M. NEDİM HAZAR | YORUM
Kıymetli dostlar başladığımız “yeni Faz” serimize devam edeceğiz ancak güncel bir yayın organında yazmanın birtakım cilveleri oluyor. Bazen araya bazı mevzular giriyor ve siz kayıtsız kalamıyorsunuz. Bu yazıyı da böyle görmenizi istirham ediyorum. Yoksa seri yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz şüphesiz.
Hatta daha enteresan bir noktayı hatırlatayım. Aslında değerli gazeteci Kerim Has’ın yayınladığı ve benim çok önemli bulduğum bir video üzerine analiz yapmayı düşünürken, onun da üzerine bambaşka ve belki biraz daha magazinel bir mevzu geldi: Cevheri Güven’in tişörtü hakikati idrak seviyemiz.
Sırayla izah edeceğim…
Önce Kerim Has’ın şahsen çok önemli bulduğum videosuna değineyim.
Malum bilenleriniz vardır gazeteci Kerim Has, Rusya’da yaşayan bir meslektaşımız ve dünyada yaşanan gelişmelere Kremlin perspektifinden bakarak, alışılmışın dışında açı geliştiren benim kıymet verdiğim gazetecilerden. Rusya’da gazetecilik yapıyor ama Rusların sözcüsü filan değil, onu da belirteyim.
Kerim ve Kremlin isimli Youtube sayfasında genellikle çok önemli analizlerini yayınlıyor.
Malum 15 Temmuz’un yıldönümünde pek çok gazeteci binlerce kez dillendirilen aynı şeyleri tekrar ederken Kerim çok önemli bulduğum bir video yayınladı. Videonun linki şurada.
Kerim Has’ın klasik 15 Temmuz analizlerinden ayrıldığı temel nokta şuydu: Gülen Cemaati’ne gönül veren askerler Türk ordusu içerisinde hiçbir kesime angaje olmayan, bağımsız ve bağlantısız bir askeri yapı ortaya çıkarmıştı. Hem NATO hem de sair dünya güçleri kontrol edilemez buldukları bu yapıyı el birliği ile yok etmek adına Tayyip Erdoğan iktidarını kullanarak, tehlikeyi bertaraf ettiler. 15 Temmuz, Türk ordusu içindeki bağımsız yapılanmayı imha hareketinden başka bir şey değildi!
Kendisine gazetecilik vasfı yakıştıran kimileri Ebu Seleme küfürbazlığıyla haftalardır cerbeze yapıp dururken Kerim Has’ın bu analizini hayli kıymetli bulduğumu belirtmek isterim.
Gülen Cemaati’nin 2011 yılından itibaren sistematik bir şekilde imha edilmesine dair, çok boyutlu ve çok uluslu bir projenin uygulandığına dair kanaatim her geçen gün güçleniyor.
Evet, malum çevreler daha önce de -kendilerince- tehlikeyi sezmiş ve 28 Şubat’tan beri en az üç/dört kez Gülen Hareketi’ni imha için eyleme geçmişlerdi. Bunun için devletin içindeki Ergenekon yapılanmasından tutun da ülkücü kesimi, CHP’li seküler yobazlardan tutun da dinbaz kesimi de ayrı ayrı kullanmaya kalkışmış, ancak muvaffak olamamışlardı.
Başarılı olmanın tek yolu vardı; ortak hareket etmek.
Bu strateji beni İslam’ın ilk yıllarına kadar götürüyor.
Hatırlayalım…
Mekke uluları Müslümanlığın hızla ilerlediğini ve Müslüman sayısının arttığını görünce her türlü çareye başvurmuşlardı. Boykottan işkenceye, sürgünden mala mülke çökmeye kadar günümüzde denenen pek çok yöntemi ta o zaman denediler.
Ancak hiçbir strateji işe yaramıyordu.
Bir yandan baskı ve zulümler artarken Hicret onayı geldi ve Müslümanlar çok kısa bir süre içerisinde Mekke’yi terk etmeye başladılar. Geride esir tutulanlar, köleler ve Hz. Peygamber dışında iki kişi kalmıştı. Ali ve Ebu Bekir.
Aslında Kureyş ulularının en çok korktuğu hususlardan biri de bu üç ismin de hicret etmesiydi. Zira o zaman Müslümanların Medine’de önemli bir güce dönüşeceğini ve bunun da Mekke’nin ticari hayatından iç yönetime kadar pek çok şeyi olumsuz etkileyeceğini çok iyi biliyorlardı.
Sefer ayının 26’sı, pazartesi gününe denk gelmişti. Müşriklerin yönetim yeri olan Dar’n-Nedve’de bir araya gelen Kureyş uluları şu isimlerden oluşuyordu: Ebû Cehil, Cübeyr İbn Mut’im, Tuayme İbn Adiy, Hâris İbn Âmir, Utbe ve Şeybe İbn Rebîa kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr İbn Hâris, Ebu’l-Bahterî, Zem’a İbn Esved, Hakîm İbn Hizâm, Nübeyh ve Münebbih İbni’l-Haccâc kardeşler ve Ümeyye İbn Halef… hepsinin 40’ın üzerindeydi.
Neredeyse 14 yıla yakındır bir türlü baş edemedikleri Müslümanlar meselesinin artık tüm Arap dünyasına yayılacağının farkındaydılar. Son ve önemli bir adım atmak için bir araya gelmişlerdi. Bu arada ilginç bir ayrıntı. O gün o mecliste, daha önce hiç görmedikleri bir yabancı kişi de vardı. Kaynaklar şöyle anlatıyor: “Hiç tanımadıkları, kıyafeti kaba ve Necidli olduğunu söyleyen sarıklı bir ihtiyar da çıkagelmiş; heyetlerine katılmak için kapıda bekliyordu. Telaşla:
– Bu ihtiyar da kim, diye sordular.
– Necid’den bir ihtiyar; sizin dayıoğullarınızdanım! Burada, çok önemli bir iş için bir araya geldiğinizi duydum ve belki benim de size bir faydam dokunur diye geldim! İstemiyorsanız çıkar giderim, diyordu.
– Dayıoğlu demek bizden demektir! Necid’den gelip de aramızda casusluk yapacak değil ya! Nasılsa Mekkeli değilsin, dediler ve onu da içeri buyur ettiler.”
Söze Ebu Cehil başladı. Tehlikeyi tanımladı İslam Firavun’u: “Şu adamınızın halini biliyorsunuz; şayet aranızdan ayrılıp da bir başka yerde güç toplayıp üzerinize saldırırsa sürekli başınız ağrıyacak demektir. Bu durumdan kurtulmak için fikrinizi söyleyin ve haydi, bir araya gelmenin hakkını verin!”
Kısa sessizlik sonrasında bir ses duyuldu: “O’nu demirlere bağlayıp hapsedin; üzerine kapıları kapatarak beklemeye durun. Nasıl olsa bir gün, kendisinden önceki şairlerin başına geldiği gibi O da ihtiyarlayacak ve ölüp gidecek!”
Bu fikrin sahibi Müslümanlara karşı görece merhametli olan Ebu’l Bahteri’den başkası değildi.
“Öldürme, zaten ölecek!” diyordu bir Çin atasözü. Ebu’l Bahteri bir ara formül bulmuştu kendince. Bu çok ilginç karakterin pek bilinmediğini düşünüyorum, bir gün sadece bu karakteri ele alan bir yazı kaleme almayı da çok isterim.
Ebu’l Bahteri’nin meseleyi çok insaflı bir noktadan açması Necidli İhtiyar’ın sert tepkisine sebep oldu.
“Vallahi de ben aynı görüşte değilim! Çünkü bu, asla çözüm olamaz! Dediğiniz gibi O’nu hapsetmiş olsanız da bu iş, üzerine kapattığınız kapı ve etrafını çevirdiğiniz duvarları aşarak arkadaşlarına ulaşır. Sonra da üzerinize saldırır ve O’nu sizin elinizden alıp götürür, böylece dışarıda güç elde ederek size yeniden saldırırlar. Bu, asla bir çözüm değil; siz başka bir çözüm üretin!”
Daha farklı bir fikir geldi sonra: “O’nu aramızdan söküp atalım ve yurdumuzdan çıkarıp sürgün edelim; nereye giderse gitsin! Böylelikle O’ndan kurtulmuş oluruz! Bizden ayrıldıktan sonra da vallahi, O’nun nereye gidip yerleştiği bizi hiç ilgilendirmez…”
Ortamın Hz. Yusuf’u öldürmeyi kafasına koymuş kardeşler havasında olduğunu siz de hissettiniz değil mi? Ancak bu teklifi de çok yumuşak buldu Necidli İhtiyar. Sanki şeytan insan suretinde bu toplantıya katılıyordu: “Vallahi bu da çözüm değil! Sözündeki güzellik, mantığındaki insicam ve siretindeki letafeti görmüyor musunuz; bunlar, insanların kalbine nüfûz eder ve yine O, bir gün karşınıza çıkar. Şayet böyle yaparsanız, gün gelir O, meziyetleriyle arkasında kitleleri hareket ettirir ve böylelikle siz, kendilerinden söz aldığı kabileleri karşınızda buluverirsiniz! Gelir ve sizin elinizdekilere göz dikerler ve o zaman da siz, hiçbir şey yapamazsınız. En iyisi siz, başka bir çözüm arayın!”
O gün o mecliste kim bir fikir söylediyse Necidli İhtiyar hepsini teker teker savuşturuyordu, bunu yaparken de Hz. Peygamberin ilerde nasıl kontrol edilemez bir tehlikeye dönüşeceği tezini işliyor ve özellikle Ebu Cehil gibilerin korkularını sürekli diri tutuyordu. Ebu Cehil sonunda “Lafı uzatıp, eveleyip gevelemeye gerek yok, söyle bakalım ihtiyar senin fikrin nedir?” diye sordu.
Cevap önceden hazırlanmış bir plandı aslında: “Bana kalırsa kesin çözüm, her bir kabileden eli silah tutan, çevik ve atak, attığını vuran ve vurduğunu da deviren gençler seçmek. Hep birlikte üzerine, keskin kılıçlarıyla saldırsınlar ve tek bir vuruşla O’nun işini bitirip öldürsünler ve siz de O’ndan kurtulup rahat edin! O’nu bu şekilde öldürünce de malûm kanı kabileler arasında dağılır ve böylelikle Abdimenâfoğulları, bu kadar kavmi karşısına alıp da onlarla savaşmaya cesaret edemez; önlerinde sadece diyet alternatifi kalır ki, onu da biz öder ve bu işi, bir diyet ödemekle bitirmiş oluruz!”
Bu korkunç fikir o anda, o ihtiyardan çıkacak bir şey değildi şüphesiz. Önceden yapılmış, ölçülüp, biçilmiş sinsi bir planın son aşamasıydı.
Merhum Necip Fazıl, Adnan Menderes’in idamından sonra yazdığı “O Zeybek” şiirinde şöyle der: “Kızanlar dört yandan hep abandınız / Zeybeğin kanına ekmek bandınız!”
Dört yandan değil, her yandan abanacak ve İslam peygamberinin kanına ekmek banacaktılar!
Siyer’in öncülerinden Nureddin Halebi’nin Sire’sinden aktardım buraya kadar olanı.
Bu durum Enfal suresinde şöyle aktarılır: “Hani o küfredenler seni, elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar yahut öldürsünler mi veya ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar hazırlıyorlardı. Onlar böyle tuzaklar hazırlayadursun, Allah Kendi iradesini uygulamaya koyuyor (ve onların tuzaklarını kendi başlarına dolanacak bir tuzak haline getiriyordu). Allah, tuzakların hayırlı olanını kuran ve tamamen hayra dayalı Kendi iradesini hakim kılandır.” (Enfal: 30)
Pek çok İslam tarihçisi Hz. Peygamber’e Hicret izninin bu toplantı sonrasında geldiğini yazar.
Evet ertesi gün Hicret etmeyi planlamıştı ama o akşam da çok tehlikeliydi, çünkü müşrikler bir tuzak kurmuşlardı!
Tam bu esnada devreye Cebrail girdi ve o akşam yatağında yatmaması konusunda Hz. Muhammed’i (SAV) uyardı.
Müşrik konsorsiyumu Hz. Peygamberin evini basıp yatağında Hz. Ali’yi görmenin şokunu yaşarken, Fahr-i Kainat çoktan Medine’ye doğru yola çıkmıştı!
Küfrün tüm bileşenleri kendilerince büyük bir tezgâh planlamıştı ama Enfal 30’da da vurgulandığı üzere gerçek tuzak kurucunun tuzağına düşmüşlerdi.
Gazeteci Kerim Has’ın çok doğru olarak yaptığı tespitteki gibi, Türk ordusu belki de tarihinin en bağımsız yapısına kavuşmuşken, büyük bir konsorsiyumun yaptığı büyük bir plan uygulanmaya koymuş ve bu tuzak çok ama çok geç fark edilmişti.
Özellikle havuz şeysilerinin uzak durduğu mahkeme tutanaklarına baktığımızda, aslında şu anda darbeci diye hapiste tutulan askerlerin birçoğu, belki de çok daha büyük bir katliamın önüne geçebilmişti ancak.
Belki tuzağın büyüklüğünü anlayamamak, belki suret-i haktan görünenlerin ihaneti ya da ahmaklığıyla yaşanan kanlı tiyatro sonrasında olanları maalesef kimse değiştiremedi.
Ortaya çıkan kanlı tablo, arzu ettiklerinin belki onda biri kadar bile değildi ama nihayetinde arzu ettiklerini yapabileceklerdi.
Ve cumhuriyet tarihinin en büyük kitlesel kıyımı gerçekleşti.
Yıllardır büyük fedakarlıklarla yetişmiş bu ülkenin en kaliteli değerlerini çok kısa bir sürede yok ettiler.
Bu kıyımın ülkeye olan zararı o kadar büyük ki, günün zalimleri bugün defolup gitseler bile onarması belki on yılları alacak bir hasar aldı Türkiye.
Ha, bu durum kimin umurunda, o ayrı!
Bu ve bunun gibi konular üzerine kafa yoran o kadar az insan var ki…
Cevheri Güven de samimiyetle bu işlerin üzerine gidenlerden biri.
15 Temmuz’un planlayıcılarının yaptıkları tarihte eşi benzeri görülmemiş vurgunu, ülkenin nasıl bir karanlığa gittiğini anlatmaya çabalıyor her videosunda. Ne muktedirin uzattığı havucu yutuyor ne de cemaate duyduğu kin ile savruluyor.
Kimseye atar/gider yaptığı da yok.
Vaktiyle cemaatin tüm nimetlerinden istifade ederken “gık”ı çıkmayıp, küflü taşların altlarına saklanıp, bir mazlum dayak yerken ortaya çıkıp bir tekme de ben atayım zihniyetinde olanlardan da değil.
Onun derdi başka!
Son videosunu izlediniz mi bilmiyorum.
Alışılmışın dışında bir görsel dizaynla çıktı seyircisinin karşısına Güven.
Bilirsiniz Cevheri Güven’in artık klasikleşmiş bir görüntüsü vardır. Son derece sade bir masa arkasında durur ve giydiği kapşonlu eşofmanıyla dosyalarını izah ederdi Güven.
Daha sonra eşofmanı bıraktı ve gömlekleriyle videolarını sunmaya başladı.
Bahsini ettiğimiz son videosunda hem sunum yaptığı mekanda birkaç küçük dekor değişimi yapmış hem de hani biraz da Acun Ilıcalı’yı hatırlatan bir tişört ile çıkmıştı seyircisinin karşısına.
Ancak anlattıklarında değişik bir şey yoktu. Yine bozulan Türkiye’den, mafyalaşmadan, yolsuzluklardan, arsızlıklardan bahsediyordu.
Ancak bu videonun bir iki gün sonra enteresan bir paylaşım yaptı. Şöyleydi:
Yaklaşık 350 bin kere görüntülenmiş olan bu paylaşım aklıma bambaşka bir olayı getirdi.
Allah rahmet eylesin rahmetli Meral Okay ile festivallerde karşılaşa karşılaşa tanışmıştık.
Hiç unutmuyorum bir sohbetimizde Türk seyircisinin seviyesine dair enteresan bir hatırasını nakletmişti. O dönemin en sevilen dizilerinden olan ve hatta zamanla bir “kült”e dönüşen Asmalı Konak dizisinin de senaristiydi Meral Hanım. Kurtlar Vadisi’nin efsaneye dönüşmesinden öncesidir bu naklettiklerim.
Bir sanat eserinin külte dönüşmesini şöyle izah edeyim. Örneğin bir dizideki kahramansınız, rol gereği ölünce sizin adınıza helva kavuruluyor, hatta gıyabi cenaze namazınız kılınıyor gerçek hayatta. Ya da mağaza vitrinlerine “Polat Alemdar Paltosu gelmiştir” filan yazıyorlar.
Asmalı Konak’ta böyle bir şey yaşanıyor. Dizinin baş kahramanı Seymen Ağa, kaza geçiriyor, vücudu perişan halde günlerce hastanede yatıyor. Tıp aciz ve çaresiz. Derken,. Bir kocakarı merhemi getiriyorlar ve Seymen’in bedenine sürüyorlar. “Hoooop” iki günde iyileşiyor Seymen.
Meral hanım bunu anlatırken ben gülmeye başladım. “Dur daha gülünecek yere gelmedik!” dedi. Ben dizideki mantıksızlığı anlatmak istediğini düşünmüştüm ama öyle değildi.
Her neyse, dizinin bu merhemli bölümü yayınlandıktan sonra ATV’nin telefonları kilitleniyor. Onbinlerce seyirci, “Acaba o dizideki merhemin ismi nedir, bizim de hastamız var!” diyerek bir dizideki merhemin ismini ve tarifini istiyorlar!
Cevheri’nin tişörtü bana bu olayı hatırlattı.
Siz istediğiniz kadar meseleleri ciddiyetle anlatın, ama DM kutunuz “Acaba giydiğiniz tişörtün markası nedir?” sorusuyla doluyor.
Şimdi bu kitleye Dar’un-Nedve’yi, Necidli ihtiyarı anlatsanız ne olacak? Muhtemelen ihtiyarın giydiği entarinin markasını soracaklar!
Bu yazı popüler olsun diye, tamamlayanlara Cevheri Güven imzalı tişört mü dağıtsak?!
Seymen Ağa sekansları:
https://www.youtube.com/watch?v=_VjJ-zzXdPg
https://www.youtube.com/watch?v=-br_ZQHEb48
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***