YORUM | OĞUZ AYAR
2007’de Edirne’de yapılan bir uyuşturucu operasyonunun, Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonuna yol açacağını kimse tahmin edemezdi.
O yıllar tüm dünyayı etkisi altına alan ve Batılı devletlerde başlayan ekonomik krizin etkilerinin her ülkeyi sarstığı bir dönem. Batılı devletlerin piyasaya bolca para enjekte etmesiyle krizin özellikle Türkiye gibi ülkelerde gerçekten hissedilemediği, yalancı baharların yaşandığı, krizin teğet geçtiği günler.
Kredi kurumlarının Türkiye’de de musluklarını açmasıyla birlikte, özellikle inşaat sektörü tarihinde görülmemiş bir yükselişe geçmiş ve AKP iktidarının kendi sermayedarını oluşturma fikrini pratiğe dönüştürme vakti gelmişti.
İşte o an AKP gerçek yüzünü göstermeye başlamış ve yolsuzlukta sınır tanımayan bir canavara dönüşmüştü.
Tam o sıralar çevre ülkeler de hareketli günler geçiriyordu. Irak’ta Saddam sonrası yaşanan istikrarsızlık, İran’da ise ABD ve Birleşmiş Milletlerin uyguladığı ambargolar bu ülkelerin dünyayla finansal entegrasyonunda sorunları apaçık ortaya çıkarmıştı. Buna çözüm arayan bu devletlerden özellikle İran satmış olduğu petrol gelirini bahane ederek çevre ülkeleri özellikle de Türkiye’yi bir banka gibi kullanmaya başlama kararı aldı.
Kredi maliyetlerinin düşmesi ve Irak ve İran’ın inanılmaz boyutlardaki paralarının Türk ekonomisinin içine yasa dışı yollarla girmesi, ekonomide bir bahar havası yaratmış ve herkesi aldatmıştı.
Tabii bu banka gibi çalışmanın bir bedeli olacaktı ki bunun sıfırlanmaya çalışılan paralar olduğu yıllar sonra anlaşılacaktı.
Rıza Sarraf, Babek Zencani, Habbaniler, Anıllar, çeşitli döviz büroları… Bunların hepsi, İran ve Iraktan gelen tüm paraları, altınları, Türkiye üzerinden dünyayla buluşturma görevini üstleniyordu. O zamanlar yapılan çalışmalarda Rıza Sarraf gibi 350 tane kuryenin olduğu tespit edilmişti. Bunlar bir taraftan ambargoları delmek için işlemler gerçekleştirirken bir yandan da uyuşturucu parasını, sigara kaçakçılığı parasını, petrol kaçakçılığı parasını sistemde aklıyorlardı. Türkiye tam bir yasa dışı kurye faaliyetlerinin döndüğü bir yer ve özellikle İran devletinin mali istihbarat operasyonlarının merkezi halini almıştı.
İşte bunlar için koca koca adamlar İran adına çalışanların önlerine yatıyordu. Herkes mutluydu. İranlılar işlerini yapıyordu, Türkiye’nin bakanları, başbakanları, bürokratları paylarını alıyordu.
O sırada halk ise yollar, inşaatları gördükçe mutluluktan uçuyordu. 17 Aralık operasyonu olmadan bile aslında vatandaş yolsuzlukların yapıldığının farkındaydı. O zamanlar bile yolsuzluk yapıyorlar ancak yol yapıyorlar diyorlardı.
Vatandaş neden mutluydu. Çünkü istediğini alabiliyordu. Parası yoktu ancak kredisi vardı. Kupon arazilerden ev satın alıyordu, arabalar alıyordu. Ülkenin milli geliri artmıyor ancak borcu artıyordu. Ne de olsa borç yiğidin kamçısıydı.
2002’de 43 milyar dolar civarında olan özel kesim dış borcu 2010’lu yılların başında 200 milyar dolar civarına gelmişti.
Bir tarafta yaptığı yolsuzluklarla dünyanın en zengin devlet başkanı olduğu iddia edilen bir başbakan varken bir tarafta da tepeden tırnağa borca batmış, doğmamış torununu bile borca sokan bir halk vardı.
17 Aralık operasyonu ise bu durumun sadece cümle aleme ilanı olmuştu. O dönem birçok kişinin açıklamaları konuyu net olarak ortaya koymuştu ancak en etkili açıklamayı dönemin TOKİ’den sorumlu bakanı ifade etmiş ve itiraf etmişti. “Her şeyi Başbakanın emriyle yaptım. Başbakan derhal istifa etmelidir.”
Ama beklenmeyen bir şey oldu ve “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözü, bir atasözü olarak lügatimize girdi. Halk kendinden çalınan paralarla gününü gün eden siyasetçilere ve bürokratlara sahip çıktı.
Yıllar içinde ise bu yolsuzluk ekonomisinin devam edebilmesi için işi hak edenlerin değil sisteme sadık olanların düzeni kurulmuş oldu. Belki de ülkenin iflas etmesinin önünde bir engel olarak duran bir grup insan ise yeni Türkiye normalleri gereği işlerinden el çektirildi. Bununla da yetinilmedi ve yıllardır süren zulümlere maruz kaldılar.
Diğer taraftan, dünyada son birkaç yıldır baş gösteren ekonomik krizin kaçınılmaz olarak Türkiye’ye de olumsuz etkileri olacaktı. Ancak, bu kriz 2008’deki ekonomik krize hiç mi hiç benzemiyordu.
Malum, 17 Aralık’la başlayan sürecin sonucu olarak, Türkiye devletinin tüm kurumları iflas etmiş durumda. Artık tepeden tırnağa herkes yolsuzluğa bulaşmış. Vatandaşın yaşadığı sıkıntılar kimseyi ilgilendirmiyor. Vaziyet öyle bir hâl almış ki, halka kuru ekmekten fazlasını bile layık görmüyorlar.
Vatandaş eskisi gibi borçlarını da döndüremiyor. Borçluların çoğu işlerini kaybetti. Zaten daha önce de borcu borçla döndürüyorlardı.
Şimdi devletler, bankalar para musluklarını da kapattılar. Piyasalarda para bolluğu kalmadı. Öyle olunca da takke düştü kel göründü.
Euro 10 lirayı Dolar 9 lirayı buldu. Merkez bankasında döviz rezervi kalmadı. İşsizlik, TUİK’in başına kendi adamını koymasına rağmen inanılmaz boyutlarda. Asgari ücretle sadece ev kirası ödenemeyecek noktaya gelinmiş.
İflaslar, işyeri kapatmalar, icralar, intiharlar artık sıradan 3. sayfa haberlerine dönmüş durumda.
Bugün 17 Aralık aktörlerinden bir kısmı, hırsız yakalamanın mükafatı olarak maalesef hapishanelerde, verdiği rüşvetlerle bürokratları, bakanları, başbakanları önünde diz çöktürenler yurtdışında tüm suçları itiraf etmiş olarak Amerikalarda, rüşvetleri alanlar ise para sayma makinaları ile paralarını saraylarında saymaya devam ederken, doğar doğmaz borçlu doğan vatandaşlar ise ekonomik sıkıntılardan inim inim inlemeye devam ederek hayatlarına devam etmektedir.
Sonuç olarak, “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” noktasından, “Sadece çalıyorlar” noktasına gelmiş olduk. Bu işin bu noktaya varacağı belliydi ancak olan 80 milyonluk ülkenin geleceğine olmuş oldu.
Hırsızları yakalayanları değil hırsızları verseydik bugün bambaşka bir Türkiye konuşuyor olacaktık belki de.
Evet biz, sarı öküzü verdiğimizde kaybettik maalesef.