Can ÖKTEMER
Nick Cave, 1980’li yıllarda verdiği tuhaf röportajlarından birinde “Bazen kiralık katillik gibi düzenli bir işe sahip olsaydım” demişti. Nick Cave’in tüm ironi kartlarını açık tutarak söylediği bu ifade esasen sınırları belirli bir meslek alanını tarif ediyor. Her ne kadar sekiz- altı mesaileri olmasa da kiralık katiller, freelance çalışma koşulları, üç aşağı beş yukarı icra şekilleri beli olan, insanlık tarihinin en eski iş kollarından birine sahip. Kim oldukları, bu işlere nasıl bulaştıkları pek bilinmeyen bu gizemli kişilerin hayatları nasıldır?
Mesai sonrası iş arkadaşlarıyla bir araya gelip “Ne gündü ama?” diyorlar mıdır? İş koşullarından, ücretlerin azlığından yakınıyorlar mıdır? Bir meslek örgütleri var mıdır örneğin? Etrafımızda kiralık katil tanıyan, onlarla iş yapmış birileri olmadığına göre, bu dünyaya dair tüm cevapsız soruların yanıtları doğrudan sinema ve edebiyattan geliyor.
David Fincher’ın geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlanmaya başlayan son filmi The Killer, doğrudan bir katilin zihin dünyasına girerek bu tuhaf dünyayı tüm çıplaklığıyla resmetmeye çalışıyor.
The Killer’da başrolünü Micheal Fassbinder’in canlandırdığı ismini hiçbir şekilde öğrenemediğimiz, takıntılı, aşırı derecede düzenli, yoga yapmayı seven ve The Smiths dinleyen (Her filmde aşırı yorum avına çıkan sinemaseverle için muazzam bir detay) kiralık katilin hikayesine tanıklık ediyoruz.
Film, kahramanımızın Paris’te bir iş sırasında yaptığı hata sonucunda başına gelen olaylar ve intikam alma için yola çıkması üzerine odaklanıyor. Kâğıt üstünde bildik bir hikâye var, anlatıyı zenginleştiren kahramanın zihninden monolog halinde dökülen kelimeler… Alexis Nolant’ın aynı isimli grafik roman serisinden uyarlanan filmi öncüllerinden ayıran da biraz bu sanırım.
Film boyunca kusursuzluğa, düzene hastalık derecesinde takıntılı, mesleği gereği sabırlı olmayı, geceler boyu uykusuz kalmayı öğrenmek zorunda kalmış, duygularını kontrol edebilmeyi öğrenebilmiş soğukkanlı bir katilin gözünden çağımızı ve insanlık hallerini izliyoruz. Üstelik kahramanımız mesleğinin giderek sıkıcılaştığının farkında.
Son zamanlarda pencere başında insan öldürmekten de sıkılmış. Diğer taraftan oldukça yorucu ve dikkat isteyen bir işe sahip. Emeklilik piyangosu nadir çıkıyor ve en ufak hata zincirleme kar topuna dönüşüp hayati tehlike arz edebiliyor. Freelance katilimizin zihni belki de o kadar dolu ve yorgun.
Farklı isimler, elde bavulla dünyanın farklı yerlerine uçuş, kimliksizlik, yersiz yurtsuzluk, kahramanızın artık kaldıramadığı detaylar. Milleti temizlemek için kat ettiği uçak millerini bile gönül rahatlığıyla harcamayacak durumda. Emekliliğini talep edip, sakin kıyı kentinde anılarını yazmayı planlıyor belki de…
KUSURSUZLUĞUN KUSURU
Atmosfer kurma konusunda usta olan David Fincher, zihin sinemasına uyumlu olarak yavaş ve temposuz anlatı tercih etmiş. Böylelikle her anını tedirginlikle, güvenlikle ve mesafeli bir iletişim sürdüren kahramanın dünyası daha belirgin hale gelmiş. Yönetmen filmi iki hat üzerinden ilerletmeyi tercih etmiş. Birincisi karakterin iç dünyası ikincisi ise onu yeniden sahalara döndürecek kişisel motivasyon bir nevi intikam hikayesi. Hikayenin ilk hattı ne kadar gerçekçi bir insan portresi çiziyorsa intikam yolunda o kadar tökezliyor bence. Bunun da en büyük sebebi anlatı intikam sularına girince hijyen bağımlısı John Wick hikayesine dönüşüyor. John Wick tüm seri boyunca nasıl ortalığı dağıtıyorsa Killer da ise kahramanımız işini bitiriyor, eline deterjan, çamaşır suyunu alıp halıları, yerleri, mutfağı bir güzel temizliyor. Pislikleri çöp kutusuna atmayı da ihmal etmiyor.
Fassbinder’in Avrupalı donukluğuyla canlandırdığı kahraman bir tür izlenimcilikle insanları, açık pencereleri, dükkanları, arabaları, izliyor. Gördüğü kirli manzaralarda şirketler, borsa endeksleri, paralar, güç, iktidar var. Fight Clup’tan beri küresel finans politikalarına, çok uluslu şirketlere, beyaz yakalı, plaza hayatlarına dair sert eleştiriler yapmaktan kaçınmayan David Fincher, bu filmde de markaları, şirketleri, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan kaçınmayan borsa manipülatörlerini hedef tahtasına çıkarmaya çalışmış. Bu aynı zamanda filmin kaygan zeminini oluşturmuş çünkü tüm marka logoları, bir yukarı bir aşağıya inen borsa endekslerine dair eleştirilerin altı pek dolmuyor.
Her konu hakkında bize bir şeyler söyleyen anlatıcı, yaşadığı dünyanın farkında ama ona dair doğrudan bir eleştirisi yok. Böyle bir karakterden elbette sınıf bilinci beklemek, Cüneyt Arkın’ın Yıkılmayan Adam’ı gibi sermayenin kurşunlarının önüne atlamasını beklemek saçmalık olur.
Fassbinder’in tatilci şapkalı, havai desenli gömlekleriyle Hunter S. Thompson’ın unutulmaz karakteri Raoul Duke andırmıyor değil. Las Vegas’ta Korku ve Dehşet adlı romanında Hunter Thompson, 1970’li yıllar ABD’sinin karanlık yanlarını aşırılıklarla sergileyip, çivisi çıkmış dünyanın grotestk bir alegorisini yapıyordu. Burada havai gömlekli, sportif James Bond havalarında gezinip insan avına çıkmış katilimiz de onun bir minimal benzeri gibi dehşeti ve raydan çıkmış siyaseti ortaya sermeye çalıyor sanki; ama görünen o ki onun manifestosu biraz daha şiddete meyilli…
Bu anlamda altı tam dolmamış bir siyaset boşluğu var. Film boyunca gördüklerimiz bir noktadan kusursuzlukla bir kurulmuş bir anlatının önüne geçemiyor ve politik olarak güçsüz bir yere savruluyor. Fincher’ın kusursuzlukla bezenmiş kareleri bir noktadan sonra lekelenmeye başlıyor. Netflix’te sistem eleştirisi oksimorona dönüşüyor. Fincher sinema dünyasının kirli işlerini yapma konusunda bir mutsuz bir kabullenmeye geçiyor gibi. Bu da David Fincher’ın kusursuzluğunun kusuru oluyor belki de.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***