Balkan TALU
Artı Gerçek – Önce biraz ansiklopedik bilgi… Kendisi İsrail’de en uzun süre başbakan olmuş siyasetçi. Aynı zamanda, İsrail’in bağımsızlığına kavuşmasından sonra doğmuş olan ilk başbakan.
CEPHEYİ ‘SEVİYOR’
74 yaşındaki Benyamin Netanyahu, laik görüşlere sahip bir ailenin çocuğu. Ordudayken 1967-1970 yılları arasındaki Yıpratma Savaşı’ında yer aldı. 1967 Savaşı sonrası İsrail ile Mısır ve müttefikleri arasında yaşanan Yıpratma Savaşı’nda, çok sayıda sınır ötesi operasyona katıldı. Cephedeki başarıları sayesinde muharebe askeri ve takım lideri oldu. 1972 yılında omzundan yaralandığı halde, 1973 yılında Yom Kippur Savaşı’na katılmak için de geri döndü.
İSRAİL’İN ABD’DEKİ SÖZCÜSÜ
Netanyahu eğitim hayatında da başarılı biz çizgiye sahip oldu. ABD’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Massachussets Institute of Technology’de (MIT) mimarlık okudu. Siyaset bilimi yüksek lisansını yaparken hem MIT hem de Harvard’dan dersler alarak hocalarının gözdesi oldu. Lübnan İç Savaşı döneminde önce yedek kuvvetlerde göreve çağrıldıysa da o, ABD’de kalıp bölgedeki icraatları, katliamları yüzünden eleştirilen İsrail’in sözcülüğünü yapmayı tercih etti. Burada sonradan ABD başkanı da olacak Donald Trump’un babası Fred Trump’la da yakın dostluk kurdu.
Netanyahu siyaset sahnesinde milliyetçi sağcı Likud Partisi’ni tercih etti. Partiye ilk defa 1988 yılındaki milletvekili seçimleri sırasında girdi. 12. Yasama Dönemin’de Knesset üyesi oldu. Moşe Arens ve David Levy’nin Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, onların yardımcılığını yaptı. Özellikle Körfez Savaşı’nın tırmandığı 1991 yılında uluslararası medyada İsrail’in yeni kamusal yüzü oldu. ABD’de yaşamış olması ve akıcı İngilizcesi onu, CNN gibi büyük kanallarda avantajlı kılmıştı. Bu başarılarıyla hem Madrid Görüşmeleri delegasyonunda yer aldı, hem de İzak Şamir yönetiminde başbakan yardımcılığına kadar yükseldi.
iRGUN’UN İLK LİDERİNİN OĞLUNA FARK ATTI
Netanyahu’nun üyesi olduğu Likud Partisi, Oslo müzakerelerinin ve eş zamanlı olarak barış umutlarının filiz verdiği 1992 seçimlerinde büyük bir hezimet yaşayarak iktidarı İşçi Partisi’ne devretti. Yenilginin ardından Benyamin Netanyahu 1993 yılında ünlü İrgun’un ve Likud’un ilk lideri Menahem Begin’in oğlu Benny Begin’e fark atarak Likud liderliğini devraldı ve ana muhalefet lideri oldu.
1993-1996 arasındaki süreç, İşçi Partisi için pek de iyi geçmemişti… 4 Kasım 1995’te başbakan İzak Rabin aşırı milliyetçi Yigal Amir tarafından öldürüldü. 3-4 Mart 1996’da peşpeşe gerçekleştirilen intihar saldırılarının da ardından, 29 Mayıs 1996’da erken seçim yapıldı.
Herkes barış sürecinin de mimarları arasında sayılan Nobel Barış ödüllü Şimon Peres’in kazanacağını düşünüyordu. Netanyahu ise ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin siyasi propagandistlerinden Arthur Finkelstein’ın öğrencisi George Birnbaum’la anlaşmıştı. Söylemini “güvenlikli bir barış yapmak” sloganı üzerinden kuruyordu. Seçimlerin sonucunda ise kendisi başbakanlığı kazanmış olmasına rağmen, meclisteki sandalye çoğunluğu İşçi Partisi’ndeydi. Netanyahu bu nedenle, o dönemde aşırı sağda yer alan Şas ve Yahudi Evimiz (UTJ) Partisi’yle koalisyon yaptı.
RADİKAL SAĞ İLE İLK TEMAS
Netanyahu, Madrid Görüşmeleri’nde de yer almasına rağmen Oslo Süreci’ni en sert eleştiren siyasetçiler arasında yer aldı. Dönemin İşçi Partisi liderliği adım adım Filistinlilere ödünler verilerek kademeli bir ilerleme sağlanmasını öngörüyordu. Netanyahu ise bu tavizlerin aşırılıkçıları cesaretlendireceğini, İsrail’in tavizlerine karşı Filistin yönetiminin de iyi niyet adımları atması gerektiğini savunuyordu. Bu yüzden barış müzakerelerinde de gözle görülür bir yavaşlama oldu. Netanyahu yine de o dönemde, El Halil’in yüzde 80’ini ve Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü Filistinlilere bırakmayı kabul etti:
1996 yılında, İsrail yönetimi Filistinlilerin sinir uçlarını test etmeye başlamıştı. Filistinlilerin yoğun muhalefetine rağmen, İsrail’in eski Nobel Barış ödüllü başbakanı Şimon Peres’in talimatıyla, Ömeriye Medresesi’nin alt tarafına ek bir çıkış açılmaya başlandı. Müslüman nüfus, İsrail’in bu şekilde başka bir oldu-bitti ilhakı gerçekleştirmesine, El Aksa ve Harem-i Şerif Camii’nin hasar göreceği ve bu şekilde yayılmacı politikalarına devam edeceği kuşkusuyla, şiddetle karşı çıkıyordu. Sonraki haftalarda İsrail ordusu ile Müslüman nüfus arasında çıkan çatışmalarda 80 kişi öldü. Dönemin Kudüs Belediye Başkanı ve daha sonra başbakanlık da yapacak olan Ehud Olmert, bu kazının arkeolojik kalıntı ve eserlere zarar verdiğini söyleyerek ve hükümeti sert bir dille eleştirerek inşaatı durdurduğunu açıkladı.
‘3 HAYIR’ POLİTİKASI
Netanyahu ise bu gelişmelerin ardından 1997 yılında El Halil Protokolü’nün imzalanmasından önce, “Her iki tarafın da ihtiyaç ve gereksinimlerini gözetmek zorundayız” diyordu. Burada kastedilen şeyin İsrail’in çıkarları olduğu daha sonra anlaşılacaktı…
1998 yılında ise Wye Nehri Memorandumu parlamentoda onaylandıktan sonra ısrarla ‘3 Hayır Politikası’nı vurguladı. ‘Hayır’ denilecek maddeler, İsrail’in Golan Tepeleri’nden geri çekilmemesi, Kudüs’ün durumunun tartışmaya açılmaması, müzakere masasına otururken ön koşul ileri sürülmemesiydi. Ne de olsa arkasında ABD gibi bir süper güç varken, kendisi istediği kadar ön koşul ileri sürebilirdi…
1999’DA YENİLDİ AMA…
1999 yılında Netanyahu o dönemki İşçi Partisi lideri ve eski komutanı Ehud Barak’a karşı ağır bir yenilgi aldı. Hakkında gene yolsuzluk iddiaları vardı ama bu arada ironik bir şekilde kaybetmesinin bir sebebi de Filistinlilere çok fazla taviz verildiğini düşünen kitlesiydi…
Barak’la Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın Camp David buluşmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Arafat’ın masadan kalkması, Ariel Şaron’un Harem-i Şerif provokasyonu ve İkinci İntifada’nın başlaması yeni dönemin kısa sürmesine sebep olsa da, Netanyahu başbakanlığı hemen kazanamadı. Uzun zamandır kenarda bekleyen Ariel Şaron umulmadık bir şekilde Likud liderliğini de ele geçirdi ve Netanyahu’ya Maliye Bakanlığı görevini verdi. Bazı dedikodulara göre, Şaron Netanyahu’yu pasif bir görev ve pozisyonda tutmak için kendisine böyle bir görev vermemişti.
‘PERES KUDÜS’Ü BÖLECEK’
Ancak Netanyahu, kesintilere uğrayan siyasi kariyerinde hep dört ayak üzerine düşmeyi başardı. Sözgelimi, 1976’daki uçak kaçırma eylemlerinden birinde rehineleri kurtarmak için yapılan Yıldırım Operasyonu’nda ölünce ulusal kahraman olmuş kardeşi Yonatan’ın ismini de, ABD’de edindiği siyasi bağlantıları da, sırası geldiğinde etkin biçimde kullanmayı başardı.
Nixon’ın kazandığı başkanlık kampanyasını yöneten Arthur Finkelstein 1970 yılında kenara şöyle bir not almıştı: “Seçimi sizin işinize en iyi gelen konu etrafında kutuplaştırmaya çalışmalısınız, örneğin New York’ta uyuşturucu, suç, ırk…” Finkelstein’ın önemli bir uyarısı da şuydu: “Rakibiniz kutuplaştırma girişimini ele geçirdiğinde, başınız belada demektir.”
Daha önce Kennedy’ye karşı seçim kazanayan ve silik bir profil olarak bilinen Richard Nixon’ın 1972’deki seçim sloganlarından biri de ‘sessiz çoğunluklar’dı. Artık kaos yerine istikrar isteyen kitleleri arkasına almayı başarmıştı. Savaş karşıtı öğrencilerin ve Afrikalı Amerikalıların eylemleri, suç oranları ile uyuşturucu kullanımındaki artış, Nixon’a başarı getirmişti.
Finkelstein’ın öğrencisi George Birnbaum ise 1996 seçimlerinde normalde barış yolunda ilerlemesi düşünülen İsrail halkının içindeki paranoyayı “Peres Kudüs’ü bölecek” söylemleriyle yükseltip kampanyanın seyrini değiştirmeyi başarmıştı. Hamas’ın intihar eylemleri de Netanyahu’nun ekmeğine yağ sürmüştü. Müzakere masasındaki muhatap olan El Fetih’in İsrail topraklarında eylem yapmıyor olmasına rağmen, ““Filistinli teröristlere fazla taviz verildiği” duygusu seçmenlerde yer etmişti bir kere.
ŞARON’U PROTESTO EDİP İSTİFA ETTİ
Kısacası, Netanyahu’nun en büyük başarısı, asla sorgulanmayan ana akım milliyetçi söylem ve paranoyaları kaşıyıp diri tutmayı bilmesi oldu. 2004 yılında Şaron Gazze’den çekileceğini açıkladığında, bu tasarının referanduma sunulmadığı gerekçesiyle Şaron’u protesto edip istifa etti. Şaron bu yüzden ayrı parti kurmak zorunda kaldı. Şaron 2005 yılında ani bir felç geçirdiğinde ise Netanyahu, Likud lideri olarak tekrar işbaşına geldi. O günden beri de koltuğunu koruyor.
‘BİR FİLİSTİN DEVLETİ OLMAYACAK’
Netanyahu 2009 yılında, İsrail’in yanında bir de Filistin devleti kurulmasını kabul edeceğini beyan etmişti ama ABD’nin Gazze’deli Hamas hükümetine karşı ikircikli tutumu elini rahatlattı. 2017 yılında eski dostu, yeni ABD başkanı Donald Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıkladı. Bu gelişmeden sonra daha da cesaretlenen Netanyahu,2019 yılında verdiği bir radyo söyleşisinde “Bir Filistin devleti olmayacak. En azından insanların konuştuğu, söylediği şekilde değil” deyiverdi.
‘SEÇKİNLERİN’ DUYARLILIKLARI ULTRA ORTODOKSLARI İLGİLENDİRMİYOR…
Öte yandan, Netanyahu dört senede beş seçim yapmak zorunda kaldı ve İsrail’de en uzun süre başbakanlık yapabilmiş siyasetçi unvanına sahip olabildi. Üstelik bu süreçte, hem 1999 yılında aldığı hezimetteki, hem de son dönemdeki yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmış durumdaydı.
Peki buna rağmen koltuğunu nasıl koruyabiliyor?
Economist dergisinde yer alan bir analize bakarsak, Netanyahu İsrail’in kamplara bölünmüş oluşunu sömürüyor. Mart ayında yayımlanan analize göre, İsrail’de orta sınıf Aşkenaz nüfus daha laik ve demokratik değerleri önemserken, dindar alt sınıflar daha aşırı ortodoks kitle içinde yer alıyor. Ultra ortodokslar son dönemde yapılan hukuk devleti tartışmalarına da tamamen duyarsızlar. Zira 1999 yılından beri yüksek yargının kendi değerlerini temsil etmediğini düşünüyorlar.
Ancak İsrail’de yargı bağımsızlığını sekteye uğratacak düzenlemelere karşı protestolara katılanlar arasında teknoloji sektörü çalışanları ve ordu mensupları yer alıyorsa da, bu kitlenin ülkenin seçkim kesimlerini temsil ettiği düşünülüyor ve onların duyarlılıkları, alt sınıftaki ultra ortodoksları ilgilendirmiyor…
Bu arada demokrasi ve hukuk devleti isteyen orta sınıf ise Filistin sorunu, barışın geleceği, ortodoks yerleşimcilerin yayılmacı fikirleri (Ürdün Nehri ve Akdeniz arasındaki bütün bölgenin İsrail toprağı olması gerektiğini düşünüyorlar) gibi konular söz konusu olduğunda, büyük bir sessizliğe gömülüyor. Komünist parti Hadaş’ın milletvekillerinden Aida Touma-Suleiman, “Yurttaşlık hakları erozyona uğradığı andan itibaren bu durum ilk bizi etkileyecek. Buna rağmen mevcut protesto dalgasıyla bir aidiyet hissedemiyoruz çünkü eylemlerde verilen militarist ve milliyetçi mesajlar bize hitap etmiyor. Araplar marjinalize edilmeye devam ediliyor.”
Netanyahu her zaman derslerine iyi çalışmış ve ezberlerine sadık kalmış bir politikacı oldu. Son dönemlerdeki her ‘kurt’ politikacı gibi, yurttaşlarını mümkün olduğunca çok kutup ve kampa ayırmanın, mevcut olanları da derinleştirmenin yolunu her daim buldu. Hem de çok geniş kitlelerin şimşeklerini üstüne çekmişken… ‘Beka ve güvenlik korkusu’ bir kenarda duruyor… Peki Netanyahu gibi yolunu puslu havalarda bulan politikacılarla ne kadar güvendeyiz? O biraz şüpheli işte…
Güney Afrika’dan Filistin’e beyaz üstüncülük: Apartheid
İkinci Yom Kippur, dördüncü Filistin-İsrail savaşı
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***