Bediüzzaman Ankara’da (15)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Hıristiyanları aslanlara parçalatmak, Roma’nın ne işine yaradı?
Zulüm, her samimi düşünceyi kanatlandırır.”
Cemil Meriç
Sevgili dostlar…
Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatının belli bölümlerini incelemeye çalıştığımız çalışmanın sonlarına doğru geliyoruz.
Siz de fark etmişsinizdir, tahminimizden çok çok fazla bir muhtevaya ulaştı bu çalışmamı. Yazı sayısı 50’yi aşalı çok oldu ve 500 sayfadan fazla metin birikti.
Son yazıya (bir ya da iki yazı daha yazmayı planlamaktayım) başlarken seri boyunca tekrar edip durduğum bir hakikati biraz daha genişleterek hatırlatmak isterim.
Elbette sizler gibi benim de fikriyatım ve meselelere dair bir bakış açım var. Ancak özellikle bu tür tarihsel yazılarda kendi fikriyatımı mümkün mertebe baskı altında tutarak objektiflik pergelinin ayaklarını açabildiğim nispette açtığımdan emin olmanızı istiyorum.
Bu sebeple sizden istirhamım bu çalışmadan mevcut düşüncelerinizin desteklenmesini beklemeyin.
Hangi düşüncede olursanız olun, böyle bir beklenti içine girmeyin.
Sadece olayları ve sebepleri anlamaya çalışın.
Anlamak derken fehmetmeyi kastetmiyorum. Anlayışlı olmayı kast ediyorum.
Bildiklerinize, bagajınızda bulundurduklarınıza, kanaatlerinize yüzde yüz ters gelse de lütfen anlayışla yaklaşmaya çalışın.
Sizi destekleyen bir cümle görünce sevinin elbette ama bu hissiyatın tüm çalışmada sizin yakınınızda durmayacağının da farkında olun lütfen.
Çünkü hakikat böyle bir şeydir. Hoşumuza gittiği ve bizim doğrularımıza uyduğu zaman ona hürmet ederiz. Yoksa gerçeğin canı cehenneme deriz farkında olmadan.
Bu çalışmayı Hazreti Bediüzzaman’ı daha iyi tanıyabilmek ve bunu sizlere aktarabilmek adına başlattım. Öğrendiğim hakikatler beni şaşırttı zaman zaman ama bakış açımı değiştirmedi.
Bediüzzaman’ın yakın/uzak çevresi, dünya ile kurduğu ilişki, hayatı boyunca karşısına çıkan karakterle münasebetlerini yakın plan incelerken hiçbir karakteri yargılamadım.
Çünkü bir yazarın işi değil yargı dağıtmak, böyle inanıyorum.
Hele hele ölüp gitmiş insanların hakkında ileri geri konuşmayı büyük hadsizlik olarak görüyorum.
Bu sebeple bu serideki tespitlerde kastımı aşıp, hüküm verici buyurgan bir cümle kullanmışsam benim kapasitesizliğimdir bağışlayınız.
Bu bahsi şimdilik kapatırken siz sevgili okurlarıma naçizane bir tavsiyede bulunmak isterim.
Tarihi kendi kanaatlerinizi pekiştirmek, kendinizi mutlu hissetmek ve iddialarınızda haklı olduğunu ispatlamak için okumayın. Anlamak için okuyun. Konu neyse ve sizin o konudaki önceki fikriyatınız neyse oturur sonra değerlendirirsiniz.
Bu sebepledir ki, ekranlarda yapılan tartışmaların hiç ama hiçbirinde şimdiye kadar bir Allah kulunun muhatabına “Allah razı olsun, bu konuda beni aydınlattın, fikirlerimi değiştirdin” dediğini görmedim, duymadım!
Çalışmayı hitama erdirdiğimizde oturup değerlendirme yaparken, başta kendim olmak üzere hepimiz, bu çalışmanın sizin fikir ve birikim dünyanızda ne gibi etkisi olduğunu da konuşuruz.
Şimdi dün bıraktığımız yerden devam edelim.
Said Şamil, babasıyla.
İmam Şamil’in küçük oğlu Muhammed Kamil ile Medineli bir öğretmen olan Muhammed Said Efendi’nin kızı Najibat Hanım’ın oğlu, yani Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil, kutsal topraklarda doğup, (1901) ilk eğitimini buralarda almıştı.
Rus İmparatorluğu’nun çöküşüyle, Kafkasya halkları topyekûn bağımsızlık mücadelesine başlamışlardı. Mayıs 1920’de Çeçenya’da yapılan bir istişarede Muhammed Kamil Paşa’nın çağırılmasına karar verildi ve davet edildi. Ancak Kamil Paşa kendisinin yerine 19 yaşındaki oğlu Said Şamil’i yollayacaktı.
Said Şamil iyi eğitimli ve hitabeti güçlü biriydi. At üzerinde köy köy dolaşıp halkı motive edici konuşmalar yapıyordu. Maalesef Bolşevikler tüm Kafkasya’yı kontrol altına alınca, çaresizce Anadolu’ya dönmüştü genç hoca.
Said Şamil
Amman’daki Dr. Taha Sultan Murad şöyle diyecekti:
“Gösterilen tüm çabalara rağmen, Kafkasya bölgesinin tamamı sonunda Kızıl Ordu’nun eline düştü. Çeçenler için devrim çok yıkıcı oldu. Dinimizi elimizden aldı, birçok kişinin hayatına mal oldu.”
Yeni Rus devleti Said Şamil’i yaşayan en tehlikeli düşman olarak görüyor, birbiri peşi sıra suikastçı ve ajan yolluyordu peşine.
Osmanlı yıkıldıktan sonra Şamil ailesi İstanbul’a taşınmış, Said şamil birada Galatasaray Lisesini bitirmişti.
Said Şamil Bey’i tekrar yakalayacağız.
Şimdi biraz daha geriye gidelim.
Hazreti Bediüzzaman dokuz yaşında eğitim hayatının başlaması ile birlikte yaklaşık yirmi yılı dönemin tüm eğitim merkezlerinde bulundu. Dersler aldı, dersler verdi. Bu arada bu dersleri bir tek yerde ya da evinin bulunduğu lokasyonda değil, neredeyse tüm doğu illerini gezerek almıştı.
15. yaşı onun için bir kırılma anıydı çünkü, Doğu Beyazıt’ta Şeyh Mehmed Celali Hazretlerinden İcazetini aldıktan sonra tekrar okuduğu doğu medreselerini gezdi, doğu ve güneydoğu illerindeki önemli problemleri ve özellikle eğitim konusundaki ciddi sıkıntıları yerinde tespit edecekti.
Nitekim etti de.
Tarih boyunca bölgenin en bahtsız yöresi olan Şark, görünürde pek çok medrese ve okul ile oldukça yaygın eğitim veren bir coğrafyaydı ama genç Said, eğer bir öğrenci kendi çabasıyla kendini geliştirmezse, bu medreselerin eğitim kalitesinin fecaat olduğunu bizzat biliyordu.
Bir kere binalar çok köhneydi, eğitim sistemi iptidai idi. İmkanlar da çok kötüydü; bir sınıfta kimi zaman yüzden fazla öğrenci ders almaya çalışıyordu. Yurt ve yatakhanelerin dunumu ise daha fenaydı. Onlarca öğrenci son derece ağır şartlarda balık istifi yaşıyorlardı.
Hocalar bıkkın, heyecansız ve çapsızdı.
Bediüzzaman bu tablo değişmeden ülkenin geleceğinin değişmeyeceğinden emindi.
Yeri gelmişken, bir ara not düşeyim.
Bediüzzaman eğitime bu kadar önem verirken klasik nurcuların sadece ‘Medresetüzzehra’yı fetiş haline getirip, hiçbir eğitim projesi geliştirmemesi ayrıca hazin bir durumdur.
Haftada bir toplanıp, Risale okumak Bediüzzaman’ı anlamak demek değildir!
Geçtik…
Pir-i Mugan, ne acıdır ki, ülkenin içine girdiği karmaşa cenderesinden dolayı, o kadar hızlı bir şekilde siyasi ve içtimai hayatın içine dalıyor ki, onun bu teşhis ve reçetelerini öğrenebilmek için bir mahkemede kendini savunmasını beklemek durumunda kalıyoruz. Bu meyanda Divan-ı Harbi Örfi savunması yaşadığı toplumu ve bölgeyi muazzama analiz eden ve yine elini taşın altına koyup çözüm önerilerinde bulunan bir metindir.
Zaten kendisi mukaddimede aynen şöyle diyerek bizi teyit etmektedir:
“Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkarımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Dîvan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.” (Tarihçe-i Hayat, s55)
Bu arada hala hayretler içindeyim, bu savunmaya Tarık Suresi’nin 9. Ayetiyle başlaması da çok enteresan değil mi?
“Sırların ortaya çıktığı gün!” (Tarık:9)
Şu teşhislerin muhteşemliğine bakar mısınız?
“Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husûmet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt, zalimler için de yaşasın Cehennem!..”
“Siyaseti dinsizliğe alet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr için, başkasını irtica ile ve dînini siyasete alet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskilerden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl îtimat olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de, cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zîra, insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstehak görür. Halbuki, bu tarz, bir zulm-ü şediddir.”
“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabî olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
Şu kısım ise hala geçerli bir defomuzun 120 sene önceki teşhisidir:
“Bizim düşmanımız cehalet, zarûret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkîye sevk eden hakîki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularamızla dost olup el ele vereceğiz. Zîra husûmette fenalık var; husûmete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zîra, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz…”
Cehalet, zaruret ve ihtilaf…
Sanat, marifet ve ittifak…
İki cephe ve üç önemli silah…
Bediüzzaman bu tespitleri henüz 15 yaşındayken yapmıştır.
Zira bütün İslam aleminin ve özellikle Şark insanının üç tane büyük düşmanı vardı.
Bu düşmanlar; cehalet, zaruret(yoksulluk) ve ihtilaf idi.
Cehalet beraberinde yoksulluğu getiriyordu. Yoksullukla sıkıntılara düşen bu insanlar da kavgalar, çatışmalar ve ihtilaflar eksik olmuyordu.
Bu üç düşmana karşı mutlaka yerinde ve etkin metotlarla mücadele edilmeliydi. Bu üç hastalığın çaresi de ‘’sanat, marifet ve ittifak’’ idi.
Size ilginç bir ayrıntı aktarayım, belki ilk kez duyacaksınız.
Medresettüzzehra salt bir üniversite projesi değildi. Esasen ana şemsiyesi “Maarif, sanat ve fünun zaviyesinden Şarkı’ın asırlardır uyuduğu uykudan uyandırılması” projesiydi.
Sultan Abdülhamid’e ulaştırılmak üzere hazırladığı dilekçede Bitlis, Van ve Diyarbakır’da üç üniversite planı vardı.
Nasip olur mu bilmem ama, bu eğitim projesinin detayları üzerine bir çalışma yapmak isterim. Çünkü okul öncesi eğitimden başlayıp, ilk, orta ve lise mekteplerinin ardından branşlaşmalar ve akademik ilerleme üzerine kurulu bir sistem tasavvur etmişti Hazret. Bunun ilk adımı ise eğitim fakülteleri ve köy okullarıydı.
Bu proje bambaşka bir şekilde cumhuriyet hükümeti tarafından uygulamaya sokuldu, demek de mümkündür.
Bediüzzaman doğudaki bu eğitim sistemini üç dilli olarak tasarlamıştı. Arapça, Kürtçe ve Türkçe…
Ve en önemlisi ise bir projeksiyon içermesiydi, gelecek 50 yılı tasarlamıştı Bediüzzaman; şarktan başlayıp garbe ve diğer yandan Ortadoğu’ya uzanacak, sonra İngilizce ve Fransızcayı da içine alacak bir eğitim halkasının fikri altyapısını oluşturmuştu.
Kendince bir kaynak etüdü de yapmıştı. Bunun için tulumba tekniğini geliştirmişti. Her eğitim müessesesi için ilk adımı devlet attıktan sonra artık karışmayacak, yerel halk kendi okulunu kendisi finanse edecek ve yönetecekti!
Ama bunların hiçbiri nasip olmadı.
Zira kendi tabiriyle “acele edip kışta gelmişti.”
Mustafa Kemal’in Çankaya Köşkü’nden önce kaldığı Ankara Garı’ndaki odası. Ve binanın genel görüntüsü.
Hem de ne kış, karakış!
Biraz önce sizlere tanıtmaya çalıştığım Muhammed Said Şamil Bey, enteresan şekilde Bediüzzaman’ı çözmeye yaklaşabilen nadir insanlardı.
Bakın bunlar onun bakış açısı:
“Milli Mücadele hükûmetinin ısrarı üzerine onu Ankara’ya kadar götürdüler. Orada Millet Meclisi üyeleri tarafından alkışlarla ayakta karşılandı. Kendisiyle M. Kemal Paşa uzun-uzun görüşmeler yaptı. Sultan Abdülhamid Han zamanından beri özleyip tahakkuk ettiremediği, Doğu illerinde bir medrese kurması için malî kolaylıklar gösterildi. Buna rağmen volkanmisal bir enerji menbaı olan o faal şahsiyet, bütün bunları nezaketle reddetti… Van’a gidip Erek dağında inzivaya çekildi. Riyazi bir mantıkla bu hadiseyi bizim tefsir etmemize imkan
Said Şamil Bey, son dönemlerinde…
yoktur. O halde, bizim bilemediğimiz ve anlıyamadığımız bir âlem daha var demektir…” (Aydınlar Konuşuyor, s140)
Şunu mu demek istiyor acaba:
Bu tür insanların bir görünen, bir de görünmeyen dünyaları vardır. Hayatı çift taraflı (zülcenaheyn) yaşarlar. Dolayısıyla bazı hareketlerini anlamlandırmak, mantığını kavramak pek mümkün değildir. Bediüzzaman da böyle biriydi!
Muhammed Said Şamil Bey’in yaşamı ikinci meclis sonrasında maalesef dramatik bir hal alıyor. Rusya’nın diplomatik baskıları netice veriyor ve Kemal Paşa maalesef Kafkas Diasporası’nın mühim isimlerinin hepsini Türk vatandaşlığından çıkarıp, sınır dışı edince, tabiri caizse göçebe bir hayat neticesinde, 2. Dünya Savaşı’nda yine ülkesi adına muhteşem işler yapıyor ve 1981 yılında İstanbul’da vefat ederken, kalben mutmain bir şekilde dünya hayatını terk ediyor.
Meşhur Bediüzzaman Beyannamesi’nin Cumhurbaşkanlığı arşivindeki orijinali.
Elveda Ankara!
Şöyle bir toparlayalım önce…
Kendisini dünyaya bağlayan lifler birer birer atarken, Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul’daki İngiliz işgalinin neticelenmesinden sonra artık burada vazifesinin kalmadığını düşünür. Niyeti İstanbul ile beraber dünyayı da terk etmek, inzivaya çekilmektir. Ancak Ankara Hükümeti, özellikle İngilizlere karşı neşrettiği Hutuvat-ı Sitte’den çok etkilenmiş ve onu ısrarla Ankara’ya davet etmiştir. Bu konuda hiç de gönüllü olmayan Bediüzzaman, önce iki talebesini yollayarak bu işten sıyrılmaya çalışsa da birkaç vekil İstanbul’a kadar gelerek, Ayasofya camiinin çay bahçesinde onda tahşidatta muvaffak olmuş ve ikna etmişlerdir.
Bediüzzaman, yıllardır kurguladığı eğitim modelini bir umut uygulamaya geçirebileceği düşüncesiyle geldiği Ankara’da yeni Cumhuriyet’in bambaşka bir alemde olduğunu görür.
Açıkçası Ankara da ona bayılmamıştır. Bizzat Kemal Paşa çok kez, “Bu tür hocalardan İslam alemine hayır gelmez” türünden beyanlarda bulunmuştur.
Buna rağmen her iki taraf da nezaket sınırları içerisinde neredeyse kavgaya varacak kadar şiddetli tartıştıkları halde, sonuna kadar toleranslı davranmış ve bu süreç yaklaşık 7 ay sürmüştür.
Ankara Hükümetinin artık beklemeye tahammülü yoktur. Ali Şükrü Bey cinayetiyle beraber olaylar hızla gelişir. Kemal Paşa ve arkadaşları Bediüzzaman’ın bu direnişi bir tür naz olarak görse de bu garip insanı tam olarak kontrol edebilmenin güçlüğünü fark etmiş ve Şeyh Sinüsi’yi çoktan Anadolu’ya yollamışlardır.
Bediüzzaman’ın ise eğitim projesine destek aramaktan başka bir amacı kalmamıştır. Bir de tabiri caizse jant üzerinde giden Ankara Hükümeti’nin başta Mustafa Kemal olmak üzere, İslam aleyhine aleni bir tavır takınmasından çekinmektedir.
Ancak tüm kanalları tıkanır, tüm araya girmeler olumlu netice vermez.
Yüzbaşı Abdülgani Ensari’ye kulak verelim, ilginç bir şey anlatıyor zira:
“Üstad Hazretlerinin Ankara’dan ayrılacağı zamana yakın günlerde, bir gece rü’yamda gördüm ki: “Peygamber (A.S.M.) Efendimiz sahabe ve yârânı ile birlikte, tam Meclis’in üstünden göğe doğru uçarak yükselip gittiler, gittiler!.. Ta, kayboluncaya kadar gittiler. Ben sabahleyin bu rü’yamı Ustad Hazretlerine hikâye ettim. Çok üzüldü, müteesir oldu. Epey düşündü, sonra bana dedi: “Ey Ensari! Bu rü’ya işaret ediyor ki; artık sizin Meclisinizde iman nuru, maneviyat ve ruhaniyyat te’siri uçtu, gitti…:””
Artık yapacak pek bir şey kalmamıştır…
Üstelik siyaset oldukça gergin ve kanlı bir sürece geçmiştir.
Halifeliğin de kaldırılması, ikinci meclisin seçimiyle artık hiçbir umut ışığı kalmamıştır Said Nursi için.
Ankara Hükümeti ise işleri yoluna koyduğunu düşünmektedir ama bir süre sonra bizzat Mustafa Kemal de iktidardan dışlanmaya başlayacaktır. Küsecek, evine çekilecek, Ulus gazetesinde müstear isimle iktidar aleyhine makaleler yayınlayacak, hatta yeni bir siyasi parti kurmayı bile deneyecektir. Ancak karşısında onun kadar olmasa da hafife alınmayacak bir siyasi deha vardır: İsmet İnönü!
Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığına seçilmesinden sonra 1892’de Almanlar tarafından inşa edilmiş olan, Ankara Tren Garı’nın hemen yanında yer alan Direksiyon Binası olarak bilinen taş binada ikamet etmeye başlamıştı.
Ankara mebusu Tevfik Demiroğlu anlatıyor:
“Bediüzzaman’ı Ankara’da son kez tren istasyonunda gördüm. Sanırım gidiyordu. Yanında Mustafa Kemal vardı bir şeyler konuşuyorlardı!”
Aslında Bediüzzaman’ın Ankara’nın umutsuz vaka olduğu düşüncesine çok önceden sahip olduğunu Hubab’daki (hatırlarsanız Arapça olarak Ankara’da kaleme almıştı) şu cümlelerinden net olarak anlamak mümkündü:
“Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez. Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.”
İfade zaten inanılmaz derecede ağır, altından kalkmak imkânsız, Allah’tan bu risale Arapça olarak yazılmış da bir de bunun için maraza çıkmamış! Hani Topal Osman’a biri filan okusaymış bunu, çok daha müessif hadiseler cereyan edebilirmiş!
Said Nursi Ankara’dan ayrılırken, Mustafa Kemal’in kaldığı odadan onu görüp yanına mı gittiği, yoksa dışarıda tesadüfen mi denk geldiklerine dair bir kayda rastlamadım. Ancak mesele bazı Nurcu kaynakların aktardığı gibi, onu garda yakalayıp fetva istediği şeklinde geçmediği kesin. Kemal Paşa’nın kimseden fetva isteyecek durumu yoktu, zira devrimlerini yapmaya kararlıydı, hele hele görüşlerinin tamamen zıt olduğu Said Nursi’den fetva talep edecek kadar saf olmuş olamaz!
Gardaki ayak üstü bu konuşmada tam olarak hangi bağlamda neler konuşulduğunu tam olarak bilebilmek de pek mümkün değil. Yakınlarında görüşmelerine şahit olanların bağlamını filan bilmeden ayak üstü fetva istendiğini filan aktarmaları akla mantığa yakın değil.
Diyelim ki öyle olmuş olsun…
Şurası bir gerçek, bu görüşme bu ikilinin arasındaki son görüşme olmuyor.
Bir görüşme daha oluyor. Ama ne görüşme; filtresiz, maskesiz ve etekte kalan tüm taşların döküldüğü karşılıklı gerçek iki karakterin yüzleşmesi.
Bunu anlatacak imkanımız olmadı ama mutlaka ele alacağız emin olun.
Bediüzzaman’ın Ankara’dan trenle ayrıldığını biliyoruz. İstikamet tam tersi yön gibi görünse de aslında trene binen yeni Said’dir ve yepyeni bir hayata doğru yol almaktadır…
Evet, çalışmamızın bu kısmını burada bitirmek en iyisi olacaktır.
Devamını ve daha önceki kısımları Allah ömür verirse tamamlamayı düşünmekteyim.
Hangi mecrada nasıl yayınlarım şu anda bilmiyorum açıkçası.
63 bölümlük bu seri hakkında biraz daha konuşup, hasbihal edeceğiz.
Tüm okur dostlarımıza sabırlarından dolayı minnettarım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***