PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Bugün 24 Nisan 2024. Tam 109 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ceberut İttihat ve Terakki Partisi’nin baskıcı rejimi altında milyonluk bir tebaa yok edildi. Ülkesini, ‘kaybedilen toprakları’ geri almak, yani yeniden imparatorluğu restore etmek ve onu bir milli imparatorluğa dönüştürebilmek için Büyük Savaş’a (Birinci Dünya Savaşı’na) sokan İttihatçı kafa, savaş süresince etnik temizlikçi ve homojen toplum yaratmaya yönelik bir siyaset izledi.
Bu siyasetin en önemli yapı taşlarından biri, gayrimüslim toplum unsurlarının – imparatorluk bakiyesinin – ortadan kaldırılmasıydı. Büyük Savaş, İttihatçı otoriter tek parti liderliğine bu korkunç ve yıkıcı planı hayata geçirme olanağı sundu. Milyonlarca Osmanlı tebaası insandan oluşan bir halk ortadan kaldırıldı. ‘Tehcir ve imha’ odaklı acımasız siyasetin sonucunda sayıları ciddi kaynaklarda bir ila bir buçuk milyon arasında tahmin edilen Ermeni nüfus yok oldu. 1920’lerin başında Türkiye topraklarında sadece 100 bin kadar Ermeni kalmıştı.
19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, 1789 Fransız Devrimi’nin ve onun beraberinde getirdiği, tüm milletlere kendi ulus devletini kurma sözünün sonucu olan gelişim süreçlerinde, Osmanlı İmparatorluğu da tıpkı Rus Çarlığı ve Avusturya Macaristan gibi çok uluslu imparatorluklar gibi beklenen bir çözülme sürecine girmişti. İmparatorlukta başta Balkanlar ve Ortadoğu olmak üzere, bu akımdan etkilenmeyen hiçbir etnik grup yoktu. İttihatçı kadro, bu süreci metazori engellemeye çalışırken, ideolojik olarak birlik sağlamaya yetmeyen kimlik kategorilerinin yerine “Türkçülük” ve “Türk” kimliğini enstrümentalize etmeye başlamışlardı.
Bu çerçevede elde kalan Güneydoğu Avrupa ve Ortadoğu topraklarında Osmanlı demografisini Müslüman ve Türk olarak yeniden inşa etmek üzere kolları sıvamışlardı. Bu stratejik yaklaşım Arnavutluk, Makedonya ve Bosna’da tutmadı. Erime hızlandı, Birinci Dünya Savaşı, Balkan savaşlarının ardından bu süreci nihai olarak noktaladı. Ortadoğu’da ise Araplar yine Büyük Savaş içerisinde, Osmanlı’nın karşısında olan Britanya’nın da desteğiyle Osmanlı otoritesine karşı ayaklandı. Bu ayaklanmada İttihatçıların çok kültürlü ve ümmet kimliğine dayalı Osmanlı kimliğini Türk üstünlükçü bir bağlama çekip, Türkçülük bazlı bir etnik-ırkçı kimliği benimsemesi katalizör etkisi yapmıştı.
İttihatçılar Rus-Osmanlı cephesindeki mücadeleler esnasında Osmanlı-Rus cephe hattının gerisinde Ermeni çetelerin isyanlarıyla karşılaştı. Tüm diğer Osmanlı tebaası gibi Ermenilerden de bir grup kendi ulus devletlerinin kuruluşuna odaklanmaktaydı. Osmanlı Devleti Türkleştikçe ve kozmopolit olma özelliğini kaybettikçe bu akım imparatorluğun her yerinde patlak vermişti. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, akabinde diğer Balkan milletleri, birbirleri ardına bağımsız devletlerini kurmak üzere ayaklanmış, Osmanlı merkezi idaresi askeri güç kullanarak bu isyanları bastırmış, çok travmatik ve milli aidiyetleri tanımlayıcı önemde kurtuluş mücadeleleri yaşanmıştı.
Böylece Osmanlı ve onun eski tebaaları birbirlerini ‘ötekileştirdiler’ ve milli kimliklerinin referans noktası haline getirdiler. Böylece örneğin müstakil Yunan, Sırp veya Bulgar kimlikleri ve tarihleri oluşurken, bu yeni ulus devletler Osmanlı-Türk kimliğini kendilerinin ötekisi olarak konumlandırdılar. Aynı durum Ermeniler için de geçerliydi. Ancak Balkan devletlerinin aksine Ermeniler, Osmanlı’nın merkezi topraklarına çok daha yakındı. Rus cephesinin de sağladığı görece puslu atmosfer içerisinde İttihatçılar Ermeni isyanlarını bahane ederek etnik homojenleştirme planını uygulamaya koydu.
Buna göre nüfus yoğunluğu bulunan ve Ermenilerin demografik üstünlüğünde olan bölgeler başta olmak üzere, tüm Osmanlı bölgelerinden Ermeniler tehcir edilecek, yani zorunlu göçe maruz bırakılacaktı. Osmanlı Dâhiliye Nazırlığı çok ayrıntılı olarak bu ‘operasyonu’ planladı ve orduyla beraber uygulamaya geçirdi. Bazılarının iddia ettiği üzere ad-hoc bir uygulama olmadı. Planlama ve uygulama safhası oldukça profesyonelce tatbik edildi.
Özellikle vurgulanması gereken nokta, zorunlu göç uygulamasının salt sınırlı ve hudut-cephe bölgelerini kapsamaması, yurt sathında gerçekleştirilmesiydi. Bir diğer vurgulanması gereken nokta ise suçun şahsiliği uygulamasının terk edilmesi ve kolektif cezalandırma ve Sippenhaft (aile boyu cezalandırma veya takibat) uygulamalarının devreye sokulmasıydı. Diğer bir ifadeyle, devlete isyan eden çetecilerle mücadele ve bu çerçevede sadece suça karışmış olanların cezalandırılması gibi bir hukuk devleti uygulaması tercih edilmedi; bilakis isyan eden çok küçük yüzdelerde bir grup Ermeni çeteci bahane edilerek milyonlarca sivil, kadın, bebek, çocuk ve yaşlı dâhil, topluca cezalandırıldı.
Tüm Ermeniler, etnik kökenleri temel alınarak topluca zorunlu göç uygulamasına tabi tutuldu. Bu insanların vatandaşlık ve anayasal (Kanunu-u Esasi’ye dayalı) en temel hakları ihlal edildi. Türkiye’nin kısmen kabul ettiği zorunlu göç uygulamasının gayrı hukukiliği son derece açıktır. Kaldı ki modern soykırım tanımlarında bir halkın kendi yurdundan (otantik topraklarından) göç ettirilmesi ve bu yolla etnik mühendislik yapılması da kati olarak soykırımdır. Yani, “Biz Ermenileri öldürmedik, sadece onları başka bir bölgeye naklettik!” argümanı da soykırım yapılmadığına dair bir geçerli argüman oluşturmuyor.
Bunu tespit ettikten sonra, şimdi gelelim meselenin diğer boyutuna…
Zorunlu göçe tabi tutulan milyonlarca insan, yüzlerce kilometre yaya olarak yürütüldü. Dağ, ova, çöl, nehir gibi gayet zor topografya koşullarında, açlık, susuzluk, en temel barınma koşullarından yoksun, salgın hastalıklar ve sistematik öldürme, tecavüz ve işkencelere maruz bırakılarak Suriye çöllerine kadar nakledildi. Bu esnada inanılmaz rakamlarda insan kaybı yaşandı. Dahası Suriye’deki toplama alanlarına ulaşan Ermenilerin çok ciddi bir bölümü de sistematik olarak öldürüldü, toplu infazlara maruz bırakıldı.
Ermeni kız çocukları ve genç kadınların ciddi bölümü ailelere evlatlık olarak verildi ve asimile edilerek Müslümanlaştırıldı ve Türkofon hale geldi. Yine bu genç kızların ve kız çocuklarının önemli bölümü ikinci eş ya da cariye olarak güçlü ve varlıklı Müslüman erkekler tarafından alıkondu. Türkiye’de halen on binlerce insanın babaanneleri ve anneanneleri bu zorla alıkonan, tecavüze uğrayan, büyük acılar ve travmalar yaşayan insanlar ya da onların çocuklarıdır.
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bugünkü Türkiye sınırları içerisindeki nüfusun yüzce yirmi ila yirmi beşi Hristiyan’dı. Diğer bir ifadeyle her dört ya da beş Osmanlı vatandaşından biri Hristiyan’dı, yani Rum, Ermeni veya Süryani’ydi. 2024 itibarıyla bu oran yüzde 0.23’tür. Yani binde iki civarındadır. Bu oran Ortadoğu ülkeleri arasındaki en düşük oranlardan biridir.
Ermeni Soykırımı (ve onunla aynı habis amaçlara hizmet eden Rum Soykırımı ve Süryani Soykırımı) Anadolu demografisini tümüyle değiştirdi. Yapılan bir etnik temizlikti. Sırpların Boşnaklara yaptığının aynısıydı; tek farkla, oransal olarak Ermenilerin yüzde doksan dokuzu ortadan kaldırıldı (ya böldürüldü, ya da sürüldü), oysa Sırplar etnik temizlik politikalarında en azından tümüyle başarılı olamadılar.
Ermenilerin başına gelenler bitmemiş bir soykırımdır. Neden?
Çünkü bu soykırımın faillerinin ve planlayıcılarının kafa yapısı hukuk ve kamu vicdanı önünde mahkûm edilmedi. Türkiye devleti kurulduğunda bunun fırsatı mevcuttu. İstense rahatlıkla temiz bir sayfa açılabilir, belki de insanlık tarihine örnek olarak geçebilecek bir hümanist siyaset takip edilebilirdi. Yiten canlar elbette geri gelmezdi; ama hayatta kalanlara ve onların çocuklarına gasp edilen malları iade edilebilir, vatandaşlık verilebilir, özür dilenebilir, Ermenilerin (ve Rumlarla Süryanilerin) başına gelenler Türkiye tarihinin ve kimliğinin ana öğelerinden biri haline getirilebilirdi.
Oysa bunlar yapılmadığı gibi, tam tersi yapıldı. 1) Gerçek reddedildi. 2) Zorunlu göçe bahane üretildi, İttihatçıların argümanları (çetelerin isyanı, düşmanla işbirliği, Müslümanlara saldıran komitacılar, vs.) aynen benimsendi ve resmi tarihe eklemlendi. 3) Soykırım veya katliam yerine “mukatele” (karşılıklı kıyım) terimi kullanıldı, ve son olarak 4) Osmanlı Devleti’nin karşısına çeteler çıkarıldı; ama Osmanlı’nın bir devlet olduğu ve kendi hukukuna bağlı kalmak zorunda olduğu gerçeği yok sayıldı.
Sanki çetelerin yaptığı neyse, Osmanlı hükümeti de aynını yapabilirmiş türü bir mantık izlendi. Suçun şahsiliği ilkesi tümüyle ihlal edilmişken, bu Cumhuriyet tarafından görmezden gelindi, yok addedildi, hatta belirli koşullarda, devletin güvenliği söz konusuysa bu yapılabilir mesajı verildi.
Cumhuriyet rejimi özetle “Ermeniler isyan etti ve biz de gereğini yaptık!” diyordu. Bu resmi tarih doktrini genç kuşaklara bir asır boyunca okul kitapları ve müfredat aracılığıyla dayatıldı. Bu sürece her türlü akademik-eleştirel düşünce bastırıldı, en ağır şekilde yaptırımlara maruz bırakıldı.
Yunanlarla beraber Ermeniler modern Türkiye tarihinin hasmı ve “Türk kimliğinin” ötekisi haline getirildi. Toplumda Ermeni adeta bir küfür olarak algılandı. İşte bu nedenlerden dolayı Ermeni Soykırımı halen devam ediyor. Hem retçi siyaset devam ediyor ve Türkiye devleti tüm gerçeklere karşın halen Osmanlı Devleti tarafından işlenen korkunç suçu ret ve inkar ediyor, hem de bu suçun örüntüsünü aynen takip ederek benzeri suçları işliyor, onlara da benzer bahaneler üretiyor.
Mesela Alevilerin ve Kürtlerin başına gelenler, 6/7 Eylül Pogromu, Varlık Vergisi uygulaması, Şark Islahat Planı, 2016 sonrası KHK’lılara ve Gülen Hareketi’ne yapılanlar gibi örneklerde Ermeni Soykırımı’nda izlenen kolektif cezalandırma ve meşrulaştırma stratejilerinin izlendiği açık. Diğer bir ifadeyle Ermeni Soykırımı, aynı zamanda bir taktik-strateji olarak Türkiye Devleti tarafından galen örnek uygulama olarak alınıyor ve başka hedef gruplara karşı uygulanıyor.
Türkiye’nin bu kara lekesi sadece geçmişe ilişkin ‘entelektüel’ ve ‘hümanist-etik’ bir mesele değildir. Aynı zamanda gayet pratik politik ve hukuki sonuçları olan, gayet güncel ve işlevsel bir meseledir. Son olarak, Ermeni Soykırımı’na yönelik 100 yıldır kullanılan diskur, ortalama Türkiye insanını vicdansızlaştırmış, onun yüreğini ve vicdanını nasırlaştırmış, benzer suçlar karşısındaki insani tepki ihtimalini de büyük oranda nötralize etmiştir.
Ermenilerin çökülen mallarından meşruiyet devşiren özel mülkiyet gaspından devletin fetişleştirilmesine, kutsal tanrısal devletten paryalığa, otoriter lider kültünden barbarlıkla övünmeye, Batı karşıtlığından Hristiyan nefretine – aklınıza gelebilecek birçok sosyolojik ve politik patolojide Ermeni Soykırımı’nın olumsuz izlerini gözlemlemek mümkündür.
Devleti beklemeye gerek yok. Zaten devlet kendi kendisine düzelmez. Ermeni Soykırımı’yla hesaplaşmaya birey olarak başlayabilirsiniz. Vicdanın, aklın, merhametin, insaniyetin ve hukukun gereği olan tarihle yüzleşmektir. Gerçek sizi özgürleştirecek.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***