeden çıkardığını, kayyım atamalarının ve Suriye’ye operasyonun artık cini tekrar şişeye sokamayacağını söyledi. Bahçeli ile Erdoğan arasında görüş birliği olduğunu savunan Coşkun, “Öyle olsa Bahçeli’nin açıklamasının hemen ertesinde Öcalan’ın görüş yasağı ortadan kaldırılmazdı. Onu Bahçeli yapmadı. Onu devlet kendisi, iktidar kendisi gerçekleştirdi. Birincisi bu. İkincisi Erdoğan’ın grup konuşmalarını dikkatli bir şekilde okuduğumuzda, Bahçeli’nin genel çerçevesini sahiplendiğini görüyoruz” dedi.
Vahap Coşkun, Gazete Duvar‘dan gazeteci Vecdi Erbay’ın sorularını yanıtladı. Sorular ve yanıtlardan öne çıkanlar şöyle:
İktidar, “uygulamanın kayyım atamak olmadığını, bunun geçici görevlendirme olduğunu” ifade ediyor. Bu söylemde ısrar biraz dikkat çekici. Bilek güreşinde dengeler değişebilir ve başkanlar görevlerine dönebilir mi?
İki ihtimal var bence. Bir tanesi senin söylediğin, yani eğer bu süreçte işler iyi gitmeye başlarsa kayyımdan geri dönülebilir. İkincisi, kayyım o kadar savunulamaz bir noktada ki hükümet bile bunu artık açıktan savunabilir bir pozisyonda değil. O nedenle kayyımı ısrarla kullanmıyor. Bunun geçici bir görevlendirme olduğunu ifade ediyor. Çünkü bunun ne hukuken ne siyaseten savunulabilecek bir tarafı yok. Kayyım uygulaması çok açık ve net bir şekilde anayasaya aykırı.
Diğer taraftan siyaseten de kabul edilemez. AK Parti bütün tarihi boyunca milli irade, milli iradenin dokunulmazlığı üzerinden bir siyaset yaptı. Şimdi doğrudan milli iradenin gasp edilmesinden bahsediyoruz. Yani burada tam bir gasp var. İnsanlara “siz seçim yapmasını bilmiyorsunuz” diyen bir anlayış var. Sadece belediye başkanı değil, belediye meclisinde de doğru adamları seçemiyorsunuz, diyen bir anlayış var. Şimdi bunu siz demokratik siyaset içerisinde savunamazsınız. Kaldı ki 2016’nın şartları da yok. Yani 2016 döneminde bir şiddet ortamı vardı. Bir darbe teşebbüsü gerçekleşmişti ve orada hükümet olağanüstü hal döneminde her türlü olağanüstü yasayı geliştirebilecek bir ruhi atmosfere sahip olmuştu. Böyle bir atmosfer vardı. Ama şu anda öyle bir atmosfer de yok. O atmosferde insanları ikna etme şansı da vardı biraz. Kürtleri değil ama.
Mesela o atmosferden dolayıdır ki örneğin bu kayyımlara getirilen düzenlemeye karşı da Anayasa Mahkemesi’ne gidilmedi. HDP ve HDP belediyeleri ile ortak görünmekten imtina etti diğer muhalefet partileri. Ama şu anda öyle bir durum da yok. Haklarında kayyım tasarrufu yapılan belediye başkanlarının hukuki durumlarında hiçbir değişiklik yok. Yani Ahmet Türk’ün 31 Mart’taki durumu ne ise şimdiki durumu da öyle. Diğer belediye başkanları için de aynısı. O zaman bunun bir hukuki gerekçe değil, tamamıyla bir siyasi gerekçe olduğu çok net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Savunulabilecek bir pozisyon değil iktidar açısından. Bu ifadeleri kullanmaları, kayyımdan kaçınmaları, geçici görevlendirme demelerinin en önemli sebeplerinden bir tanesi bu olsa gerek.
Televizyonlarda kıymeti kendinden menkul bazı stratejistler tarafından hâlâ kuzey ve doğu Suriye’ye operasyon hazırlıkları yapılıyor…
Aslında konuşuyor insanlar. Bana kalırsa 1 Ekim’de Bahçeli cini şişeden çıkardı ve artık ne kayyım uygulamaları ne de Suriye’ye operasyon yapılması ve ona yönelik senaryolar bu cini tekrar şişeye koymaya yetmez. Bakın 1 Ekim’den beri bütün medyada Kürt meselesi tartışılıyor. Olumlu olumsuz. Bütün parti gruplarında, siyasi parti liderlerinin öncelikle bu konuda ne diyeceğine dikkatler kesiliyor. Bütün gazete köşelerinde, bütün internet sitelerinde bu konu tartışılıyor. Dolayısıyla Bahçeli öyle bir çıkış yaptı ki bu artık konuşmanın önünü kesebilecek bir durum değil.
Kayyım uygulamalarına yönelik eleştiriler de aynı şekilde bence bu tartışmayı harlayan bir şey. Bir taraftan çözüm süreci diyeceksiniz, bir taraftan kayyım atayacaksınız. Bunun çelişkileri de medyada çok yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı. Hükümet medyasının veya hükümete yakın medyanın kısa bir süre içerisinde yönünü değiştirmesi biraz zor olabilir. Halen eski alışkanlıklar, eski argümanlar üzerinden bu konuları savunabilir. Ama bunun da ötesinde bambaşka bir medya da var. Muhalefet medyası var, internet medyası var. Oralarda bu konuların çok ayrıntılı bir şekilde tartışıldığına da tanık oluyoruz. Yani iktidara yakın medyalarda bu konu henüz gerçek manasıyla, bütün boyutlarıyla tartışılmıyor. Bu çok şaşırtıcı değil. Ama Türkiye bu anlamda gerçekten de konuşan bir ülke. Her tarafta bu konular bir şekilde konuşuluyor. O nedenle ben ne bir kayyım uygulamasının ne başka bir şekilde verilecek gözdağlarının bu konunun konuşulmasını zorlaştıracağını düşünmüyorum.
Adı konmamış sürecin bir tarafı olan hükümette Bahçeli ile Erdoğan arasında bir gerilim var mı sizce? Bahçeli’nin benzer soru karşısında gazeteciye işini bırakmasını önermesi de bir gerilimin işareti sanki.
Bazıları Bahçeli’nin tepkisinin sadece gazeteciye yönelik olmadığını düşünüyor. Şimdi bazıları, “iktidarın ortaklarının birbirinden haberi yok. Erdoğan’ın Bahçeli’den, Bahçeli’nin Erdoğan’ın haberi yok” diyor. Ben de bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Evet. Kullanılacak sözler, ifadeler taraflar arasında kararlaştırılmış değildir elbette. Ama genel çerçeve konusunda ben iktidarda bir görüş birliğinin olduğunu düşünüyorum. Yoksa Bahçeli’nin açıklamasının hemen ertesinde Öcalan’ın görüş yasağı ortadan kaldırılmazdı. Onu Bahçeli yapmadı. Onu devlet kendisi, iktidar kendisi gerçekleştirdi. Birincisi bu. İkincisi Erdoğan’ın grup konuşmalarını dikkatli bir şekilde okuduğumuzda, Bahçeli’nin genel çerçevesini sahiplendiğini görüyoruz. Nitekim son konuşmasında, “Biz terörün ortadan kaldırılması konusunda yek vücuduz, Cumhur İttifakı’nda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur” gibi bir ifade kullandı. Bahçeli’nin genel çerçevesini sahipleniyor ama somut konuları konuşmaya gelince imtina ediyor. Örneğin Umut Hakkı hakkında, Öcalan’ın çağrı yapması hakkında hiç konuşmuyor.
Neden?
Elini açık etmiyor, bu biraz da Erdoğan’ın siyaset tarzıyla ilintili bir husus. Bir önerinin kamuoyunda nasıl algılandığı, kendisi için ne tür sonuçlar üreteceğini görüp ondan sonra adım atmaya çalışması gibi bir tarzı var Erdoğan’ın. Muhtemelen bundan dolayıdır. Dolayısıyla genel çerçeve üzerinde bir anlaşma var. Yol, yöntem, hız konusunda farklılık olabilir. Erdoğan’ın topa Bahçeli kadar girmemesinin sebebi de bu farklılıklardan kaynaklanıyor olabilir.
Fakat şunu da belirtmek lazım. Bu çok uzun sürdürülebilecek bir durum değil. Yani nihayetinde insanlar Erdoğan’dan da bu konu hakkında nasıl bir tavır takındığını öğrenmek isteyeceklerdir. O nedenle ben önümüzdeki günlerde Erdoğan’ın Bahçeli’nin inisiyatifiyle başlayan bu süreç hakkındaki tutumunu daha da netleştireceğini düşünüyorum.
Devlet Bahçeli nezdinde devlet, neden yeni bir sürece ihtiyaç duydu?
Benim 2015’te çözüm süreci bittikten sonra da kanaatim şu yöndeydi: Türkiye’de bir çözüm sürecinin tekrar başlaması, Türkiye’nin içerisindeki şartlardan ziyade Türkiye’nin dışındaki şartlarla, bölgesel dinamiklerle yakından ilintili olacaktı.
Bugün gelinen süreçte bunun bu şekilde ilerlediğini görüyorum. Bence hükümetin bu adımı atmasındaki en önemli neden Ortadoğu’nun istikrarsızlaşmasıdır. Ortadoğu’da ne zaman bir belirsizlik çıkmışsa bu Kürt meselesinin hem alan olarak genişlemesine hem aktör sayısının artmasına sebebiyet veriyor. Yani 1991’de Körfez krizi olmuştu. Kürdistan bölgesi defakto olarak kuruldu. 2002’de ABD Irak’ı işgal etti ve bu defakto yapı artık hukuki bir kimliğe büründü. 2011’de Suriye’de iç savaş çıktı.
O güne kadar Suriye’nin haklar açısından en kötü durumda bulunan halkı olan Kürtler birden fiili olarak yönetebilecekleri bir coğrafyaya sahip oldular. Dolayısıyla Ortadoğu’da istikrarsızlık, istikrarsızlığın geliştirdiği alanlarda Kürt meselesi daha çetrefil bir hal alıyor, alanı daha genişliyor, aktör sayısı artıyor. 2013’te çözüm sürecine başlarkenki mantık da aslında buydu. O zaman bir Arap Baharı vardı. Bu Arap Baharı’ndan gelecek olan dalgalara karşı Türkiye’yi daha sağlam tutma düşüncesi vardı. Ve o zaman ifade edilen cümle, “Biz Kürtlerle birlikte büyüyelim” şeklindeydi. Ama o süreç akamete uğradı. Şimdi de öyle bir dönemden geçiyoruz. Yine Ortadoğu’da ciddi bir istikrarsızlık var. İsrail’in başlattığı saldırganlığın nerede duracağı belli değil. Bu ateşin kısa bir süre içerisinde İran’a ve çevre ülkelere yayılması konusunda derin bir kaygı var. Her devletin böyle bir durumda kendi pozisyonunu gözden geçirmesi ve kendi içini daha güçlü hale getirmek istemesi doğal. Türkiye’de de eğer Erdoğan’ın ifadesiyle iç cepheyi güçlendirecekseniz, yani iç cephede gözünüz arkada kalmayacaksa, bunun en önemli sac ayağı hiç kuşkusuz Kürt meselesi. Siz ancak Kürt meselesini çözerek, Kürt meselesini şiddetten arındırarak, Kürt meselesinde silahları ortadan kaldırarak Türkiye’de bir iç tahkimat yapabilirsiniz. Çünkü Kürt meselesi varlığını devam ettirdiği müddetçe Türkiye’de ne ekonomik istikrarı ne demokratikleşmeyi sağlamanızın imkanı var. Yüzyıllık Cumhuriyet tarihi bize bunu net bir şekilde gösteriyor. Ben bu okumanın devlette belirleyici olduğunu düşünüyorum. Ve bu okuma üzerinden bir çözüm arayışına girildiği kanaatindeyim. Bunun elbette ki iç politik yansımaları olacak. Yani işte Erdoğan’ın görev süresinin bir kere daha uzatılması, Anayasa değişikliği, 2028 seçimleri için muhalefetin içerisinde bir yarılma yaratma gibi sonuçları veya buna yönelik hesaplar olabilecek. Ama bence belirleyici olan bölgesel dinamiklerdir. Bu bölgeye dair yeni bir okumadır.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***