MAHMUT AKPINAR | YORUM
Ocak 2024 başında İstanbul’da Bilal Erdoğan’ın veliahtlığının ilan edildiği, diğer veliaht adaylarının hizaya sokulduğu bir miting yapıldı. “Şehitleri anma ve Filistin’e destek” konulu mitingde bir vatandaş Kelime-i tevhid olan bayrak açtı. Sekülerle, “Hilafet bayrağı açtı, hilafet istiyor!” diyerek feveran ettiler, bir genç bu şahsı yumrukladı. Laikçiler genci alkışladılar. İslamcılar tartışmanın “Hilafet” tarafında yer aldılar.
Benzer tartışmaları 100 yıldır yaşıyoruz. Sekülerler “Halifelik, irtica geri gelecek!” diye istim üzerinde duruyor. İslamcılar ise, “Halifelik gelecek, herşey düzelecek!” sanıyor. Hilafet geri gelirse Müslümanların birliğe, güce kavuşup aya çıkacağına inanıyor.
Her iki taraf da gerçeklikten kopuk. Korkularıyla veya hayalleriyle hareket ediyorlar. Kemalistler son halifelerin kendilerinden daha modern olduğunu, 3-4 dil bildiğini, halife çocuklarının gayet seküler yaşadığını, 17. Yüzyıldan itibaren batılılaşma hareketlerinin tamamının halilefelerce yapıldığını, Mustafa Kemal’den önce en keskin reformları Halife II. Mahmut’un yaptığını görmüyorlar. Keza İslamcılar, halifelik bu kadar etkili, birleştirici idiyse “Halife varken Osmanlı neden yıkıldı?” diye akıl yürütmüyorlar.
Halifelik, hilafet sonradan çıkmış bir kavram. Hazreti Peygamber (sas) kendisinden sonra kimseyi halife ilan etmedi, işaret etmedi. Kur’an’da ve sünnette halifelikle ilgili herhangi bir kavram, referans yok. Halife, Hazreti Peygamber’in (sas) vefatından sonra, devlet başkanlığı görevine dair, sahabenin önde gelenlerinin seçimi sonucu belirlenen yöneticinin ünvanıydı.
Öncelikle kavramın sağlıklı tanımlanmasına ihtiyaç var. Halifelik manevi, dini bir makamdan çok dünyevi ve siyasi bir konumdu. Halife, Hazreti Peygamber’in (sas) peygamberlik görevi ile ilgili halefi (devamı) değil, devlet işleriyle ilgili halefiydi. Zira peygamberlik, dinin teşrii Hazreti Peygamber’in (sas) ölümüyle bitmişti.
Cenabı Hak: “Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım” (Maide:3) demektedir. Veda Hutbesi’nde Hz. Muhammed (sas), “Vazifemi yaptım mı?” diye helalleşince, sahabe dinin tamamlandığını, Hz. Peygamber’in (sas) tuluunun yakın olduğunu anlayıp hüzünlenmiştir.
Dört büyük halifenin uygulamaları referans alınsa da Emevîler’le birlikte halifelik tamamen saltanata dönüştü. İslamcıların kafasında halifelik, ‘Müslümanları tek bayrak, devlet altında toplayan, birleştiren bir makam ve konum’ olarak yer etmiştir. Bu doğru değildir. Zira aynı dönemde farklı zamanlarda birbirini tanımayan, çatışan halifelikler olmuştur.
Abbasi halifeliği devam ederken Endülüs’te ayrı bir halifelik vardır. Fatımiler ayrı halifelik ilan etmiştir. Osmanlı hanedanı halifeliği elinde tutarken onu tanımayan halifelik iddiaları olmuştur. Ayrıca Şii dünya halifelere bağlılık hissetmemişlerdir.
Abbasiler siyasi gücünü kaybedince halifelik sultanların himayesine muhtaç dini ve sembolik makama dönüşmüştür. Sultanlar halifeliği müslümanlar üzerinde etkin olabilmek için araçsallaştırmıştır, saltanata güç katmak, meşruiyet kazandırmak için kullanmıştır. Bazı halifeler siyasetçilerin elinde oyuncak olmuş, Müslümanların bütünlüğünü sağlamak bir yana, kendi onurunu koruyamamıştır.
Moğol istilasından sonra Memluklerin himayesine giren halifelik 1517 yılında Osmanlı’ya geçti. Hilafetle saltanat Yavuz Sultan Selim bünyesinde birleşti. Osmanlı devleti siyasi ve askerî açıdan güçlüyken halifelik müessesesini kullanmadı, propagandasını yapmadı. Halifeliğin siyaseten kullanılması Osmanlı’nın zayıf düştüğü son dönemlere rastlar. Tıpkı mehter marşının ricatlar döneminde askeri coşturmak için kullanılması gibi, hilafet söylemleri de çöküş döneminde öne çıkarılmıştır. Halifeliği en etkin kullanan II. Abdülhamit, onu batı sömürgeciliğine karşı set yapmaya çalışmıştır. Münhasıran Fransız ve İngiliz kolonilerindeki Müslümanları hilafet marifetiyle etkilemek istemiş ama ciddi sonuç alamamıştır.
Emeviler, Abbasiler hilafete sahip olduğu halde çöküşten kurtulamamış, İslam birliğini koruyamamışlardır. Osmanlı devleti hilafeti ve saltanatı tek kişide birleştirdiği ve kullandığı halde çöküşten kaçınamamıştır. Çünkü siyasi, askeri ve ekonomik gücün olmadığı bir devleti/toplumu halifelik koruyamaz. Birinci Dünya Savaşı’nda pek çok cephede halifeye karşı savaşan Müslümanlar vardı. Hilafetin doğduğu toprakların halkı Araplar halife varken İngilizlerin, Fransızların yanında Osmanlı’ya karşı savaştılar.
Halifelik, güçlü iseniz, bilimde, sanatta, teknolojide, askeri ve ekonomik açılardan gelişmişseniz ve rasyonel bir birliktelik zemini inşa ettiyseniz Müslümanların birliğine, bütünlüğüne (mucizevi değil) olumlu bir katkı sunabilir. Fakat bu dinamiklere sahip değilseniz İslam birliğine faydası olmaz.
Halife şahsını dahi koruyamaz. Yavuz Sultan Selim, İslam birliği ideali peşinde koşan bir devlet adamıydı. Ama bunu halife sıfatıyla değil, güçlü bir devlete, orduya, ekonomiye ve toplumsal yapıya sahip, çağını yakalamış bir devlet adamı olarak gerçekleştirdi. Hilafeti propaganda anlamında hemen hiç kullanmadı, zira ihtiyacı yoktu.
Yüz yıllardır ezilen, horlanan, dünyadaki yarıştan kopan Müslümanların kurumsal manada bir halifelikten öte kendisini düzeltip, geliştirmesine, hak ve adalet üzerine yaşamaya ihtiyacı var. Kur’an’da bahsedildiği üzere yeryüzünde Allah’a gerçek manada halife olmaya ihtiyacı var. (Yunus 14,73; Fatır 39; Neml 62; Enam 165). İslam’ın temel dinamiklerini hayata aktarmaya, adaleti tesis etmeye ihtiyacı var.
Kur’an, “İnsan için ancak çalıştığı vardır ve onu görecektir.” (Necm:39) diyor. Ezotorik beklentiler, kurtarıcı kişi ve kurum arayışları sadece tembelliğimize perde oluyor…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***