Mehmed S. KAYA*
Benim kuşağım, yani 1950’lerden sonra yaşayanlar Atatürkçülük propagandasıyla büyüdü. Mustafa Kemal’in milliyetçi haleflerinin Batılılaşma, Türkleşme ve sekülerleşme yönünde beyin yıkama kampanyalarına maruz kaldık. Mustafa Kemal’in Türkiye’nin siyasi geleceğine Batı’da gördüğü bize sürekli hatırlatıldı. Batıya doğru rota yönelimi nihai hedef olacaktı. Mustafa Kemal’e göre biz Batılı değer ve ilkelerle yönetilecektik.
Bu propaganda bugün de, en azından Sözcü gibi TV kanallarında hız kesmeden devam ediyor. Burada hâlâ Mustafa Kemal’in düşüncelerinin ölümsüz olduğu, düşüncelerinin bilim, akılcılık ve medeniyet anlamına geldiği mutlak bir şekilde iddia ediliyor. Mustafa Kemal’e yönelik eleştiriler, eğer Uğur Dündar’a inanacak olursak, ona olan sempatiyi artırmaktan başka bir işe yaramıyor.
SÖYLENENLER DOĞRU MU?
Mustafa Kemal gerçekten Batılılaşma vaadinin arkasında durdu mu? O halde batılılaşma ilkeleri nelerdir, ne anlama geliyor ve bunların Türkiye’de nasıl uygulandığına bakalım.
Batı yönelimi; rasyonalizm, evrensellik, özeleştiri, bağımsız bilim, demokrasi, işgal altında tutulan halkların kendi geleceğini belirleme hakkı gibi bazı temel ilkeleri içerir. Daha yakından bakalım:
Rasyonalizm, insan aklının hakikatin büyük bir kısmını doğru bir şekilde anlama yeteneğine sahip olduğu inancıdır. Dünyayı ve bilimsel yasaları anlamak için rasyonel düşünmek gerekir.
Evrenselcilik, Batı medeniyetinin, Batı dışındaki dünyaya, diğer fikirlere, geleneklere ve insanlara az çok açık olma özelliğidir. Bunun tersi totaliterdir yani dünya sosyal sistemlerine kapalıdır. Yalan söylemenin veya kasıtlı olarak bilgi saklamanın bir şekilde totaliter anlayışın bir parçasını oluşturduğu ve güvensizliğin artmasına yardımcı olabileceği deneyler.
Özeleştiri ise Batı’da güçlü bir şekilde geliştirilen yaygın ve temel bir ilkedir. Batılı ülkelerde ve dünya çapında işlenen birçok suç Batı’da anlatıldı, araştırıldı ve belgelendi. Ve Batı açık ve benzersiz bir siyasi tartışma geliştirdi. Batı’da savaş suçları mahkemelerinin ve insan hakları mahkemelerinin ortaya çıktığını, örneğin Türkiye’yi sıklıkla yargılayan AIHM’in, Uluslararası Adalet Divanı’nın (The International Court of Justice) Batı’da kurulduğunu da eklemek mümkündür. Ve Batı nihayetinde demokrasi ve uygarlığın gelişmesiyle, açık sömürgeciliğe 2. Dünya Savaşı’ndan sonra son verdi, yani dünyanın diğer yerlerinde işgal ettiği topraklardan geri çekildi. Batı, sömürgelerin kendi kaderlerini tayin etme arzusuna saygı duyuyordu. Bu aynı zamanda etnik ve kültürel ayrımcılığa son verme ve halklar arasında eşitlik ilkesini teşvik ediyordu.
Türkiye’de ise bunun tam tersi oldu. Kürt bölgeleri hem maddi hem de kültürel olarak sömürgeleştirildiğinde ve Kürtler kendi istekleri dışında yeni bir etnik kimliğe zorlandıklarında; Batı’nın bir parçası olma, Batılı değerlere uyum sağlama ve onları bir parçamız haline getirme hayalinin suya düştüğü çabuk anlaşıldı. Demokrasi, ifade özgürlüğü, insan hakları gibi Batılı değerleri de yaşamadık.
Mustafa Kemal’in verdiği sözlerin Fransız ve daha sonra Amerikan devriminin temelini oluşturan düşünceden kaynaklanmadığı anlaşıldı. Yapılanlar totaliter bir liderin tek başına yönetimiyle ilgiliydi. Tüm bunların sadece propaganda olduğu, AKP iktidara gelmeden çok önce anlaşıldı. Kemalist totaliter değerlerin zamanla, liberal Batı değerlere tehdit oluşturacak şekilde gelişti. Her şeyin bir aldatmaca olduğunu Kemalistler dışında herkes anladı. Bu aldatmaca hem Türkiye’de hem de dünyada dikkat çekti. Bu aldatmaca hâlâ siyasi tartışmaların temeli olmaya devam ediyor.
BİLİMİ YÖNLENDİREN TOTALİTER TALİMATLAR
Bilim, bilgi ve içgörü elde etmek için yapılan sistematik ve eleştirel bir çalışmadır. Bilimin önemli bir temeli işlevsel bağımsızlığıdır. Önemli bir önkoşul ise siyasi önceliklerle kontrol edilmemelidir. Türkiye’de Batının tersi bir diğer gelişme de bilimin statüsüyle ilgili yaşandı. Kemalistler sürekli olarak Mustafa Kemal’in bilimsel öneme yaptığı vurgudan söz ederler. Oysa Kemalizm’in resmi devlet ideolojisi olarak kurumsallaşması, bağımsız bilim üretimin ve demokrasinin önündeki en büyük engel oldu.
Örneğin Mustafa Kemal’in, 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Profesörler Kurulu’na verdiği “Ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında da tamamlama” konuşması bir talimattı. Benzer talimatlar Türk Tarih Kurulu’na da verildi ve Türk Tarih Tezi onun talimatları doğrultusunda yazıldı. Bu, bilimin Kemalist ideolojiye hizmet etmesi gerektiği şeklinde yorumlanıyor. Bu da gösteriyorki Kemalistler için bilim, bilimsel içgörü aramaktan çok ideolojik konumları teşvik etmekle ilgilidir.
Önceki yazimda (Artı Gerçek, 03 Şubat 2024) belirtmistim; Kemalizm katı totaliter unsurları içerir. Kemalist ideoloji Anadolu kültürlerinin gerçekliğinden kopuktu ve Mustafa Kemal gerçekliği, Kemalist ideolojiye uyacak şekilde yeniden şekillendirmeye çalıştı. Aynı şeyi bilim ile siyaset ilişkisinde de goruyoruz; Yani bilim siyasete uyacak sekilde yazdırıldı. Dolayısıyla bilim, Kemalistlerin yönettiği dönemde değerini kaybetmiştir.
BİLİMİN İDEOLOJİYE NASIL UYARLANDIĞINA DAİR BAZI ÖRNEKLER
Akademik kurumlarda ifade özgürlüğü açısından çeşitlilik ve eşitlik ihtiyacı önemlidir. Ancak bu ilke, Türk akademik kurumlarına yabancıdır. Bu konudaki tipik örneklerden biri etnik azınlıklar üzerine yapılan deneyimlerdir. Bir örnek; Kürtçe dili ve lehçeleri üzerine bilimsel makaleler yazan araştırmacılar tanıyorum. Bunlar yakın geçmişte yazıları Türkçe çıkan dergilerde yayınlamaya çalıştılar ama yazılar gerekçesiz olarak iade edildi. Bunun etnik temelli ideolojik bağlılıkla ilgisi olduğu açıktır. Bu makaleler daha sonra Avrupa da çıkan bilimsel dergilerinde yayımlandı.
Diğer bir örnek ise Türklük kavramı. Türklük, Mustafa Kemal tarafından, yalnızca politik ve kültürel bir olgu olmaktan ziyade bir etnik aidiyet olarak tarif edilmişti (1). Bununla Kemal, Türk olmayan tüm kimlikleri Türk etnik gurubuna dayalı bir dar etnik kimliğin içine hapsetti ve diğer aidiyetlere karşı savaş açtı: Milliyetçi histeriler, Türk olmayan insanların diline, kültürüne ve hatta varlığına konulan sert ve katı kısıtlamalar, onları aşağılamak, hor görmek için kampanyalar birbirini izledi.
Bu yapılanlara bilimsel görünüm vermek için Türklüğü ön plana çıkaran teoriler üretilmeliydi. Mustafa Kemal’in açık desteğiyle, 1928’de ‘Anadoluların Türkleştirilmesi’ hedefiyle ‘Vatandaş, Türkçe konuş’ adlı yoğun bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya 1930’lar boyunca devam etti ve Türk olmayan azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını engellemeyi açıkça amaçlıyordu. Türklük dışında hiç bir etnik veya kültürel özellik ve fikre müsamaha gösterilmeyecekti.
Mustafa Kemal, bu ‘Yeni Türklük Projesi’ni meşrulaştırmak için 1930’lu yıllarda bir dizi sözde bilimsel konferanslar düzenlendi. Bunlardan birinde ‘Güneş-dil teorisi’ tartışıldı ve kabul edildi. Bu teoriye göre iyi, ileri ve medeni olan her şey özünde Türk’tür. Teori ayrıca Türkçe’nin insanoğlunun ilk dili olduğunu ve diğer tüm dillerin temelini oluşturduğunu iddia ediyordu (2).
‘Güneş-Dil Teorisi’nin adı, Türklerin ilk olarak güneşi adlandırdığı ve bunun Türkçenin başlangıç noktası olduğu iddiasına dayanır. Teorinin Avusturyalı Dr Hermann Kverjik tarafından ortaya atıldığı ileri sürüldü. Bu teori Türkiye’deki çoğu dilbilimci tarafından reddedildi. Çok geçmeden Hermann Kverjik’in takma bir isim olduğu ortaya çıktı. Burada da Mustafa Kemal’in olaya karıştığından şüpheleniliyor. Güneş-dil teorisi Mustafa Kemal’in 1938’deki ölümüyle ortadan kayboldu. Ancak dil, Türkleştirme planının yalnızca küçük bir parçasıydı: ‘Yeni Türkler, kültürel açıdan mümkün olduğunca homojen ve Türk devletine en sadık olacak şekilde disipline edilmelidir’ denildi.
Pek çok kişi ve kurum Anadolu’daki halkları hakkında «ilmi kitaplar» adı altında sahte bilgiler üretmeye çalıştı. Bunlardan biri de Kemalist cumhuriyet ile içiçe olan Habil Adem ve çetesidir. Fakat kamuoyunun daha iyi bilgilenmesi adına, bu uydurma isimler konusunu ünlü tarihçimiz Ayşe Hür’e bırakıyorum.
BİLİMİN SİYASETE GİDEN YOLDA NELER OLUR?
Siyaset sadece gerçeklere göre değil aynı zamanda hukuk, etik, kültürel ve temel değer tercihlerine göre de yönetiliyor. Bilimden siyasete giden yolda neler olduğunu görüyoruz. Gerçekte Türkiye’de bilimsel araştırma ile siyaset arasında doğrudan ve düz bir yol, tanımlanmış bir başlangıç ve bitiş noktası bulunmaktadır. Türk siyaset bilimi, içtihat ve tarih yazıcılığı her zaman iktidardakilerin politikalarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ancak hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde Kürtlere nasıl zulmedildiğini herkes gördü, görüyor. Kürtlere yönelik etnik ve kültür anlayışı Batı’nın kültür anlayışından, evrensel insan haklarından tamamen farklıdır. Batı’yla da asla bağdaşamaz.
Gerek Mustafa Kemal döneminde, gerekse halefleri döneminde Türk siyasetini Batı’dan ayıran temel olumsuzluklardan biri de Türk akademisinde ve medyasında konuşma özgürlüğü yerine «konuşma korkusu», ifade özgürlüğü yerine «ifade etme korkusu», düşünce özgürlüğü yerine «düşünce korkusu» ve “ihtiyat” olmasıydı. Ve bunlar tartışılamıyordu.
Örneğin Türk resmi politikası – başta Kemalizm olmak üzere – ne Kürtlerin ne de Kürdistan’ın olmadığını söyledi yıllarca; bilim ise Kürtlerin bir halk olarak var olduğunu kanıtlar. Resmi tarih ise bu noktada bilimi değil işine gelen yaklaşımı tercih etti. Kürtlerin inkar edilmesi, bilimle siyaset arasında uçurumu göstermekte ve bilim konusundaki Batılı beklentilerin yakınından bile geçilmediğini göstermekte.
Birkaç yıl önce Van Müzesi’ni ziyaret ettim. Müzede yalnızca Türk sanatı ve binlerce yıl önce yok olmuş Mezopotamya medeniyetlerine ait sanat eserleri sergilenirken, halen bu bölgede yaşayan Kürtlere ait hiçbir eser sergilenmiyor. Bu örnek bile bilim ile politika arasındaki kopukluğa iyi bir örnek değil mi? Her halükarda bu ne Batı düşüncesidir ne de Batı geleneğidir. Batı’da bunun tam tersi bir uygulama yapılıyor. Bir müze öncelikle bulunduğu yörenin veya bölgenin sanat ve kültürü sunar. Bu kültür vandallığı sadece Van’da değil, Türkiye’nin tüm Kürt bölgesinde yaşanıyor. Herkesin başkalarına öncelik verme hakkı var mı? Hangi bilim ve adalet anlayışı bu kadar kaba bir politikayı haklı gösterebilir? Ve, Kemalistlerden miras kalan bu politikanın sonsuz değeri var mı? Şu bir tarihsel gerçek; hiçbir otoriter lider ya da ülke şimdiye dek Kürtlerin kimliğine ve duygusal yaşamına Mustafa Kemal ve onun halefleri kadar dokunmadı (3).
Kemalistler Batı ile ilgili evrensel değerleri kendi emelleriyle karıştırmış ve yanlış sunmuştur. Bu yönüyle bilimsel suiistimale örnek olarak gösterilebilir. Sorun toplumun Kemalistlerin yalan propagandasını sorgulayacak içgörüye sahip olamaması veya katı sansür yasaları nedeniyle uzman olanların konuşmamasıyla izah edilebilir ancak.
BATI ROTASINA GİRMENİN İLK KOŞULU
Resmi ideoloji eleştiremediği, bağımsız bilimin, demokrasinin ve evrensel değerlerin gelişmesi ve saygı kazanması mümkün görünmüyor. Toplum, kısmen Batı değerlerine ilişkin bilgilerin yanlış aktarılması ve yorumlanması, kısmen de totaliter yasalar nedeniyle aldatılmıştır. Kemalistler ise yanlışlarda ısrar etmekte ve eleştirel bir tartışmaya yanaşmamaktadırlar. Tıpkı Sözcü tv kanalında her gün yaşandığı gibi. Ayrıca Mustafa Kemal’i koruyan en az 15 kanun var. Bu yasalar mevcut totaliter ilkelerini koruyor.
Demokrasinin işleyişi için en önce akademik özgürlük gereklidir. Çünkü tarafsız araştırmalar sayesinde gerçeğe ulaşılabilir. Akademik özgürlüğe yönelik tehdidi sınırlamanın belki tek yolu özgür ve açık bir tartışmadır. Burada tartışmanın serbestçe yapılması ve tarafsız bilimin gelişmesine yönelik siyasi tehditleri önlenmesi konusunda bağımsız medyaya önemli bir görev düşüyor. Medya bilimsel araştırma, toplum ve siyaset arasında aracı görevi görmelidir.
- Daniel Heradstveit: Kampen mellom sekularisme og islamisme i Tyrkia, 1999.
- İsmail Beşikçi: Türk Tarih Tezi Güneş – Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, 2021.
- Mehmed S. Kaya: Turkey’s vain struggle to create a homogeneous nation, Middle East Policy, Vol. XXV, No 2, 2018.
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör.
‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***