Can ÖKTEMER
Yabancısı olduğunuz bir kenti nasıl tarif edersiniz? Manzarasıyla mı? Sesleriyle mi? Tarihiyle mi? Kaosuyla mı? Güzelliğiyle mi? Hiç kuşku yok ki, bu sorulara herkesin yanıtı farklıdır. Bana kalırsa bir yere ait fikrimizin oluşmasında o kentin sesleri büyük rol oynuyor. Zaten bir kenti imgesinden ziyade sesleriyle tarif eder, yerini öyle konumlandırırsınız. Hiç bilmediğiniz bir kentin sokaklarını arşınlarken pencerelerden, arabalardan, sokak müzisyenlerinden işittiğiniz melodiler size o kenti nasıl bir dünyası olduğuna dair çok şey söyler.
Fatih Akın’ın 2004 yılın çektiği ‘İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek’ (Crossing the Bridge) adlı belgeseli müzik ve kent ilişkisi üzerine yapılmış en iyi belgesellerden biri. İnanması güç ama bundan 18 sene önce vizyona giren film yakın zamanda dijital restorasyonla MUBİ’de yeniden seyirciyle buluşacak. Filme bugünden bakmak İstanbul ve Türkiye’nin son 20 yılda geçirdiği tüm değişimleri yakalayabileceğini bir okuma alanı açıyor aslında. 18 yıl önceki Beyoğlu, dinlenen müzikler ve politik atmosfer… Filme bakınca her şey çok başka ve her şey çok uzakmış gibi görünüyor.
KENT MÜZİĞİNİN PEŞİNDE BİR MÜZİSYEN
Köprüyü Geçmek, Neubauten grubunun basçısı Alexander Hacke’nin İstanbul’un seslerini kaydetmek için geldiği yolculuğu anlatıyor. Hacke, gizemli bir sırrı çözmeye gelen dedektif gibi Büyük Londra Hotel’ine yerleşiyor. Bavulunu yerleştiriyor, odasının pencerelerini açıyor ve İstanbul’un seslerinin odaya dolmasıyla birlikte hikayemiz başlıyor. Hacke üzerine Serpico tarzı bir deri ceket giyip, her sokağından farklı müziklerin yükseldiği İstanbul’un seslerini görmüş geçirmiş bir dedektif gibi toplamaya başlıyor.
Fatih Akın, filmin ana çeperini bir yabancının başka bir kentte daha önce işitmediği melodilerin peşinde özgürce dolaşması mantığıyla oluşturmuş. Şehrin sakinleri için işitilen sesler birer alışkanlığa dönerken yabancı için durum tam tersidir. Ses radarları her daim açıktır daha da önemlisi bakış açısı faktörü devreye girer. Hacke müzik türü olarak ayrım yapmadan kendisini tesadüflerin ve hikayelerin doğal akışına bırakarak karşılaştığı müzisyenlerle sohbet edip, onlarla müzik yapıyor. Doğu ile Batı arasındaki köprünün tam ortasına kurularak Orhan Gencebay, Müzeyyen Senar, Sezen Aksu, Erkin Koray, Baba Zula, Duman, Ceza, Siyasibend, Aynur, Mercan Dede, Replikas, Selim Sesler’le kadim bir yolculuğa çıkıyor. Müzikler, hikayelere bulaşıyor. Tarihin perdesi bir kez daha aralanıyor.
Yasaklanan müzikler, sansürler, efkara yanıt vuran ezgiler, isyan, öfke memleketin kısa tarihine karışıyor. Hacke’nin yolculuğunda biz de geçmişimizi, anılara karışmış müzikleri bir kez daha hatırlıyoruz. Müzzeyyen Senar’la hiç kalkmak istemediğimiz kallavi bir çilingir sofrasını oturuyoruz, Sezen Aksu’yla siyah beyaz Ara Güler fotoğrafının içindeyiz, Orhan Gencebay’la 1970’li yıllarda yolları çamurlu mahallede kırık aşklarımız tamir ediyor, Erkin Koray’la saykodelik anlara karışıyor, Aynur’la kadim bir Mezopotamya hikayesinde, ‘Devlet Dersinin’ tam ortasındayız, Siyasibend’le dünyaya öfkeleniyoruz, Selim Sesler’le sürekli tazelenen bira bardaklarıyla karnalevesk Keşan birahanesindeyiz, Duman’la sigara dumanlı, buz gibi biralı yarınların askıya alındığı gençlik hikayesinde, Ceza’yla sokağın yeni seslerini duyuyoruyz, Mercan Dede’yle sınırları aşıyor, Replikas ve Baba Zula’yla gelenekle, yeniliği buluşturuyoruz. Hepsi köprüyü birbirine bağlayan anlar. Zaten Fatih Akın tarih boyu farklı medeniyetlere, kültürlere ev sahipliği İstanbul’u dev bir müzik kutusu olarak kurgulamış. İstanbul’un sokakların yansıyan müziğin kökenine, yapısına da değinilmeden geçilmiyor. Orhan Gencebay mesela sakin bir sesle makam müziğine dair bilgi veriyor. Filmin bu anları iyi bir Martin Strokes makalesi okumak gibi zaten.
Alman müzisyenin peşine takılıp dolaştığımız müzikli İstanbul hikayesinde ibre asla oryantel vaziyete dönmüyor. Köprüyü Geçmek “Rakı, şiş, kebap” klişesinden ziyade kimliklerin, sınırların kapı dışında bırakıldığı şık bir konser geçidi gibi duruyor. Herkes hikayesini olduğunu gibi anlatıyor, müziğini dilediği gibi çalıp, söylüyor. Fatih Akın mevzuya tıpkı hikayesinde olduğu gibi, Avrup-Asya hattının tam ortasında devletlerin sürekli GBT halinde “Hemşerim memleket nere?” sorusunun yarattığı kafa karışıklığının panzehri olan “sal gitsin” mantığıyla yaklaşmış. Kendisi ‘Sinema Memleketim’ adlı kitapta şöyle demiş zaten: “Boğaz Köprüsü’nden geçerken bir tabelaya rastlarsınız: “Welcome to Asia”. 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından Batı’da İslam dünyasından gelen her şeye karşı genel anlamda kuşkuyla yaklaşılıyor. Film buna karşı bir duruşa sahip, aynı zamanda kişisel bir ifadenin dışavurumu: Köprüler hiçbir tarafa ait değildir. Ben kendimi de böyle hissediyorum. Geri Dönmeyi Unuttuk’ta göçmenlerin çocukları yeni ülkeyle nasıl özdeşleşiyorsa, ben de eski ülkemi yeni yeni keşfediyorum. Bir köprünün üzerinde duruyorum ve hiçbir yer ait değilim.”
Fatih Akın o dönem yeni çıkan dijital kamerayla çektiği belgeselde Orhan Gencebay’ın yıllar sonra canlı çaldığı bir parçayla, Müzeyyen Senar’ın Haydar Haydar’ın sonunda usta bir şekilde rakı bardağını çevirip, içip sonra da fırlattığı biricik anlara şahit oluyoruz. Bununla beraber, filme bugünden bakmak, kısa memleket tarihine bakmak gibi. Filmde karşımıza çıkan hikayeler bugün yeni bir medeniyet savaşı haline gelen Doğu-Batı mesafesinden bir hayli uzakta örneğin. Avrupa Birliği’yle yakınlaşan ilişkilerin getirdiği kısmı rahatlama ve insanlarda genel bir iyimserlik söz konusu. Bugünden bakınca tuhaf bir yakınlık gibi duruyor ama öyle bir dönemde de geçtik. Bununla beraber bugün daha çok anılarda yaşayan Beyoğlu’nun son iyi zamanı, Mojo, Duman, gruplar, gençlerin getirdiği hareketlilik… Şimdi onlar da uzak bir hatıra. Şimdi aynı belgesel yapılsa Duman, Beyoğlu için ne der acaba?
Köprüyü Geçmek, tarihin en sert alt üst oluşlarından birini yaşadığımız çağda kayıp zamanında bir İstanbul ezgisi sunuyor. Tıpkı filmde Hacke’nin söylediği gibi “Bu kentin büyüsünün anlamını çözemedim. Onun yalnızca yüzeyini kazıdım”. İstanbul Doğu mu? Yoksa Batı mı? Bu tarih boyu tartışılan giderek klişe haline gelen bir soru. Üstelik kimsenin buna tam bir yanıtı yok. Yanıtın önemi de yok zaten. İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek, kültürel kayıtsızlıkla’ duyamadığımız sesleri, kaybettiğimiz zenginliği hatırlatıyor. Esas mesele Orhan Veli gibi gözlerimizi kapatıp duyduğumuz seslere bırakmak… İstanbul’u nostaljiden çıkarıp tüm zengin geçmişiyle geleceğe taşımakta; esas marifet ise demin yağ gibi aktığı, muhabbetiyle, efkarıyla, müziğiyle, o keyifli bir sofraya oturup, keyfini çıkarmakta zaten.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***