M. NEDİM HAZAR | YORUM
Dorian Gray’in Portresi’nde “Bütün sanatlar aslında kullanışsızdır.” diyen Oscar Wilde’ın 1882 yılında Amerika’ya gittiğinde, gümrük memuruna şöyle dediği rivayet edilir: “Deham dışında beyan edecek bir şeyim yok!”
Galiba sanat, dehanın en doğrudan beyannamesi ve sanatçı da eseriyle bir tür sahip olduklarını beyan ediyor… Genelde sanat, özelde sinema ile hayat arasındaki ilişki üzerine ciltler dolusu yazı yazılmıştır. En kestirmeden ifadeyle sinema; hayatı anlama ve anlatma kılavuzu olsa gerektir.
Elbette bu anlayış ve anlatış çeşit çeşit, seviye seviye olacaktır. Bu nedenledir ki, her film herkesin hoşuna gitmez ve bazı filmler bizi başka türlü sarar sarmalar.
Kimi sinema uzmanları nedense yönetmen sinemasına çok inanmazlar. Onlara göre bir yönetmenin bir filmi muazzam olurken diğerinde aynı lezzet, düzey tutturulamayabilir ne yazık ki. Elbette istisna ustalar, büyük sinemacılar, her eseriyle istisnasız 12’den vuran isimler vardır. İşte yönetmen sinemasının son dönem ustalarından bir isim bu yazının konusu: Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev…
Sibirya doğumlu Zvyagintsev, 1984 yılında, 20 yaşındayken oyunculuk okuduğu Novosibirsk Drama Okulu’ndan mezun oluyor. 1990’a kadar Moskova’da, Russian Academy of Theatre Arts’ta çalışıyor. 1992’den itibaren 8 yıl boyunca çeşitli film ve tiyatrolarda oyunculuk yapıyor. 2000 yılında kendisine yeni açılımlar sağlayacak REN TV’de iş bulup, çalışıyor. Burada aradığı fırsatı buluyor ve üç bölümlük bir dizi olan The Black Room’un yönetmenliğini yapıyor.
Bu dizi, nicedir aradığı cesareti bulmasına neden oluyor ve kafasının bir köşesinde hep yer eden Vozvrashchenie-The Return-Dönüş’ü çekmeye karar veriyor. Anne ve anneanneleriyle yaşayan iki çocuğun, bir sabah yıllardır görmedikleri babalarının geri dönmesiyle bozulan düzenlerini ve aile içi, içten içe gelişen gerilimi ustaca anlatan Dönüş, son derece sade bir yol filmine dönüşüyor ve etkileyici finaliyle izleyiciyi derinden sarsıyor.
Ki, aslında anlattığı kendi hikâyesidir Zvyagintsev’in. Zira kendisi de babasını 6 yaşında kaybetmiştir.
Bir ilk filmin başına gelebilecek en harika şeyleri yaşıyor Dönüş. Berlin’de Altın Ayı da dahil birçok ödül alıyor mesela… 40 yaşında çektiği ilk filmiyle adından söz ettirmek bir yana, tarzı olan bir sinemacı olarak hemen göze çarpıyor Andrey Zvyagintsev…
Her ne kadar önüne yeni imkânlar sunulsa da hiç acele etmiyor Rus yönetmen yeni projesini 4 yılda pişiriyor ve ikinci filmi ‘Izgnanie-The Banishment’i (Türkiye’de Sürgün adıyla gösterime girdi) 2007 yılında çekiyor. Filmin prömiyeri Cannes Film Festivali’nde yapılıyor ve aynı zamanda Altın Palmiye için yarışıyor.
Sürgün’ü, ünlü yazar William Saroyan’ın ‘The Laughing Matter’ (Gülünecek Şey) adlı romanından uyarlıyor. Film, şehirli bir ailenin, babanın doğduğu köy evine gelmesini ve buradaki kır yaşamına ayak uydurmaya çalışmasını konu ediniyor. Film, başrolündeki Konstantin Lavronenko’ya (ilk filmin de başrolünde o vardı) Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandırıyor.
2009’da değişik yönetmenlere çektirilen New York hikâyelerinden birini de o çekiyor. Ancak New York I Love You için çektiği Apocrypha, yapımcılar tarafından beğenilmediği için, filmin sinema versiyonuna konulmadan, direkt olarak DVD’sine ekleniyor. 2011 yılında ise üçüncü filmi Elena için kamera arkasına geçiyor Andrey Zvyagintsev. Senaryosunu Olef Negin ile beraber yazdığı Elena, emektar bir hemşirenin etrafında gezinen yine bir aile içi filmi.
2011 yılında ise üçüncü filmi Elena için kamera arkasına geçiyor Andrey Zvyagintsev. Senaryosunu Olef Negin ile beraber yazdığı Elena, emektar bir hemşirenin etrafında gezinen yine bir aile içi filmi. Hemşire olan Elena, zengin, yaşlı ve evde bakıma muhtaç bir adam olan Vladimir ile evleniyor. Her ikisi de farklı aile yapılarından gelen çocuklarıyla ilişkileri bir şekilde sorunlu ve mesafeli insanlardır.
Fakat Vladimir bir kalp krizi geçirip, hastaneye kaldırılınca vasiyetini yazdırma kararı alıyor; fakat Elena bu vasiyette yer almadığını öğreniyor. Dağılmak üzere olan ailesini bir arada tutmaya çalışan Elena, kocası ile ailesi arasında ahlakî bir fedakârlık çıkmazında kalıyor…
Zvyagintsev sineması için artık ustalık ürünü diyebileceğimiz Elena’nın prömiyeri yine Cannes Film Festivali’nde yapılmış, Jüri Özel Ödülü’nü de kazanmıştı.
Sondan bir önceki filmi Leviathan ise yönetmenin aynı zamanda belli bir filozofik arka planı olduğunu da apaçık gösteren usta işi bir yapım olarak önce ciddi festivallerde kendini gösterdi. Film, Barents Denizi’ndeki bir yarımadada geçer. Arazisine el koymak isteyen yozlaşmış bir belediye başkanına karşı mücadele eden bir adamın hikâyesini anlatır. Senaryo Eski Ahit’te yer alan Eyüp Kitabı’nın modern bir uyarlamasıdır ancak aynı zamanda dağılmış Sovyet Rusya’nın aile ve sistem çürümesine dair esaslı eleştiriler de içerir.
Yapımcı Alexander Rodnyansky filmle ilgili “Film çağdaş Rusya’nın en önemli sosyal sorunlarından bazılarıyla ilgilenir, sıradan bir adamın yaşadığı aşkın ve trajedinin hikâyesidir.” şeklinde açıklar Zvyagintsev’in filmini.
Leviathan, dünyanın en prestijli festivallerinde gösterilir ve 20’den fazla ciddi ödül (Cannes’da Altın Palmiye adaylığı, En İyi Senaryo ödülü ve Oscar’da En İyi Yabancı Film adaylığı dahil) alan film, bu sıra dışı yönetmenin filmlerindeki başarının tesadüfi olmadığının kanıtıdır. Bugüne kadar çektiği (uzun metrajlı) dört filmiyle de hem belli bir seviye tutturan, hem de dehasını tüm cömertliğiyle bizlere sunan bir isim Andrey Zvyagintsev…
Rus yönetmen, ilk uzun metrajlı filminin finaline koyduğu fotoğraflar ile bir çeşit kendini ele verir gibi oluyor, zira Zvyagintsev sineması görselliğiyle dikkat çeken bir sinema. Birçok yönüyle de sinema dervişi Andrei Tarkovsky’yi anımsatıyor.
Filmlerinde diyaloglar basit gibi görünür, hatta sanki önceden yazılmamış, doğaçlama gelişiyor gibi bir his de edinirsiniz ama gerçekte öyle değil tabii… Seçtiği, güncel, basit kelimeler ile daha çok hal ve ruha odaklanır Zvyagintsev…
Bir başyapıt daha: Sevgisiz!
Gelelim son filmine.
Son filmini çektikten sonra bir röportajda film yönetmeni Andrey Zvyagintsev, filminin orijinal Rusça başlığı olan Nelyubov’un İngilizceye layıkıyla (Loveless diye gösterildi çevrilmediğinde ısrar etmişti . İzah da etti: Sevgisizlik, boşluğuyla tanımlanan bir durumdur; boşluğa neden olan sevgi eksikliği. Ancak yönetmen Nelyubov’un bundan daha fazlası olduğu konusunda ısrarcı. Bu, yalnızca sevginin yokluğuyla değil, aynı zamanda onun yerini alan başka bir şeyin varlığıyla da tanımlanan bir tür “sevgisizliktir” dedi. Enteresan değil mi? Kalp hayatımızdan kaybolduğunda sevginin her kırıntısını yiyip bitiren bu “başka bir şey”, Zvyagintsev’in son filminin can alıcı noktası.
Filmin kasveti henüz giriş sekansında kendini açıkça belli ediyor Sevgisiz’de. Çıplak ağaçlar, irili ufaklı çakıllarla dolu, sessiz bir dere ve yumuşak ve aralıksız kar yağışı. Bir sonraki sahnede sonbahar ama filmin zamanda geriye mi yoksa ileriye mi gittiğinden emin olamıyoruz. On iki yaşındaki Alexey, düşen yapraklara basarak bu tekinsiz mekandan evine doğru yürüyor. Atılmış uzun bir bant parçasını alıyor ve bir ağacın tepesinden sarkana kadar onunla oynuyor; bant sanki yolunu yalnızca kendisinin bildiği gizemli bir yeri müjdeleyen bir bayrak gibi rüzgarda dalgalanıyor.
Eve vardığında, annesi gelişigüzel bir şekilde kocasıyla boşandıklarını söylerken Alexey okuyormuş gibi yapıyor. Misafirler gittikten sonra ebeveynleri kapıları çarpıyor ve birbirlerine bağırırken Alexey fark edilmeyen bir köşeye çömeliyor ve ağlıyor – ince omuz kemikleri beyaz kolsuz tişörtünden dışarı çıkıyor – yüzü üzüntü ve acıdan buruşmuş.
Ebeveynleri Boris ve Zhenya uyumsuz bir çift; birbirlerinden nefret ediyorlar ve oğullarını görmezden geliyorlar. Yaklaşan boşanmaları nedeniyle ikisi de onu elinde tutmak istemiyor; Boris bir çocuğun annesiyle yaşaması gerektiğini düşünüyor, Zhenya ise onun yaşında bir babaya daha çok ihtiyacı olduğunu savunuyor, ardından Boris’in işe yaramaz olduğunu ve Alexey’in bir okula gideceğini ekliyor. Belki yatılı okul ve ardından ordu.
Zvyagintsev daha önce ekranda, kilisenin emrettiği kutsal bir kurum mu yoksa romantik aşkın “sonsuza dek mutlu” doruk noktası olarak evliliğe karşı kararsızlığını açıkça belirtmişti aslında. Elena (2011), evliliğin bir açgözlülük aracına, servet biriktirme aracına dönüştürüldüğünü gösteriyordu; Leviathan ise (2014) şiddet içeren bir evlilik içi tecavüzü ve bu tecavüzün kadın kahramanının, zina nedeniyle herkesin önünde utanması nedeniyle akut zihinsel travma geçirmesini tasvir ediyordu. Loveless’teki karı koca kendi işlerinin ayrıntılarına o kadar dalmışlar ki, Alexey’i umutsuzluğa sürükledikleri gerçeğinden habersiz hale geliyorlar.
Filmin iç mekan sahneleri her zaman loş ışıklı; yatmadan önce ağladığında Alexey’in yüzünü görmüyoruz ve ebeveynleri kavga ettikten hemen sonra yüzleri sadece telefon ekranlarının ışığında silüetler halinde görülebiliyor.
Ardından Alexey aniden ortadan kayboluyor ve Zhenya bunu ancak okulundan biri kontrol etmek için aradığında fark ediyor. Hem kendi dünyasında hem de diğer insanların hayatlarında olup biten her şeyden haberdar olmaya bu kadar önem veren Zhenya’nın, kendi oğlunun ne zaman kaybolduğuna dair hiçbir fikrinin olmaması gerçeğinde açık bir ironi var. Her iki ebeveyn de Alexey’nin sık sık ziyaret ettiği terk edilmiş bir binadaki gizli bir saklanma yerine götürüldüklerinde ve orada sadece ceketini bulduklarında şaşırıyorlar.
Sevgisiz’in sosyal aile kurumu hakkındaki eleştirel bakışı, anlatı Alexey’in tipik sevgi dolu büyükannesinden çok uzak olanını tanıttığında daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Filmin duygusal krizi, aile üyelerinin hiçbirine, mülk ve paraya olan sevgilerini güçlendirmek dışında hiçbir şey yapmaz. Çoğu filmde, bir çocuğun kaybı muhtemelen ayrı yaşayan ebeveynleri bir araya getirir bilirsiniz ancak Sevgisiz’de bu durum onları yavaş yavaş yiyip bitiren şiddetli öfkeye dönüşüyor. Zvyagintsev romantik kurtuluş fikrini altüst ediyor; sadece sevgisizlik değil, aynı zamanda yas tutan başka bir insana bakma konusunda sinir bozucu bir yetersizlik de söz konusu.
Zvyagintsev, aşırı bağlantılı maddi dünyada insanların kişisel, duygusal bağlantılarını kaybetmesi fikriyle meşgul görünürken. (Yönetmen, Zhenya’nın telefonuna takıntılı olduğunu açıkça belirtiyor; sürekli olarak sosyal medya güncellemelerini kontrol ediyor ve yemeğinin fotoğraflarını ve selfie’lerini çekiyor.) Leviathan’da Devlet – Kilise ile kutsal olmayan bir birlik içinde – kahramanın haklarını yasadışı bir şekilde gasp etmeye çalışıyordu, bir telekomünikasyon kulesi inşa edileceği iddia edilen arazi parçası; Aşksız’da Zvyagintsev, arama ekibi Alexey’i hiçbir yerde bulamayınca arka planda beliren büyük bir TV anteninin görsel metaforunu kullanıyor ve gelişmiş ve modern iletişim cihazlarımızın kayıp bir kişiyi bile bulmamıza yardımcı olamayacağı gerçeğinin altını çiziyor.
Putin hükümetinin iflah olmaz bir muhalifi ve Rusya’da serbest seçimlerin güçlü bir savunucusu olan Zvyagintsev, filmleri nedeniyle ülkesinde sık sık saldırılara maruz kalan bir isim. Ülkenin kasvetli ve kaba tasvirinin onları “Rus karşıtı” kıldığı iddia ediliyor. Loveless’in çirkin bir boşanma tasviri, paradan ve ondan daha fazlasını kazanma arzusundan başka hiçbir şeyin değer taşımadığı, Sovyet ve Komünizm sonrası Rusya’nın işlevsiz hali üzerine bir yorum işlevi görüyor. Zvyagintsev, hükümetin politikalarının ezici gücü tarafından tasarlanan Rus toplumunun içinin boşaltıldığını gösteriyor. Boris ve Zhenya’nın tamamen kendine olan takıntısı, şefkat ve sevgiden yoksunluk, Zvyagintsev’in bir röportajda söylediği gibi, Rusya’nın yaşadığı bir “yeniden Stalinizasyon” sürecinin belirtisi. Leviathan şok edici kişisel ve politik ihanetlerin anlatısıyken, Loveless’in ihanetleri sanki neo-faşistler tarafından yönetilen bir toplumda aşkın doğal ilerleyişiymiş gibi aktarılıyor.
Toparlayalım.
Andrey Zvyagintsev sinemasında görüntü sesten, yani suret kelamdan çok önce gelir. Dolayısıyla Zvyagintsev sineması bir tür temaşa sinemasıdır. Işık önemlidir onun için. Renk önemlidir (renkten sadece gökkuşağı tonlarını anlamamak lazım, siyahın ve beyazın tüm ara renkleri de dahildir buna), gökyüzü, ağaçlar, duvarlar, deniz, bulut, yağmur… Hepsi ayrı bir titizlik içinde yer alır Andrey Zvyagintsev filmlerinde.
Ünlü müzisyen Beethoven’ın, bir konser sonrasında, eserinde Mozart etkisinin hissedildiğinin söylenmesi üzerine şöyle söylediği rivayet edilir: “Aranızda onun ayak seslerini duyarken, müzik yapmak kolay mı zannediyorsunuz?”
Doğrusu, adaşı Tarkovsky’nin ayak seslerini Zvyagintsev’in film karelerinde işitmek çok da yadırganacak bir şey değil…
Rus sinemasının bu yeni soluğu belki en iyi filmini henüz çekmedi ama çektikleri ile farklılığını çoktan göstermiş oldu.
Usta yönetmenin en önemli eseri Dönüş’ü bir sonraki yazıya sakladım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***