İlker Cihan BİNER
KAIROS’un Barın Han’da 11 Şubat’ta – 17 Mart tarihleri arasında ziyarete açtığı, Can Akgümüş&Ümmühan Yörük imzalı “Zamanın Silüetleri: Kaybolan Yadigârların Geçici Zarafeti” adlı sergide bir hafıza katmanı var.
Seçim sürecine odaklanmış olsak da İstanbul’un hafızasının ne kadar güçlü olduğunu hatırlamak gerek. Sergi bu bağlamda tarihsel bir konumda.
İstanbul’un belleğinin izini süren çalışmaların detaylarını sanatçılara sordum. Onlar da eserleriyle, serginin oluşum aşamalarıyla ilgili samimi, şeffaf yanıtlar verdi.
Sergi öncesi sizi bir araya getiren süreçlerden bahseder misiniz?
Can Akgümüş: Ümmühan ile birbirimizi uzun süredir tanıyoruz. Hem hayatlarımızdan hem de üretimlerimizden yakınen haberdarız. Günümüzde böyle ilişkilenebilmek oldukça nadir, herkesin kendine odaklandığı ve köşesine çekildiği zamanlarda beraber hayal kurabilmek çok değerli. Ümmühan ile bir sergi üretme fikri 2023 bahar aylarında uzun sohbetlerimiz sırasında düştü aklımıza, ve hızla serpildi.
Ümmühan Yörük: İyi tanıdığımız, vakit geçirdiğimiz, bir şeyler paylaştığımız insanlar, eşyayla, mekanla birlikte o dönemini şekillendirmede etkendirler. Bu anlamda Can benim kalabalık olmayan hayatımın insanlarından biri. Birbirimizin üretimlerini ve süreçlerini yakından takip eden iki sanatçı olarak beraber sergi yapma fikrinin doğal olarak geliştiğini ve ilerlediğini söyleyebilirim.
Sergi mekânı olarak neden Barın Han’ı tercih ettiniz?
C.A: Uzun bir süredir İstanbul’un kadim tarihiyle yakından ilgileniyorum. Şehrin kalbi tarihi yarımadada hala atmaya devam ediyor. Zamandan, zamanın silüetlerinden, yadigârlardan ve zarafetten bahsederek şehrin tarihiyle hesaplaşan bu sergiyi Barın Han’da ziyarete açmak bizim için tam anlamıyla nokta atışı oldu.
Ü.Y: Barın Han’ı seçmemizdeki en önemli unsur tarihi yarımada üzerinde olmasıydı. Bu konumun, tarihinden ve tüm anlamlarından bağımsız, Can’ın İstanbul’la olan kişisel hikayesiyle benim İstanbul ile kişisel hikayesizliğimin zıtlığını iyi yansıttığını düşünüyorum. Süreç içerisinde yarımada sokaklarında vakit geçirdikçe; buranın, sokaklardaki insan selinin içlerinden geçip gittikleri ruhlar selini de barındırdığını görüyorum.
Can’ın İstanbul hikayesi sokaklarda dolaşan önceleri burada yaşamış bir ruh gibiyken, benimki yolu buraya düşmüş sokaklarda fotoğraf çekmekten hiçbir yeri tam görememiş bir insanınki gibi. Bu tür ikiliklerin çekici olduğunu düşünüyorum. Bu noktada işlerimizin Barın Han’daki bir aradalığından mutluyum.
Eserleriniz birbiriyle çatışıyor mu? Yoksa çalışmalarınız uyum hâlinde mi? Bu anlamda eserlerinizi seçerken ve sergiyi kurarken nelere dikkat ettiniz?
C.A: Ümmühan ile benim kullandığımız malzemeler ve medyumlar birbirinden çok farklı. Buna rağmen imgeler dünyamız birbiriyle kucaklaşıyor, bu sebeple serginin malzeme çeşitliliği çatışmadan çok anlatımın zenginliğine dönüşüyor.
Ü.Y: Farklı malzemelerle ve farklı yapma biçimleriyle çalışıyoruz. Can’ın ilk kez bu sergide yapay zekâ kullanarak ürettiği yeni işleriyle benim zanaat yönü baskın işlerimin birlikteliğini anadili farklı iki kişinin, duyguları ve diğer ortaklıkları üzerinden anlaşmaları, yeni bir anlam oluşturmaları gibi görüyorum.
İstanbul’un özellikle hangi dönemlerine bakmayı tercih ettiniz?
C.A: İstanbul yüzyıllara bölünerek ele alınabilecek bir şehir değil, bu benim çok öznel düşüncem. Geçmiş, bugün ve gelecek ile o kadar hemhal olmuş vaziyette ki, bence birbirinden ayırmak mümkün değil. İstanbul deyince sular birbirine karışıyor, karşımıza yaşlı ve kadim bir ruh çıkıyor. Biz de aslında o ruhun haresine kapıldık diyebiliriz. Hem dünüyle hem bugünüyle bir hesaplaşma diyebiliriz. Ümmühan’ın da bahsettiği gibi şehrin insan selinin içinde gezinen ruhlar selini hissedebilmek; asfaltın altında kalan İstanbul’un kadim gölgesine biraz olsun yakınlaşmak.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***