Balkan TALU
Artı Gerçek – Ridley Scott’un merakla beklenen Napolyon (Napoleon) filmi nihayet vizyona girdi. Scott, daha çok bilimkurgu türünde yaptığı işlerle bilinir. İlk akla gelenler arasında Yaratık serisi, Blade Runner gibi sinema tarihinin de dönüm noktaları olan filmler sayılabilir. Tarihi filmlerde ise Russell Crowe’un ününe ün kattığı Gladyatör ve Cennetin Krallığı referans noktası olarak verilebilir. Özellikle Haçlı Seferlerinin hikâyesinin anlatıldığı Cennetin Krallığı’nda, Avrupa halklarının yoksulluğu üzerinden başlatması oldukça değerlidir (Filmin, Balian’ın eşinin intihar ettiği için rahipler tarafından kafası kesilerek gömülmek istenmesiyle başlaması en vurucu sahnelerden biridir mesela).
Napolyon’da ise hem Akademi’nin epik film sevgisi ve sempatisine oynuyor, hem de başrolü daha önce de beraber çalıştığı ve memnun kaldığı Joaquin Phoneix’e oynatarak üçüncü Oscar’ını kazandırmayı hedefliyor gibi görünüyor. Joaquin Phoneix ilk Oscar’ını Gladyatör’de oynadığı imparator Commodus rolüyle, yardımcı oyunculuk dalında kazanmıştı. Şimdi de modern çağın son imparatorlarından Napoleon’u oynuyor.
Bizim ilk sorumuz ise şu: Napolyon Bonaparte aslında kimdir?
Korsikalı soylu bir aileden gelen Napolyon Bonaparte, ilk çağlarda Batı Avrupa’nın birleşiminde büyük pay sahibi olan imparator Şarlman’dan (Charlemagne) sonra, Avrupa kıtasını fethetmiş en büyük imparator olarak anılıyor. Kariyer basamaklarını Fransız Devrim Savaşları sırasında (1792-1802) tırmandı. Devrim döneminin hesaplaşmalarında, o kaos ortamında, Cumhuriyet devriminin taşıyıcısı bir komutan olarak yükseldi. İtalya ve Mısır seferlerinde Fransız ordusunun komutanı oldu.
CUMHURİYET KARŞITI KOALİSYONA KARŞI ZAFER KAZANAN KOMUTAN
Napolyon Bonaparte, girdiği 60 savaştan sadece yedi tanesini kaybettiği için Sezar ve İskender’den sonraki en büyük askeri stratejistlerden biri olarak anılıyor. İspanya, İngiltere ve Hollanda’nın da aralarında bulunduğu Avrupa ülkeleri Toulon Limanı’nı işgal ettiğinde (1794), topçu komutanı olarak elde ettiği başarıyla 24 yaşında tuğgeneralliğe kadar yükseldi. En büyük başarılarından biri de, 1805 yılında Rusya ve Avusturya ordusuyla çarpıştığı Austerlitz (Üç İmparator) Savaşı’ydı. Üçüncü Koalisyon Savaşı olarak da bilinen bu savaşta Napolyon, daha önceki Trafalgar Savaşı’nda yenilmiş olsa da, devrime karşı birleşik cephe oluşturmuş olan Avusturya, Almanya, Rusya ve İngiltere gibi ülkelere karşı nihai zaferini ilan etti.
Napolyon’un tarihte en çok benzetildiği liderlerden biri Roma İmparatoru Sezar’dır (Julius Caesar). Sezar da Roma’daki iç savaş ve siyasi çekişmeler sonrasında önce askeri başarılar elde etmeyi başarmış, konsüllük makamına yükselmiş, daha sonra da kendini imparator ilan etmiştir. Sezar Senato’da bir suikastla öldürüldü. Napolyon Bonaparte ise sürgüne mahkûm edildi.
Napolyon’un hayatında dönüm noktası olan olaylardan biri de 1799 yılındaki 18 Brumaire Darbesi’dir. Bu darbeyle, Fransız Devrimi’nden sonraki Direktuvar (beşli komite) yönetimine son verip Konsüllük idaresini kurdu. 2 Aralık 1804 yılında da Notre Dame Katedrali’nde gerçekleştirilen törenle de kendini imparator ilan etti. Bu yüzden de bu haftaki yazımızın vesilesi oldu…
Bu noktada Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i isimli eserini hatırlamak yerinde olabilir. Marx bu ünlü eserini Napoleon Bonapart’ın kendisi hakkında değil ama yeğeni Louis Napoleon’un (III. Napoleon) 1852 yılında darbe yapıp 1804 yılında kendini imparator ilan etmesi hakkında yazmıştır. III. Napoleon’un özelliği, Fransa’da aynı zamanda hem halk oyuyla seçilmiş ilk devlet başkanı hem de son imparator olmasıydı. Marx, III. Napoleon’un amcası gibi imparator olmaya heveslenmesini şu ünlü paragrafla yorumlamıştır:
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde fars (komedi) olarak”.
ORDU MECLİSE GİRİYOR
Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabının1967 baskısında, Sabri Günay Akarsu tarafından yazılan tarihi özette, Napolyon Bonaparte’ın yükselişi anlatılırken Fransa’yı kötü yöneten direktörlerden sonra halkın ve milletvekillerinin cumhuriyetçi görünen genç generali nasıl “Yaşasın Cumhuriyet” tezahüratları ve alkışlarla karşıladığı anlatılır. Akarsu’nun özet metnine göre, Napolyon darbe hazırlıklarına ilk andan itibaren başlamıştı. Önce kardeşi Lucien Bonaparte’ı meclis başkanı seçtirdi. Sonra da Üçüncü Sınıf Nedir? kitabının yazarı, ‘millet’ ve ‘ulusal egemenlik’ kavramlarını ortaya atmış olan Emmanuel Joseph Sieyes’i 18 Brumaire Darbesi’ne katılmaya ikna etti. 500’ler Meclisi başta “Kahrolsun Diktatörler” sloganlarıyla direnmeye çalıştıysa da, Napoleon da ordusuna “Asker sana güvenebilir miyim?” diye sordu. Askerin meclisi işgal etmesinin ardından milletvekilleri de sinip konsüllük sistemine geçmeyi kabul etti. Sieyes de konsüllerden biri oldu.
SCOTT’A ELEŞTİRİ BOMBARDIMANI
Ridley Scott’un filmi çok sayıda eleştirmen ve tarihçi tarafından yerden yere vuruluyor. Bir kısmı, askerlerin Amerikan aksanıyla “Vive le France” diye bağırmasıyla dalga geçiyor. Diğerleri piramitlere ateş eden Napolyon’a tepki göstererek onun böyle bir şey yapmış olamayacağından dem vuruyor. Özellikle Fransız medyası, Napolyon’un kendi de ne yaptığını bilemeyen sıradan bir adam olarak yansıtılmaya çalışıldığını söyleyerek, kendisinin aslında gayet aristokrat bir aileden geldiğini vurguluyor. En önemli hatırlatmalardan biri de, Napolyon’un kraliçe Marie Antionette’in idamına tanıklık etmiş olamayacağına dair.
Özellikle bu son üç tespit doğruluk payı taşıyor. Evet, Napolyon Bonaparte soylu bir ailenin oğlu. Yine evet, Marie Antionette idam edildiğinde Napolyon muhtemelen Toulon Kuşatması’nda topçu birliklerine komuta etmekle meşguldü. Mısır piramitleri bahsine gelince, kendisi piramitlere ateş etmesiyle değil de, daha çok ünlü filolog Jean François Champollion’u Mısır’a götürüp hiyeroglifleri çözdürmüş olmasıyla biliniyor.
Şu sıralar 85 yaşında huysuz bir ihtiyara dönüşmüş olan Ridley Scott ise eleştirilere “Gidin kendinize bir meşgale bulun (Go get a life)” diyerek cevap verdi. Scott ayrıca “Fransızlar kendilerini bile sevmiyorlar” şeklinde sivri bir çıkış bile yaptı. Ridley Scott, artık ömrünün sonbaharına gelmişken bir tane Oscar heykelciğini olsun, evine götürmek istediğini saklamıyor zaten. Joaquin Phoneix ise daha ortadan bir açıklama yaparak “Napolyon’u gerçekten anlamak istiyorsanız, muhtemelen kendi araştırmanızı ve okumanızı yapmalısınız” dedi.
Phoneix’in sözleri, orta yolcu gibi gözükse de en doğru yorum gibi duruyor. Tarihi ve kurfmaca işlere dair analiz yaptığımızda -filmler de dahil- orijinal, akademik işlere güvenmek daha isabetli bir fikir sanki.
‘GELENEK, YAŞAYANLARIN BEYNİNE KABUS GİBİ ÇÖKÜNCE…’
Peki Napolyon Bonaparte’ı nasıl analiz etmeliyiz? Napolyon öncesiyle Sezar’la, sonrasıyla Adolf Hitler’le karşılaştırılır genellikle. Napolyon Sezar’la karşılaştırılır; Hitler de ders almayıp Rusya’ya saldırdığı için Napolyon’la. Biz yine Marx’a dönelim ve fars alıntısının devamını hatırlatalım:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”
‘Özetin özeti’ ise şu olabilir: İnsanlar tarihlerini ne kadar kendileri yapsa da, geçmişten devraldıkları koşul ve durumlardan kurtulamazlar. Buna ek olarak, sebep veya miras ne olursa olsun, kitleler çok uzun süren kaosu sevmezler. Ki Napolyon’un düşüşünün ve en son St. Helen’e sürgün edilişinin sebebi de kurduğu dikta rejimi değil, Waterloo Savaşı’nda koalisyon güçlerine karşı aldığı yenilgidir. Dolayısıyla, bazılarımız “Arada kaos iyidir” dese de, genel kitleler her zaman öyle düşünmeyebilir. Sonunda da hep beraber aynı sıkıcı farsı tekrar tekrar seyretmek zorunda kalabiliriz…
Hızlandırılmış ‘Steve Jobs vakası’: Yapay zeka tartışması nereye gidiyor?
Katalonya krizinde ileri hamle mümkün mü?
Portre: ‘Yıkım ile işgale direnişin adresi’ Hizbullah
‘Korku Krallığı’nın yerli kurbanları: Osage yerlileri
Portre: Hep dört ayak üstüne düşen Benyamin Netanyahu’nun sırrı ne?
Güney Afrika’dan Filistin’e beyaz üstüncülük: Apartheid
İkinci Yom Kippur, dördüncü Filistin-İsrail savaşı
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***