BÜLENT KORUCU | YORUM
Epey geç kalmış bir yazı biliyorum. Fethullah Gülen’e dair yazmak, ‘Hocaefendi’yi anlatmak kolay değil. İlk çarpma anını kamera karşısında geçirdiğimizden duygusal dönemi tam yaşayamadım. Belki ilk günlerde yazsam böylesine zorlanmazdım. Yazmayı zorlaştıran şeylerden birisi de Gülen’in kendisi. Odaya girdiğinde ayağa kalkan varsa kızıp geri dönen birinden söz ediyoruz. Yazdıklarımla anısına saygısızlık etmekten korktuğumu itiraf etmeliyim.
1986 yazında bir insan tanıdım ve onu yazmak istedim. Ve bunu yaparken yakından ve uzaktan tanıyanların cümlelerini ödünç almayı düşündüm. (Bunun bir kaçış ve saklanış olduğunu söyleyenler olursa haksız diyemem.) Çok sayıda kişiye başvurdum ve görüşlerini istedim. En çarpıcı olanı şuydu: “Ben hiç görmedim, fazla tanıyamadım fakat şimdi eski yazıları ve sözleri gündemde; biraz anlamaya başladığımı düşünüyorum. Bakışı açısı çok farklı. En kısa haliyle ‘dertli ve devrimci’ diyebilirim. Öylesine özenli konuşuyor ki en büyük endişesi yanlış anlaşılmak gibi geliyor bana.”
Bu ifadeler 15 Temmuz’dan sonra Hizmet Hareketi’ne yakınlaşmaya başlayan birine ait.
“Söylediklerine bütün zerreleriyle inanan ve bunu muhataplarına aktarabilme gücüne sahip…” dedi, Hizmet Hareketi’ne mensup ailede büyüyen bir genç. Artı ve eksileriyle analiz edip ebeveynlerinden farklı bir bağ geliştirmiş Hocaefendi ve cemaatle. Bağlanmayı sağlayan şey ise gördüğü o tam inanç ve adanmışlık.
Genç bir kadın psikolog şöyle çizdi çerçeveyi: “Gülen’in çok farklı şapkaları vardı ve herkes farklı bir yönüne daha fazla bağlanıyordu. ‘Hoca’ ve ‘lider’ baskın gibi görünüyor ancak ‘arkadaşlık’ onun kadar etkili bu ilişkide. Birlikte yürüyen, yolun meşakkatini beraber göğüsleyen yoldaş figürü, sevenleri üzerindeki müessiriyetini katbekat artırmış. İnsan olarak bağlananlar, sadece lider olarak görenlere nazaran irtibatı daha samimi ve daha güçlü kuruyor.”
İlk günlerinden itibaren yanında olan ve en zor coğrafyalara hiç düşünmeden giden bir arkadaşı, onun insan psikolojisini gözeten talimatlarından örnekler anlattı. “Ben iş adamıydım ve çevremdekilerin, hizmetlerin finansmanında katkı sunmasını istiyordum. Sadaka isteyen dilenci konumuna düşmemek gerektiğini anlattı. ‘Aksi halde bir defa verir yeniden gittiğinizde kapıyı açmazlar. Hizmetleri gösterin ve içinde olmak isterlerse rehberlik edin yeter’ demişti. Her seferinde haklı çıktığına şahit olunca, artık onun dediği gibi yapmak gerektiğini anladık.”
Talebelerinden biri ‘vefa’ kelimesine sığdırdı bütün cümlelerini. Ders okudukları dönemlerde neredeyse 24 saat birlikte olduğu hocasını tanımlarken ilim, irfan bilgi demesi beklenirdi oysa. Öğrencileriyle aralarındaki bağda da beşeri özellikler öne çıkıyordu. “İhtilalden sonra (12 Eylül 1980) arandığı dönemde bile, kendini riske atma pahasına askerde olan arkadaşlarını ziyaret ederdi. Böyle bir ziyaret dönüşünde Burdur’da yakalanmıştı zaten.” misali vefayı anlatıyor.
Benim tanıdığım Hocaefendiye gelecek olursak… Müthiş bir iletişim ve etkileşim gücünden başlayabilirim. Bazı vaazlarını camide dinledim. Orada binlerce kişilik cemaatin her ferdine ayrı ayrı hitap ettiğini hissederdim. Sanki başbaşasınız ve sadece size hitap ediyor gibi ilgiyi anlattıklarına toplardı. Yaşadığı mekanda onlarca insanın aynı anda bulunduğu zamanlarda da gözlemledim. Herkese kendini özel hissettirirdi. Ne kadar kalabalık olursa olsun yeni geleni fark eder ve muhakkak onunla konuşurdu.
İnsan psikolojisini ıskalamaz, hizmetin zorlamayla değil ikna ile yürüyebileceğini her fırsatta hatırlatırdı; “Fıtratı gözardı ederseniz onun paletleri altında kalıp ezilirsiniz!” cümlesini çok sık kullanırdı. Fakat kimseyi aklını ikna ederek Sibirya’ya gönderemezsiniz. O, kalpleri de mutmain edebilecek şekilde konuşurdu. Beşerin aklın yanında duygularla donanmış olduğu gerçeğini ihmal etmezdi.
Mesela Eşrefpaşalı kabadayılar onu kendilerinden biri gibi görürlerdi ki bence, onların serüveni bir tez konusu bile olabilir. Duru berrak bir suda herkesin yansımasını görmesi gibi bir özdeşleşim kuruldu takipçilerle arasında. Her mevkiden, sosyal ve ekonomik çevreden ve eğitim seviyesinden insana dokundu ve onlara enerji yükledi. Öyle bir enerji ki kimisi soluğu Afrika’da kimisi Asya steplerinde aldı.
Bence insanlığın en yalın hali ağlamak… Topluma hatırlattığı, hiç olmazsa cemaatine ağlama cesareti aşıladığı için Hocaefendi’ye olan saygım ve sevgim artıyor. “Erkekler ağlamaz!” saçmalığına takılı kalmış bir ülkenin kalbini yumuşatıp hıçkırıkların birbirine karıştığı tablolar oluşturdu. O aşamadan sonra gençler dünyanın dört yanına uçmayı göze aldı.
Ve, insanlardan bir insan olarak yaşayan Gülen, vedasını da aynı çizgi üzerinde yaptı. Sevenleri bir lideri değil bir arkadaşı, bir yoldaşı, babasını, amcasını, borçlu hissettiği bir yakınını uğurladı. Musalla denilen kürsüde son ve belki de en etkili hitabını yaparken yine herkes doğrudan kendisine konuşuyor gibi dinledi. Hocası Alvar İmamı, “Allah bizi insan ede” diye dua ederdi. Biz, O’nun ‘mümin ve insan’ olduğuna şahitlik ederek uğurladık.
Akademisyen bir annenin cümleleriyle noktayı koyalım: “Gidişi ve yokluğuyla sarstı, artık mecburen büyümek zorunda olan, öksüz ve yetim kalmış bir çocuk gibi hissettim. Ama aynı zamanda donmuş ya da unuttuğumu sandığım hislerin, değerlerin, hedeflerin, anlamların hala içimde olduğunu da gösterdi gidişi. Yeniden hissettirdi. Bir insandan daha ne beklenebilir ki?”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***