M. NEDİM HAZAR | YORUM
Dünden devam…
İnsan düşüncesinin uçsuz bucaksız genişliğinde, kendi zamanlarının ışıklarına dayanamayacağı kadar yoğun bir şekilde yanan nadir ruhlar dönemine denk gelmek hem talihtir hem de bahtsızlık. Zira her şey zıddıyla kaimdir. Büyük aydınlıkların simetrisidir derin karanlıklar. Yaşadığı çağa ışık saçan ruhların tam karşısına dikilir zifiri, katran karası ruhlar!
Ve çoğu zaman ölümlü gözlerin göremeyeceği kadar parlak bir yıldız gibi, bilgeliğin gök kubbesinde tek başlarına dururlar ve ışıltılarını kavrayamayanlar tarafından karanlık sanılırlar. Evet ‘yolun kaderidir’ bu. Bugün böyle bir yıldızın, ışığı dünyevi formda sönmüş bir beyin yapıcının yasını tutuyoruz ve fakat sizi temin ederim ki, yakın ya da uzak gelecekte bu mefkure sadece günü değil, çağları aydınlatmaya devam edecektir.
Tarihe üstünkörü bir bakış attığımızda bunun böyle olduğunu sayısız kez görmek mümkün. İster semavi olsun ister dünyevi, yaşadığı çağın üzerinde bir ufka sahip olan her büyük beyin başta içinde bulunduğu toplum tarafından dışlanıp horlanmadan, itilip kakılmadan bu dünya çilesini tamamlamamıştır.
Tarih aynı trajediye ne kadar sık tanıklık etmiştir? Anavatanından sürgün edilen her fazıl insan, yanlış anlaşılmanın ağırlığını göksel küreyi destekleyen Atlas gibi omuzlarında taşımıştır. Mükemmelleştirmeye çalıştığı insanlık tarafından baldıran otu içmeye mahkûm edilen Sokrates; her şeyde Tanrı’yı görmeye cesaret ettiği için toplumundan aforoz edilen Spinoza; çağdaşlarının kavrayamayacağı kadar geniş bir evren hayal ettiği için kazığa bağlanıp yakılan Giordano Bruno. Bu sebeple Hocaefendi kendi zamanları için çok büyük olan bu kutsal zihin soyuna katıldı.
İnsan düşüncesinin takım yıldızlarında bazı yıldızlar kümeler halinde parlar, ışıkları birbirlerini güçlendirir, fikirleri sıradan zihinlerde bile ma’kes bulur. Ancak gerçekten devrimci bir düşünür, diğer tüm yıldızlar onun etrafında dönerken, Kutup Yıldızı gibi tek başına, sabit ve kararlı bir şekilde durur. Yalnızlığı bir seçim değil, hakikate olan sarsılmaz bağlılığının bir sonucu olan Gülen de böyleydi.
Trajedi yalnızca fiziksel sürgününde değil, ondan önce gelen ruhani sürgününde de yatmaktadır. Yanlış anlaşılmak, çok derin görenlerin ve çok doğru konuşanların ebedi kaderidir. Kehanetle kutsanmış ama ikazlarına kimse inanmadığı için lanetlenmiş Truvalı Cassandra gibi, Hocaefendi de çağdaşlarının kabul edemeyeceği kadar rahatsız edici, geleneksel bilgeliğin sığ suları için fazla derin gerçekleri dile getirmişti.
Şimdi önyargıları bir kenara bırakın…
Bilgeliğin kendine özgü matematiğini düşünün: Gerçeğin karekökünün rasyonel akla ne kadar sık mantıksız geldiğini, en değerli içgörülerin geleneksel düşüncenin mağarasına hapsolmuş kişilere nasıl saçmalık olarak göründüğünü. Platon’un alegorisi her nesilde yeni bir hayat bulur, çünkü güneşi görenler sadece gölgeleri bilenleri ikna etmek için mücadele ederler.
İroni keskin ve acıdır: Onu reddeden toplum bir gün onu en haysiyetli evladı olarak sahiplenecektir. Gelecek yüzyıllarda kaç araştırmaya, toplantıya konu olacak, hangi tezler, anma merasimleri gerçekleşecek bilemiyorum. Kaç tez onun her kelimesini ayrıştıracak? Bu tür payelerin ona sevinç vermesi için çok geç olduğunda kaç enstitü onun adını taşıyacak? Kutsi yolun yolcularının değişmez kaderi her zaman şudur: kendi halkı tarafından taşlanması, ancak mezarının torunları tarafından süslenmesi.
Tuvalleri çağdaşlarının anlayamayacağı bir güzellikle parlayan Van Gogh gibi, Hocaefendi de zihinlerin damak tadına göre çok canlı fikirlerle resim yaptı. Onun kavramları, “Yıldızlı Gece”deki dönen yıldızlar gibi, varoluşun kaosunda sadece gelecek nesillerin tam olarak takdir edebileceği kalıpları ortaya çıkardı. Böyle bir vizyonun bedeli, öyle görünüyor ki, bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi, genellikle yalnızlıktır.
Deha ile delilik arasındaki mesafenin başarı ile ölçüldüğü söylenir. Peki kahraman ile hain arasındaki ince çizgi nerededir? Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi, dağından indiğinde pazar yerini (çoğu kez kendi cemaati de dahil) bilgeliğine hazırlıksız bulan Fethullah Gülen, kendini çağının henüz kulaklarını geliştirmediği bir dili konuşurken buldu.
Sürgündeyken, düşüncenin büyük diasporasına, kendi gökyüzleri için fazla parlak olan zihinlerin o dağınık takımyıldızına katıldı. Avrupa’da yükselen karanlık dalgasından kaçan Einstein’ı; İlahi Komedya’sını sevgili Floransa’sından acı bir sürgünde besteleyen Dante’yi; başyapıtlarını Manş Adaları’nda yazan Victor Hugo’yu düşünün, bakışları onu reddeden Fransa’ya sabitlenmişti.
Gurbet ve sürgünün kendine özgü simyası çoğu zaman kişisel menkıbeyi evrensel hakikate dönüştürür. Hocaefendi, reddedilme ve yalnızlık potasından, çağdaşlarının dayatmaya çalıştığı sınırları aşan içgörüler damıttı. Onun düşünceleri, uzak bir yıldızdan gelen ışık gibi, kaynağı söndükten çok sonra bile zaman içindeki yolculuğuna devam edecek bundan eminim. Bakmayın şimdi yaptırılan linç furyasına siz.
Peki bilgeliğin, bilgenin tek başına durmasını bu kadar sık gerektirmesinin sebebi nedir? Belki de en saf haliyle hakikatin milliyeti, mezhepsel bağlılığı, siyasi bağlılığı olmadığı içindir. Yol göstericiye rehberlik eden yalnız yıldız gibi, hakikat de aydınlattığı dünyadan ayrı durur. Gülen bunu anlamış, ancak bu anlayış ona rahatlıktan ziyade yalnızlık getirmiştir.
Büyüklüğün de belli bir geometrisi vardır, tarihin en büyük zihinlerinin yörüngelerini haritalandırdığımızda ortaya çıkan bir model. Çoğu zaman onları periferide, bilinen düşüncenin sınırlarındaki nöbetçiler gibi buluruz, bakışları başkalarının henüz algılayamadığı ufuklara sabitlenmiştir. Gülen Hocaefendi bu sınırlardaki görevini sonuna kadar sürdürmüş, asla dünyevi düzlemin konforlu merkeze çekilmemiştir.
Vefatından sonra yandaşıyla muhalif görünümüyle, tekmili birden medyada yapılan yayınlar sizi yanıltmasın, sabun köpüğü kadar bile kalıcı ve kıymetli değil emin olun. Mesleğe başladığım yılda ilk yazı dizim “Darbeci Basın ve Alkışçılar” isimliydi. Vaktiyle merhum Adnan Menderes için gazete sayfalarında idam sehpası kuranlar, o dönem yazdıklarının yüzlerine vurulmasından acayip rahatsız olmuşlardı.
Hiç unutmuyorum aralarından biri (Vefat ettiği için ismini yazmıyorum) “Herkes vuruyordu, ben de vurdum” demişti! Şu anda bizi rahatsız eden soru, onun fikirlerinin hayatta kalıp kalmayacağı değil – çünkü bu kesin – ama büyüklüğü kendi zamanında tanımadaki tekrarlanan başarısızlığımızdan ders alıp almayacağımızdır. Daha kaç peygamberi taşlamalı, alimi şeytanlaştırmalı, bilgeyi sürgün etmeliyiz? Bilgeliğin kendisini tanıyacak bilgeliği geliştirmeden önce daha kaç vizyoner vatanından uzakta ölmeli?
Şimdilerde kendisini hainleştirip kesinkes reddeden topluma uluslararası tanınırlık kazandıran katkıları, zaferin kendine özgü bir biçimini temsil eder, zaferi kazananın kendisi dışında herkesin yararına olan bir zafer. Sayısız iman kurtaran ama sürekli yalnızlık içinde yaşayan deniz feneri bekçisi gibi, Hocaefendi de göremeyeceği bir geleceği aydınlattı.
Nihayetinde, belki de manevi büyüklüğün özü budur: Başkalarının yönünü bulabileceği sabit bir nokta olarak hizmet etmek, karanlıkta tek başına dururken uzak kıyıları aydınlatan bir ışıkla yanmak. Gülen, tüm gerçek bilgelerin yapması gerektiği gibi, bilgeliğin çoğu zaman gerçeğin soğuk berraklığı için aidiyetin sıcaklığını feda etmemiz gerektirdiğini anlamıştı.
Onun mefkuresini yaşatmak isteyenlere, mermer anıtlar ya da pirinç plaketlerden daha uygun bir övgü teklifime izin verin: büyüklüğü tarih olmadan önce tanımayı öğrenelim. Rahatsız edici gerçeklerle yüzleşme cesaretini, aramızdaki büyük beyin yapıcıları takdir etme bilgeliğini, geleneksel düşüncenin rahat takım yıldızları arasında değil de yalnız yıldızın yanında durma gücünü geliştirelim.
İnsan düşüncesinin gece göğü onun vefatıyla daha karanlık, ancak paradoksal bir şekilde onun varlığıyla daha aydınlıktır. Tüm büyük filozoflar gibi o da gerçek dinleyicilerinin kendi zamanında değil, gelecek yüzyıllarda olduğunu anlamıştı. En azından bu konuda hiçbir zaman gerçekten yalnız değildi çünkü her zaman geleceğe, bize, bir gün anlayacak olanlara konuşuyordu.
Evet, şimdilik bir büyük zata, yalnız yıldızımıza veda ediyoruz. Sürgünü sona ersin ve gerçek yolculuğu başlasın temennisiyle yaşadığı “Şeb-i Aruz”a olan inancımız tam. İnsan ruhaniyetinin gök kubbesinde, gelecek nesillerin hakikate doğru kendi yolculuklarını yönlendirecekleri bir ışık noktası olan sabit yıldızlar arasındaki yerini aldı merhum Hocaefendi.
Ve belki de uzak bir gelecekte, insanlık nihayet kendi zamanının bilgeliğini tanıyacak kadar bilgeleştiğinde, onun yaşamına ve ölümüne, şu anda tüm sürgün mücevherlere baktığımız aynı minnettarlık ve pişmanlık karışımıyla bakacaklar. O zamana kadar, o her zaman olduğu gibi kalacak: Kendi zamanı için çok parlak bir ışıkla yanan, yalnızca gelecek nesillerin yürümeye cesaret edeceği yolları aydınlatan yalnız bir yıldız.
Bu konuda bir yazı daha yazmama müsaade eder misiniz?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***