OSMAN ÇAKLI
Kurak ve sıcak geçen yazın ardından sonbahara dönen mevsimle birlikte akşam serinliği ferahlatıcı gelmişti. Benim gibi pek çoklarının bu serinlikten şikâyet etmesi çok olağan değildi. Yine de bu aylarda kapalı ortamlar sıcak olabiliyor. İstanbul’dan Bursa’ya gitmek için bindiğim otobüste klimalar açık. Hemen yanımda oturan kişi ise biraz üşüyormuş gibi davranıyor ama sesini çıkarmıyordu. Bir süre sonra muavinden su istedi, hemen arkasından da ben. Muavin suyu önce ona o da bana uzattı. Ne enteresandır ki birazdan tanışacağım ve adının Hüseyin olduğunu öğreneceğim kişi, iki gündür ağzına bir yudum su koymamıştı ve buna rağmen suyunu bana ikram etti…
ELVEDA DEMEDEN
İşte bu hikaye, Suriyeli Hüseyin’in, bir alçak gönüllü adamın, bir Don Kişot’un hikayesi:
İç savaş yüzünden 2014 yılında artık Suriye’de yaşayamayacağını anladığında, savaşta kaybettiği babasını gömdüğü toprakları bir “elveda” dahi diyemeden geride bıraktı. Kardeşleri, annesi, eşi ve yanlarına aldıkları birkaç bavul ile Kilis’ten Türkiye’ye geçtiler. Savaş cenderesinden kurtulmasına sevinçliydi, ancak ‘insan hakları’ debdebesinin geri itmeleri de sıcak bir merhabadan çok uzaktı. Yine de artık tepesinde savaş uçaklarının, sokaklarında tankların gezmediği, nispeten daha ‘güvenli’ bir yerde yaşamaktan rahatsız değildi. Elbette bu güvenlik duygusu kısa sürecekti.
‘BEN SÖYLEMESEM SURİYELİ OLDUĞUMU ANLAMAZDINIZ’
Günde yüzlerce otobüsün giriş-çıkış yaptığı Esenler Otogarı’ndan Bursa’ya gitmek için bindiğim otobüste tam yanımda oturuyordu. Elimdeki telefona kendimi öyle kaptırmıştım ki otobüsün hareket etmesinin üzerinden 2 saat geçmiş ve yerleşim yerleri görünmüştü. Gece olması nedeniyle nerede olduğumu çok algılayamadım, Bursa’ya yaklaştığımızı düşündüm. Ama Dudullu Otogarı’na giriyorduk. Kısa mesafelerin uzun yolculuklara dönüşmesi epeyce sinir bozucu olabiliyor. Hava almak için otobüsten indim, bir sigara yaktım. Yanımda oturan kişi de birkaç adım ötemdeydi, sohbet etmek için yanına gittim. Manisa Akhisar’a gittiğini anlattı. Çelimsiz bedeni ve yanık teni, bana Akhisar’ın köylerinde çiftçilik yaptığını düşündürdü. Ya da tersten daha uzak bir yer olan Antepli olabileceğini… İnsan teni anca çıplak güneş ışığı altında tarlada çalışarak bu kadar yanık olabilirdi. Her ikisi de değildi. Belki kitabi Türkçesi böyle düşünmeme neden olmuştu. Suriyeli olduğunu söyledi Hüseyin. “Neresinden” diye sordum. “Halep” dedi. Sonra gülerek ekledi: “Ben söylemesem Suriyeli olduğumu anlamazdınız.” Gerçekten de anlamamıştım.
KELLE KOLTUKTA UMUT YOLCULUĞUNDA
Halepli Hüseyin’le otobüsün dışında bir sigara içimi kadar sohbet edebildik. Sonrasında zaten yan yanaydık. Hoş beş muhabbetin ardından biraz daha soru sormaya başladım. Herkes duymasın diye sessizce sohbet etmeyi sürdürdük. Hüseyin de çekinmeden başladı anlatmaya. Otobüse bindiğimizde akşam saat 21.00 idi. Aynı günün sabahında Edirne’de sınırda olan bir Kızılay kampından İstanbul’a geldiğini söyledi.
Çocuklarının bir kısmı Türkiye’de doğmuş, Türkçe dışında başka dil bilmiyorlar. Hüseyin hayıflanıyor bu durumdan, bir geleceklerinin olmadığını düşünüyor. Bu çaresizlik onu yeni yolları bulmayı ve yeniden denemeye itiyor. Kaçak yollardan Almanya’ya gitmeyi denemiş. Üstelik bu ilk denemesi değilmiş. Bulgaristan’da yakalanmış: “Abi kocaman sınır, o kadar asker nereden bulsun bizi. Ama o köpekler yok mu hep onlar yüzünden yakalanıyoruz.” Bulgar kolluk güçleri, resmi bir işlem yapmadan geldikleri yönden geri göndermiş Hüseyin ile beraberindekileri. Araya girip, normal yollarla Almanya’ya gitmeyi deneyip denemediğini sordum. Verdiği yanıt Avrupa ‘hümanizminin’ fotoğrafını çekiyordu: “Savaştan kaçmışım, kimliğim bile yok. Zaten bize pasaport bile vermiyorlar.”
GİDEMEZSEN DÖNÜŞ YOLUNDA DAYAK VAR
Şimdiye kadar ‘tehlikeli’ yolculukların çok azı ‘başarıya’ ulaşabildi. Hüseyin gibi pek çok mültecinin sınır hatlarında en iyi ihtimalle işkence gördüğünü çeşitli raporlardan biliyoruz. Kötüsü de zaten Aylan Kurdi bebeğin başına gelenler. Kaç Aylan bebek olduğunu ise bilmiyoruz. Onlar bir göçmen teknesinde batıp, okyanusta kayboluyorlar. Arkalarından hazırlanan raporlarda ise veriye dönüşüyorlar. Geçtiğimiz yıl benzer bir hikâyeye de Bursa’da şahit olmuştuk. Yanan bir sobadan çıkan yangınla evde bulunan göçmen çocukları ölmüş, cenaze namazlarında tabutlarında, 1-2-3-4 numaraları yapıştırılmıştı. Onlar artık numaralarından tanınıyor.
Hâsılı, Hüseyin bu kez de ölmemiş, belki de kendini bu yüzden şanslı saymalı! Yaşayıp yaşamamak onun için artık bu kadar elzem değil. Tek derdi çocuklarının daha iyi bir ülkede rahat ve güvende yaşayabilmesi. Bunun için kendi bedenini tereddütsüz feda edebilecek gözü karalığa sahipti. Halepli Hüseyin’e Kızılay kampında neler olduğunu sorduğumda duyduklarım karşısında artık şaşırmıyordum, yıllardır benzeri şeyleri zaten duyuyoruz. Hüseyin anlatıyor: “Giderken kimse ses etmiyor ama eğer geri dönerseniz dayak var.” Bulgar kolluk güçlerinin geri itmesiyle Edirne sınırından Türkiye’ye dönen Hüseyin ve arkadaşları tam yerini hatırlamadığı, okuma yazma bilmediği için haritadan gösteremediği bir Kızılay kampından bahsediyor.
KIZILAY KAMPINDAKİ DAYAKTAN BAYILDI
İnsani yardım kuruluşu olan Kızılay kampında askerler tarafından “2 gün dayak yedim” diyor Hüseyin, ama anlattıkları işkenceydi. “Gördüğüm şiddet sonrasında bayıldım. Kovayla su döküp ayılttılar. Belki de ölecektim…”
İşkencenin ayrıntılarına girmeyelim… Hüseyin yaşadıklarını anlatmaktan biraz çekiniyor. Çünkü “yabancı”, anlattığı kişi ise yerli. Sürekli “Ağabey yanlış anlama” diyerek devam ediyor. Kaldığı kampta epeyce üşümüş, susuz kalmış. Üzerinde bir tişört, ayağında bir terlik düşmüş yola. İstanbul’a gelip, bindiği otobüste kendisine uzatılan ilk suyu ise günlerce susuz kalmasına rağmen su isteyen bir başkasına uzatacak kadar alçakgönüllü.
“Neden su vermediler” diye sordum. Bu da bizim “misafirperverliğimiz” olsa gerek: “Ağabey masraf yapmak istemediler, zaten bizi insan yerine koymuyorlar, ‘Suriyeli bu’ diyorlar.” Bu diğerkamlık beni çok derinden etkilemişti. Hüseyin’in bütün insafsızlığın içinde kaybetmediği insanlığına hayran kalmıştım. İnsanlığın bütün alameti farikası Hüseyin’de buluşmuş gibiydi. Yan yana oturduğumuz koltuğun hemen önünde iki kadın ve iki bebek vardı. Bebekler rahat uyuyabilsin diye koltuğun geri yatırılmasından rahatsız olmayacağını söyledi. Devam etti: “Şoför kabul ederse yanındaki koltuğa oturayım. Çocuklar rahat etsin.” Sorun görülmeyince kalktı gitti.
‘ÖLSEM DE YİNE DENEYECEĞİM’
7 çocuğunun 5’i Manisa’da doğmuş. Biri hariç, hepsi okula gidiyor. Türkçe dışında başka dil bilmiyorlar. Hüseyin’e “Sen gitseydin ailen ne olacaktı?” diye sordum. O da göç yollarındaki eziyete, gidebilirse gittiği ülkede çileyi kendisinin çekmek istediğini, ülkeye yerleşmesi durumunda düzeni kurduktan sonra ailesini yanına alacağını söyledi. Doğrusu muazzam bir fedakârlık! Türkiye’de bir geleceğinin olmadığını düşünüyor. Yediği dayağı anlatırken buruk bir iç çekmesine takiben insan gibi hissetmekten uzaklaştığı çok belli oluyor. “Ama ne yapacaksın, savaştan kaçmışız” diyor. “Göç yolları tehlikeli değil mi?” diye soruyorum. Bir dizi raporlardan bahsediyorum. “Yine deneyeceğim” diyor “Ölsem de deneyeceğim.” Nedenini sorunca “başka çarem yok” diye de ekliyor.
Hatırlarsınız Nexflix 2019 yılında “Platform” adlı bir film yayınladı. Film verdiği toplumsal mesajlar ve insanı irrite eden ürkütücü sahneleriyle epey tartışma konusu edilmişti. Bir hapishane üzerinde yiyecekle kaplı bir platform kat kat aşağıya iniyordu, yemek tepeden aşağıya birkaç dakika arayla iniyor, üst kattakiler alabildiğine yerken, platform aşağıya indikçe boşalıyordu. Yani aşağıdakiler aç ve çaresizdi. Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. O açlık insana neler yaptırdı, hatırlayın. Hüseyin, davranışıyla benim gözümde ‘platformun’ Don Kişot’u olmuştu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***