PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Türkiye’de hiç şüphesiz birçok politik ve ekonomik sorun var. Hatta denebilir ki Türkiye toplumu aşırı politize olmuş bir toplumdur ve ülkede hemen her konu siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Mevcut kutuplaşmışlık hali ve otoriterleşme göz önüne alındığında bunda şaşılacak bir şey olmadığı sonucuna varmak zor olmaz sanırım. Ayrıca siyasi kültürden kaynaklanan bir takım sorunlar da muhtemelen bu durum üzerinde etkili olsa gerek.
Toplumu bir arada tutacak bir toplum sözleşmesinin Osmanlı sosyolojisine yabancılığının yanı sıra, modernleşme çabalarının başladığı Tanzimat’tan bu yana da bunun maalesef başarılamamış oluşu karşımızda büyük bir sorun olarak öylece durmakta. Gideceği istikamet belli olmayan bu yapıda, birçok toplumsal grup Türkiye’yi kendi doğru gördüğü yöne çekmeye çabalıyor. Bu saydığım nedenler, Türkiye toplumunu aşırı politize ediyor ve kutuplaştırıyor.
Siyasal mücadelenin oyun kuralları bu santrifüj etkisinde kimseye güven vermiyor. Bu yeni bir olay da değil. Osmanlı modernleşmesiyle başlayıp Cumhuriyet’le süregelen bir otoriterleşme eğilimi, siyasetin hukuk devletine ve liberal demokrasiye giden kanallarını tıkıyor. Her grup kendi gelecek tasavvurunu, ülkenin olması gereken rotasını, normlarını ve yaşam biçimini diğerlerine dayatmaya ve bunun için devleti kontrol etmeye çalışıyor. Devlet enstrümentalize edilirken, oyunun nesnel ve adil kuralları salt kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm, birer formaliteye indirgenmiş biçimde, sürekli erozyonun süpürdüğü ve korozyonun erittiği bir çürümüşlük içerisinde.
Tüm bu negatiflik yabancısı olduğumuz bir mevzu değil. Nesillerdir süren bu patolojiyi aşmak nasıl olacak sorusu, sanırım Türkiye siyasetindeki en başta gelen sorulardan biri. Bir arada yaşamı dayatan gerçekliğimizin karşısında birbirine yabancılaşmış, birbirini ötekileştiren, birbirinden kopuk toplumsal parçaları bir arada turan dikişler patlıyor. İdeolojik, etnik, dinsel, bölgesel, sosyoekonomik ve kültürel birbirine yabancılaşmışlık hali, Türkiye’de birlikte yaşayan insan kitlesinin “toplum” olarak nitelendirilmesini zorlaştırıyor. Zira toplum olmanın öncelikli kıstasları “bir arada yaşama isteğine”, “ortak gelecek tasavvuruna” ve “biz duygusuna” dayanmaktadır. Türkiye insanlarının malum bölünmüşlüğü bu konularda umutlu olmamızı zorlaştırıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hatay konuşmasını dinlerken bunları düşündüm.
Her şey siyaset değil! Bir iç savaş içerisinde değiliz! En azından bunun adı konmadı. Düşük yoğunluklu bir tür latent iç savaş var belki. Ve evet, ürkütücü biçimde uçurumlar derinleşiyor, köprüler birbiri ardına atılıyor. Hoyratça ve hatta intiharsı bir şehvetle saflar sıkılaştırılıyor, ötekiyle araya konulan mesafe arttırılıyor, sinsi bir düşmanlık gençlere aşılanıyor, ortak zemin yok ediliyor. Bayramlarda, umutlu gönlerde, kaderde ve kederde, başarılarda ve zor günlerde eskiden, yani benim çocukluğumda tanık olduğum birleşmişlik hali, çok uzun süredir yok.
Birbirini sevmeyen, birbirine tahammül dahi edemeyen, birbirinin kuyusunu kazan, ötekileştirdiklerini bir kaşık suda boğmak isteyen, homojenleştirici bir düşmanlıkla ülkenin tüm temellerini yıkmaya kararlı bir amok hali, sosyolojik bir kanser gibi bünyeyi istila ediyor. Çok geç olmuş olabilir. Zira iyileşme belirtisi göremiyorum. Akil sesler birbiri ardına söndü ve yitti. Eskiden içimizi ısıtan ve umudu dirilten kalemler artık yazmıyor. Şövalyeler meydanı çakallara ve itlere terk etti. Ve işte o Hatay konuşması bu onulmaz uçuruma koşuşu net biçimde ortaya koydu.
Saf kötülük vicdanı yenmiş, kazandığı zaferin retorik özgüveni içinde bebeklerini, çocuklarını, karılarını ve kocalarını, anne-babalarını, dostlarını ve akrabalarını yitirmiş insanların karşısında, onların hayatları gibi paramparça olmuş evlerini ve sokaklarını onarmanın ancak kendilerine oy verirlerse olacağını söylüyor! Yaklaşan yerel seçimlerde eğer ki “yanlış partiye” oy verirlerse, depremin yok ettiği kentlerinin öylece yıkık, acılı, kaderine terk edileceğini söylüyor.
O kentin sokaklarında hala o çürümüş ceset kokularının hissedildiği, molozların altında sadece kaybedilen umudun değil, fiziksel olarak birbirine harmanlanmış insan iskeletlerinin olduğu mahallelerde, bir basit kabristanın çok görüldüğü, adları devletin istatistik verilerine dahi geçirilmeyen o garibanlar, Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını gömülü oldukları beton denizinin altından işitmişler midir?
Deprem sonrası ilk dakikalardan, enkaz altındaki son canın da ruhunu teslim ettiği saniyeye kadar merkezi hükümetin neden felakete uğramış şehirlere gitmediği, yardımın onlardan esirgendiği ortadadır. Yazının başında söz ettiğim o kutuplaşmışlık, o ötekileştirme, o yabancılaşma bile bu konuşmanın içinde eksik olan insanı ve insanlığı izah edemez! Vicdanlı insan karşısındakini kendi gibi bilir ve ondan merhamet bekler.
Oysa karşısındaki insan görünümlü kas ve deri tabakasının altında, kemiklerinden ve iliklerinden, damarlarından ve içinde devinen kandan, çarpan kalbinin ritmik mekaniğinden, genlerinden ve DNA’sından daha farklı olarak bir ruha ihtiyaç duyar. O ruh illa bir metafizik veya dinsel diskura uygun tasavvur edilmek zorunda da değil. İnsanı insan kılan, insanı yabandan ve kötüden ayıran, merhametin ve iyiliğin kaynağı bir sıcaklıktır o. Hatay konuşmasında o sıcaklığı hissettiniz mi? Neden? Çünkü yoktu!
‘İyilik ve kötülük görecelidir’ diye iyiliği yok ettiler. İyilik ve kötülük izafi değil, gerçektir. Her an, her ortamda, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu bilirsiniz. Depremde tamamen haritadan silinmiş, yüz binlerce canın kaybedildiği, insanların geçmişinin, geleceğinin, evlerinin ve mezarlarının saniyeler içinde yok olduğu, ülkenin canını yakan, kalbini buran, başları öne eğdiren bir facia karşısında buz gibi “Bana oy vermezseniz yardım beklemeyin!” diyen bir adam, rejimsel bir mesele değildir, öyle anlaşılmamalıdır.
Ete kemiğe bürünen bir kötülükle karşı karşıyayız.
Hiçbir etik ve normatif filtresi kalmamış, hayatı sadece almak ve vermekten ibaret bir zaman penceresi olarak gören, duygusuzlaşmış (eğer önceden duyguları vardıysa tabi!) bir muktedir!
Toplum olmak, bahsettiğim gibi, kaderde ve kederde ortaklığa dayanıyor. Deprem bölgesinde sadece CHP’ye veya HDP’ye oy verenler mi öldü! O salonda, Erdoğan konuşurken onu alkışlayan kalabalıkların davranışını nasıl izah edeceğiz? O salondan sessizce ayrılan birkaç kişi bile olmamış mıdır? Kötülük iyilikten çok daha hızlı mı yayılıyor? Nefret sevgiden daha mı güçlü? Güç dayanışmadan daha mı baskın? Acımasızlık merhametten daha mı kuvvetli? Soğuk sıcağı, karanlık ışığı bu kadar kolay mı yok edecekti? Bu yaşananlar depremden daha mı az yıkıcıdır?
Siyaseti bir kenara bırakalım lütfen, sadece bir anlığına da olsa!
Türkiye’de ne oluyor?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***