Bediüzzaman Ankara’da (8)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Düşüncelerimi, onları anlamayan insanlara göstermeye ihtiyacım yok.”
J.P. Sartre
Falih Rıfkı Atay, Çankaya isimli Atatürk biyografisinin ilk baskısının önsözünde şöyle yazar: “Şarklılar için ya ‘’methiye’’ ya ‘’hicviye’’ vardır. İkbal adamlarını, ya borçlusunuz, baştan ayağa övmeli, ya kinlisiniz, tepeden tırnağa yermelisiniz. Bu türlü yazılarda şairin veya nesircinin hayal ve nüktelerini tatmakla kalırsınız. Fakat adamı tanımazsınız. Şark devlet adamlarının hatıraları da övünmekten veya savunmaktan öte geçmez.” (Çankaya, s19) Gerçi Atay “Bu kitabın haksız ve yanlış, hatta doğru da olsa yazılmasını hoş bulmayacağımız tarafları olsa bile, Atatürk’ün şahsiyet ve karakter sırlarına hayli yaklaşan bir tarafı olmalı idi.” Der ama bu sözünü tuttuğu pek söylenemez.
Atay, kitabında başka bir kitaba methiyeler dizer. H.C. Armstrong’un meşhur “Bozkurd” (Sonradan Bozkurt olarak revize edildi) isimli çalışması. Atay, “Atatürk övülmekten hiç şüphesiz hoşlanmakla beraber, meselâ, Türkiye’de yayınlanmasına izin verilmeyen Armstrong’un ‘’Bozkurd’’u kendi üzerine yazılmış eserler arasında en beğendiği idi.” der.
Orijinal ismi “Grey Wolf” olan kitap Mustafa Kemal’in hayatta iken yayınlanan ilk biyografisiydi ve Kemal Paşa’nın insani yönlerini de değindiği için ülke basının sert eleştirilere muhatap olmuş ve uzun yıllar yasaklanmıştı. 1955 yılında (Peyami Safa yayına hazırlamıştır) bazı bölümleri (Bazı dediysek kitabın 3’te biri kesilmişti) sansürlenerek yayınlanmasına izin verildi. Kitabın kapağında şöyle yazıyordu: “5816 sayılı kanuna aykırı bulunan kısımlar kitaptan çıkarılmıştır!”
İstiklal mahkemelerinin meşhur hakimi Kılıç Ali hatıratında şöyle yazmıştı mesela: “Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de Hükûmet tarafından memlekete sokulması men edilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk’ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu.
Fakat bunları sayıp dökerken de memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu.
Kitabın İngilizce ve Almanca baskısı, ayrıntıya dikkat, alt başlık: Almanca’da “Bir Diktatörün Hayatı”, İngilizce’de “Bir diktatörün yakından incelemesi”
Bir başka baskının kapağı. Bir diğerinde ise Cemal Abduel Nasır’ın “Bu kitap hayatımdaki en önemli kitap oldu.” Cümlesiyle satışa sunulmuştu.
Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmişlerdi”” (Atatürk’ün Hususiyetleri, s96/97)
Daha sonra yazar hakkında öyle şeyler yazılacaktı ki, Kılıç Ali’nin sözleri pamuk şekeri kadar yumuşak kalırdı bu ithamlar karşısında. Misal Sadi Borak, “Atatürk’ün Armstrong’a Cevabı” isimli çalışmasında yazarı Türk direnişçileri bulup kurşuna dizdiren İngiliz casusluğu ile suçlayacaktı. (Atatürk’ün Armstrong’a Cevabı, s28)
Öte yandan batılı tarihçiler Armstrong’un Atatürk’e karşı bu kadar önyargı ile dolu olmasını şöyle açıklıyorlar: “1. Dünya Savaşı’nda Türklerin eline esir düşmesi akabinde bu günlerin etkisi ile eserlerinde Türkiye ve Atatürk’e karşı saldırgan bir tavır sergilemiştir.”
Daha önce de defaatle belirttiğimiz gibi bu çalışmanın amacı asla kimseyi gömmek ya da yüceltmek değildir. Bizce her tarihi karakter kendi yaşadığı dönem bağlamında ele alınmayı hak etmektedir. Ve hele hele ölüp, toprak olmuş şahısların dünyada ne yapmış olurlarsa olsunlar, yargılamak bir gazetecinin ya da araştırmacının işi de haddi de değildir.
Bu satırları Atatürk’ü yermek ya da eleştirmek adına paylaşmıyorum. Aksine ilerde anlatacağımız olayların taraflarını daha iyi anlayabilmek adına bir arka plan betimlemesi çabamız var.
Devam edelim…
“19. Yüzyıl sonu. Selanik sahilinde bir taze mezar… Mezarda minnacık bir çocuk var. Çocuğun adı Ahmet. Zübeyde Hanım ile Ali Rıza Bey’in üç yaşında ölen oğulları. Bu, kaybettikleri üçüncü çocukları. Gece, dalgalar, minik Ahmet’i kum mezarından çıkarıyor. Cesedinin üzerine çakallar üşüşüyor. Zübeyde Hanım ve Ali Rıza Bey yıllarca bu acıyı yaşadı. Sonra eve yeni bir bebek geldi, yeni bir umut. Mustafa, hiç görmediği ağabeyi Ahmet’in başına gelenleri dinleyerek yetişti. Onun, doğa karşısındaki çaresizliğini hiç unutmadı. “Kaderi böyleymiş” dediler… İnanmadı. O, kendi kaderini kendisi çizecekti…”
Böyle başlıyor Can Dündar’ın 2008 yılında çektiği docu-drama olan Mustafa. Biz genel olarak Mustafa Kemal’in kardeşi olarak Makbule ismini biliriz ama öyle değildi. Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın ilk çocukları Fatma idi ve 1872 yılında doğdu. O yıllarda müthiş bir salgın vardı: Verem. Ve maalesef minik Fatma (4 yaşında) veremden ölmüştü.
Yıl 1874… İkinci çocukları Ahmet doğdu. Bir yıl sonra ise Ömer dünyaya geldi.
1881 yılında gözlerini dünyaya açan küçük Mustafa’nın iki ağabeyi vardı: Ahmet ve Ömer…
Yıl 1883…
Hastalık ve salgın yine dünyayı kasıp kavuruyor. Ve minik Ahmet ve Ömer birbiri peşi sıra Kuşpalazı olarak bilinen Difteri hastalığından dolayı vefat ediyorlar.
Ali Rıza Bey çok yakın tarihte birbiri peşi sıra vefat eden çocukları için deniz kenarında kumluk bir alanda mezar kazmıştı. Bazı geceler med-cezir yüzünden sular yükseliyordu ve dalgalar minik Ahmet’in cansız bedenini mezarından çıkardılar. Dağlardan inen aç çakallar ise minik Ahmet’in bedenini paramparça etmişti.
Bu olay aileyi öylesine sarstı ki, travması yıllarca sürecekti. Küçük kardeş Makbule dünyaya geldiğinde Mustafa Kemal, ölen üç çocuğu için sürekli “Kader ne yapalım?” deyip duran annesine de öfke ile dolmuştu. Oysa Zübeyde Hanım ölene kadar kurtulamayacağı bir depresyona girmiş, geceleri kabusla ağlayarak uyanıyordu. Tarihçiler Mustafa Kemal’in çocukluğunun ruhsal yaralanmalar ve travmalar içerisinde mutsuzluklarla geçiyordu. 1889 yılında en küçük kardeşleri Naciye doğduğunda küçük Mustafa 9 yaşındaydı. Ve maalesef Naciye de henüz 10 yaşında iken vefat edecektir.
Kısa süre sonra yaşayacağı ikinci bir olay ruhunda derin yarıklar açacaktı.
Falih Rıfkı’nın Çankaya’sından okuyalım önce: “1894’te Selânik’te sivil rüştiye (ortaokul) mektebine girdi. Fakat orta öğretimini burada tamamlamak kısmet olmadı. Aynı zamanda müdür yardımcılığı eden ve kendine Kaymak Hafız denen matematik hocası Hüseyin Efendi bol dayak atan sert bir kimse idi. Atatürk derdi ki: “Berbat bir adamdı. Ondan çok korkardım. Beni döverse ne yaparım, diye düşünürdüm.” Nitekim sınıf arkadaşlarından biri ile kavga ettiği sırada Kaymak Hafız’ın eline düştü. İnsafsızca dayak yedi, kan içinde kaldı ve bu yüzden okuldan çıktı.” (Çankaya, s9) Atay, nezaketinden kaçtı ya da yarıda bıraktı demiyor. Hemen Atay’ın bir başka kitabından daha okuyalım bu Kaymak Hafız kimmiş:
“Kendisini bu defa şimdi ortaokul dediğimiz rüştiye mektebine verdiler. Bir gün Kaymak Hafız adındaki Arapça hocası Mustafa’nın bir çocukla kavga ettiğini görerek, onu kanlar içinde bırakıncaya kadar dövdü. Mustafa eve geldi, hocanın haksızlığını ve dayağını bir türlü şerefine yediremediği için, bir daha okula dönmemekte ısrar etti.” (Babanız Atatürk, s9)
Oysa kitabın ilk baskısı aslında epey farklıdır. Hemen bakalım: “1894’te Selanik’te sivil rüştiye (ortaokul) mektebine girdi. Fakat orta öğretimini burada tamamlamak kısmet olmadı. Aynı zamanda müdür yardımcılığı eden ve kendine Kaymak Hafız denen matematik hocası Hüseyin Efendi bol dayak atan sert bir kimse idi. Atatürk derdi ki: Berbat bir adamdı. Ondan çok korkardım. Beni döverse ne yaparım, diye düşünürdüm. Nitekim sınıf arkadaşlarından biri ile kavga ettiği sırada Kaymak Hafız’ın eline düştü. İnsafsızca dayak yedi, kan içinde kaldı ve bu yüzden okuldan çıktı.” (Çankaya, s21, 1968)
Kitabın orijinalindeki “Matematik Hocası, nasıl oluyorsa birden “Arapça Hocası’na dönüşüyordu! Ve pek çok resmi tarihçi bu çarpıtılmış halini aktarıp durur yıllardır.
Bir üçüncü travma ise annesiyle ilgilidir. Mustafa Kemal, babasını çok genç yaşta kaybetmenin travmasını atlatamadan annesinin tekrar evlenmesini bir türlü içine sindiremez. Hele hele eve yeni üvey kardeşlerin gelmesini asla kabullenmez ve Zübeyde Hanım ile arasına ömür boyu kapanmayacak bir mesafe koyar. Pek çok tarihçi Askeri yatılı okula yazılmasını bu hayattan bir kurtuluş olarak gördüğü için tercih ettiğini düşünür.
Şimdi şöyle bir toparlayacak olursak…
İki tane önemli karakter. Biri büyük bir asker, diğeri kıymetli bir din alimi.
Yaşadıkları ülkenin değişmesi gerektiğine inanıyorlar. Bir tabandan olsun istiyor bu değişim, diğeri tavandan.
Her ikisi de memleket sevdalısı. Bu uğurda canlarını riske etmiş, yaralanmışlar. Esir edilmiş biri, diğeri gibi sürgüne gönderilmiş.
Ve yepyeni, taptaze bir ülkenin doğum sancıları yaşanmaktadır.
Mustafa Kemal, yapacağı devrimlerin mümkün mertebe az problem çıkarmasını istemektedir. Bu için Said Nursi’yi ikna edebilmek ümidiyle çağırmıştır Ankara’ya.
Dertleri aynı ancak reçeteleri neredeyse birbirine zıttır.
Bediüzzaman kendi kültür ve inancından koparılacak bir toplumun hiçbir zaman özgür ve mesut bir ülke olamayacağına inanmaktadır. Mustafa Kemal ise, eskinin pek çok şeyinin ülkeyi batırma noktasına geldiğine inanmakta ve gerekirse zor kullanarak ülkesini değiştirmeyi kafasına koymuştur.
Ancak her ikisi de iknaya büyük önem vermektedir.
İşte Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesini iki karakterin burun buruna çarpışması değil, birbirini ikna çabası olarak görmek gerektiğine inanmaktayım.
Merhum Badıllı kitabında Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesini nedensellik bağlamında şöyle yorumluyor:
“İşte Bediüzzaman yukarıda kaydedilen ümit ve gayelerle İstanbul’daki vazifesini bitirmiş, artık Ankara’ya gidebilirdi. Gidip de teşekkül eden şu yeni İslam-Türk hükûmetini kutlamak ve temelleri atılmakta olan bu İslam hükûmetinin ana taşlarını sağlam bir zemine oturtmak mutlaka lâzımdı. Aynı zamanda, kafasında, kalbinde taşıdığı dünya çapındaki büyük hizmet programlarını da bu yeni İslam hükûmeti nezdinde tahakkuk ettirmesi gerekirdi. Çünkü zaman ve zemin itibariyle merhun(tutulu) vakti gelmişti artık…” (MTH, s535)
Elimizde herhangi bir belge yok ama Hz. Bediüzzaman’ın Ankara’da kaldığı 7-8 ay boyunca Meclis’e birden fazla kez gittiğini biliyoruz. Dönem basını çok fazla ilgilenmiyor ya da ilgilenmesi istenmiyordu. Ancak özellikle Meclis kulislerinde vekillerle tanıştığı, sohbet ettiği biliniyor. Bir de Meclis meclisine gittiği… zaten ipleri koparan gerilim de burada gördüğü manzaradan sonra gerçekleşiyor.
Bediüzzaman’ı Ankara davet eden Birinci Meclis ondan öncelikle en iyi yaptığı şeyi; duayı ister.
Bu duanın Meclis tutanağına geçmediğini biliyoruz.
Aslında her şey güzel başlamıştır.
Ancak her iki tarafın da kendi zihninde bagajları vardır. Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları yeni bir cumhuriyet tesisi için, ülke içinde yapılması gerekenleri belirlemiş ve bunlardan biri de inanç yönü hassas olan halkın (Birinci Cihan ve İstiklal Harbi’nin en temel motivasyonu dindir çünkü) cumhuriyete iknası ve en az hasarla bu geçiş sürecini yaşama arzusu vardır. Bunun için de halka cumhuriyeti ve yeni rejimi anlatacak, ikna edecek manevi önderlere ihtiyaçları vardır. İlk Meclis profilini bakıldığında bu tercih çok açık şekilde bellidir.
Sadece iltifat için davet edilmemiştir ilk meclise, dolayısıyla Ankara’nın Said Nursi’ye bir teklifi vardır.
Öte yandan Bediüzzaman’ın da kendi ajandası vardır. Padişahlık döneminde fark ettiği ve milletin geleceği açısından yaşamsal bulduğu eğitim meselesi üzerine bir şeyler yapmak istemektedir. Çünkü Bediüzzaman, dönemin eğitim sisteminin tamamen çöp edilip taklit bir model ile bir yere gidilemeyeceğine inanmakta ve içinde bulunduğu halkın inanç ve kültürüne uygun, ancak modern bir anlayışla yepyeni bir eğitim anlayışının tesis edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bunun için çözüm önerileri de epeydir elindedir. Bunun en bariz örneği üniversite açılmasıdır.
İlk adım olarak bunu talep eder.
Aslında bu bir testtir aynı zamanda. Türk halkının geleceğini samimi olarak düşünenlerin eğitim politikalarına bakarak test etmek mümkündür. Eskiyi reddedip tarihe gömmek meselenin yarısı bile değildir, esas önemli olan yerine inşa edeceğiniz medeniyet tahayyülüdür.
Ankara bu teklifi duymadan önce tabiri caizse taraflar top çevirirler.
Mecliste dua, kulislerde sohbetler, yeni cumhuriyetin anlatımı, karşısında eğitim modelinin kendilerine anlatılması…
Bu süreç yaklaşık 4 ay devam eder.
Bu esnada Bediüzzaman sıklıkla Meclis’e davet edilir, fikirleri sorulur ve ona uygun bir teklif yapılır. Şeyh Sinüsi’nin yerine Umumi Şark Vaizliği. Çok itibarlı ve maddi getirisi büyük olan bu iştir. Aslında ülkede bu teklife koşa koşa evet diyecek yüzlerce din alimi vardır.
İzah edeyim…
O dönem vekil maaşı 103 Lira’dır. Reşat altını olarak ise 105 gramdır. Bir Reşat altının ağırlığı ise 7,2 gramdır. Yani 14,5 Reşat altını etmektedir. Günümüze çevirecek olursak, bir Reşat altını yaklaşık 11 bin 500 TL’dir. Bu durumda bugünkü paraya göre ilk mebuslar aylık 167 milyar maaş almaktadır.
Bediüzzaman şark vaizliği karşılığı teklif edilen para ise, aylık 300 liradır. Bunun günümüzdeki karşılığı ise yarım (500 bin) milyon Türk lirasından fazladır. Aylık olarak pek de cazip olan bu parayı Nursi elinin tersiyle iter.
Hazreti Bediüzzaman bu maaşın bir sus payı olduğunu düşünür ve kabul etmez. İleride “Keşke bu parayı kabul edip, halkanın içinde kalsaydın, belki yeni rejimin inanca verdiği zararları minimize edebilirdin” eleştirilerine ise şu cevabı verir:
“Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nurla imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.” (Emirdağ Lahikası, s2)
Nursi, kendi gündemini önce kendisini tanıyan, bilen mebuslara açar. Onlara eğitimin memleketin geleceği için önemini anlatır. Pek çok kişiyi ikna da eder aslında. O’nun düşüncesine göre Sultan Reşad döneminden kalma bir bütçe ayrılmıştır. Ancak bu miktar da zannedildiği gibi 25 bin lira değildir. Saray araştırma yaptırmış ve “7 bin 500 size yeter” noktasına gelmiştir. Bu parayla değil büyük üniversite açmak, mütevazi bir rüştiye inşa etmek bile hayli zordur!
Nitekim belgeleri inceleyecek olursak…
Bu çok önemli belgede şöyle deniliyor: “Şark vilayetlerinin medeni imkânlardan ve ilmi ve dini terbiyeden mahrum olmaları cihetiyle o vilayetlerin en münasip noktasında Piriştine’de tesisine başlanan medrese gibi bir yüksek medrese inşası için gerekli tahsisatın verilmesi için Van Vilayetinden talep edilmiş olduğu bildirilerek gerekli meblağın bütçeye dâhil edilmesi ve neticenin bildirilmesi rica olunur.” Buradan anlıyoruz ki Bediüzzaman’ın Sultan Reşad’tan talep ettiği bütçe çıkarılmıştır.
Bu belgede ise şöyle deniliyor: ““2 Şubat 1327 tarihli ve 121 numaralı tezkire-i aliyye-i Meşihatpenahileri (Şeyhülislamlığın) cevabıdır.“Vilayat-ı Şarkiyenin vesait-i temeddüniye (medenileşme vasıtaları) ve terbiye-i aliyye ve diniyeye mazhariyetleri esbabının (sebeplerinin) mühimlerinden olan o vilayatın münasip bir noktasında Piriştine’de tesisine ibtidar edilen (başlanan) medrese gibi bir medrese-i aliyyenin inşası hakkında Van Vilayetince gösterilen lüzum 28 Kanun-ı sani 1327 tarihli ve 113 numaralı tezkiremiz ile de bildirildiği üzere muhik ve pek münasip olup Maarif Nezareti bütçesinde ise medrese inşası için tahsisat olmayıp, medreselerin inşa ve idaresinin yüksek Meşihat makamı ile Evkaf Nezaretine ait olduğundan, oralarda kullanılabilecek vakıf yerleri var ise, onlardan da istifade edilmek üzere ilgili Nezaret ve Ders Vekâletiyle haberleşerek bu maksadın teminine çalışılması temennisiyle.”
“Van’da bir medrese-i aliyyenin inşası ve bâ-husus masarif-i inşaiyesinin Hazine-i Evkafından tesviyesiyle nâm-ı nâmi-i Hilafetpenahiye olarak tesmiyesi beyne’l-ahali (ahali arasında) pek ciddi ve pek amik (derin) hissiyat-ı şükraniye ve minnettarane ile karşılanmıştır. İşbu emr-i hayrın bir an evvel kuvveden fiile ısdarı (çıkarılması) Hükümetin her türlü teşebbüsatına da yardım edecektir. İcab eden paranın irsali ve muktedir bir mühendis ile mi’mârın bir an evvel i’zâmı (gönderilmesi) ehemmiyetle…”
Kuvveden fiile geçirilmesi…
Mesele tam olarak budur. Yoksa çökmekte olan Osmanlı’nın en fanatik yetkilisi bile eğitimin önemini bilmektedir. Ancak her şey sadece lafta kalmaktadır maalesef.
Bu belgede 25 bin değil sadece 2 bin liradan bahis edilmektedir. Bu miktarın ilk taksit olarak nitelendirildiğini de söyleyelim.
Bu gönderilen para ile bir dar’ül Fünun binasının temeli atılmış ancak, harbi umuminin çıkması üzerine bu yatırım yarıda kalmıştır.
Bediüzzaman işte bu projenin tamamlanması için son bir gayret çırpınmaktadır.
Öte Bediüzzaman mebusları teker teker ikna ettiğine inanmaktadır. Mesela 1923 yılının hemen başlarında Kayseri mebusu Alim Efendi ve 166 (bazı kaynaklar bu rakamı 163 olarak belirtiyorlar) arkadaşı şöyle bir kanun teklifinde bulunurlar:
“TBMM Riyaset-i Celilesine:
Harb-i Umumî’den evvel Kosova medresesine tahsis olunan yirmi bin altın liradan on yedi bin altın Van’da yapılacak ‘Medresetüzzehra’ ismiyle müsemmâ bir darü’l-ulûm-u İslâmiyeye tahsis edilmişdi. Van Valisi Tahsin Beyin ve aşairin teşebbüsüyle temeli atıldı. Aşair taahhüd ettiler ki, zekâtın bir kısmını o medreseye tahsis edeceğiz.
Hatta zekâtın zekâtıyla iki bine yakın leylî (yatılı) talebe idare edilecekti. Hem de Maliye’nin tasarrufunda olan oranın evkafı da mühim bir yekün teşkil eder. Şimdi ise oraların Ermeni ihtilâl komite menba’ları olan münderis (kapanan) kiliseleri de oranın evkafına mal olmuş. O vakitte öyle bir müessesenin vücuduna esbab-ı mucibe bir ise şimdi ondur. Çünkü o zaman yalnız bir hasm-ı dinî var idi. Şimdi cenuptan, şimalden, şarktan hem de cehalet-i dahilî ile beraber ahlâk ve esasat-ı diniyeyi ifsad eden esbab taaddüt edip halkı kavgaya sevk ediyor. O nazik mevkide ve öyle bir kavimdeki her şey din nokta-i nazarından muhakeme eder. Esasat-ı diniyeyi i’lâ ve takviye eden böyle bir müesseseden başka hiçbir tedbir ciddî semere vermez, verse de muvakkattır.
Binaenaleyh böyle bir müessese-i âliye-i ilmiyenin o havali halkının tahsil-i ilim ve irfanına tahsisi vilayat-ı şarkiyede devletin asayişinde, iktisadiyatında, ahlâkiyatında müessir hayır ve şükran tevlid edeceğinden ve’l-haletü hazihi, bir altun liranın mukabili yüz lira ise ve levazım-ı inşaiye ve sairenin fiyatça eskisine nisbetle birkaç misli tezayüd etmiş olduğundan, bugünkü paranın kıymeti nazar-ı dikkate alınarak bu zir’deki (aşağıdaki) mevadd-ı kanuniyenin kabulüyle, bu emr-i hayrın bir an evvel kuvveden fiile ısdarı mülk ve milletin selâmet ve saadetini gaye-i emele binaen Meclis-i Ali-i Milliye arz ve teklif eyleriz.
1- Van’da [Medresetüzzehra] nâmıyla bir Daru’l-ulum-u İslâmiye inşa ve küşadı (açılması) kabul edilmişdir.
2- Masarif-i inşaiye içün 339 (1923) senesi Şer’iye ve Evkaf bütçelerine yüz elli bin lira ithal edilmiştir.
3- İşbu kanun tarih-i neşrinden itibaren mer’i olacaktır.
4- İşbu kanunun icra-yı ahkâmına Şer’iye ve Evkaf Vekâleti memurdur.”
Yine cerideden okumaya devam edelim: (21 Şubat)
“Kayseri Mebusu Âlim Efendi ile 166 refikinin, Van’da Medresettüzzehra namiyle bir medrese küşadına dair kanun teklifi (2/671)
REİS — Kayseri Mebusu Âlim Efendi ile 167 refikinin Van’da Medresetüzzehra namiyle bir medrese küşadı hakkındaki teklif-i kanunileri Lâyiha Encümenine.
Bu teklif Meclisin 21 Şubat 1339 (1923) günü 196. oturumunda 2. teklifler başlığı altında görüşülmüş ve kanun teklifleri komisyonuna havale edilmiştir.”
Daha sonra, 6 Eylül 1923 (339) tarihinde TBMM Layiha Encümeninde (Komisyonunda) görüşülen teklif “dini esasları yüceltecek ve takviye edecek yüksek bir müessesenin açılması ile ilim ve irfan sahasındaki gelişmelere bir adım teşkil edeceği” belirtilerek Genel Kurulca görüşülmesi uygun görülmüş ve sevk edilmiştir.”
Bu aşamadan sonra bu teklif adeta tenis topu gibi komisyondan komisyona giderken enteresan şeyler de yaşanır. Mesela (toplam 200 vekil vardı) 56 vekil tekliften imzalarını geri çekerler!
Dahası Bediüzzaman ortalıkta dolaşan “Bugün/yarın tahsisat çıkıyor” lakırdılarına önceleri inansa da bazılarının 150 Liralık bütçeden bahsetmesi hep havada kalır.
Birkaç yıl, birazdan anlatacağım olaylar yaşandıktan sonra 29 Kasım 1925’te bu teklif reddedilir. Gerekçe olarak da bir yıl önce çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu gösterilir.
17 Şubat 1923 Cumartesi tarihli Meclis Zabıt Ceridesi’nin ilk sayfası.
Bu teklif daha yapılmadan ve yapılırken sıklıkla Meclis’e gidip gelen Bediüzzaman hazretleri namazlarını Meclis mescidinde kılıyordu.
Ancak gördüğü manzara onu üzüyordu. Zira dini, imanı, vatanı için milyonlarca şehid vermiş bir milletin meclisinde namaz kılan vekil sayısı çok çok azdı. Bunun aksine, vekillerde dünyaya bir yönelme ve içkisinden, boş lakırdısına, her türlü lakaytlığına kadar har türlü malayaniyat gözlemlemişti Nursi.
Buna karşı yapacağı ilk hamle şüphesiz bu konuda bir şeyler yazmak olacaktı.
Yaptı da…
Tam bu esnada inkarcılık ve dini tezyif edenlere karşı Hubab ve Zeyl-ül Zeyl isimli iki eser yazdı. Eserler Arapçaydı ve bu dilde yazdığı için sonradan pişmanlığını itiraf edecekti:
“Maatteessüf (maalesef) Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette (özet halinde) o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.” (Lem’alar, s292)
Ankara’da belki de öncelikli olarak mebusların okuması arzusuyla yazılan Hubab Risalesi. Belki de Arapça telif edilmesi tarihsel bir hataydı!
Bediüzzaman yavaş yavaş kendisine karşı bir tür oyalama taktiği yapıldığını düşünmeye başlar. Bir de gördüğü manzaranın olumsuzluğu onu iyiden iyiye umutsuzluğa sevk etmiştir. Ve sıra son hamlesini yapmaya gelir!
Oturur ve tam 10 maddelik manifesto niteliğinde bir beyanname yazar büyük alim.
Peki neler yazmıştır her şeyin sonunu getirip, tüm köprüleri yıkacak olan bu beyannamede:
“Ey Mücahidin-i İslâm ve ey ehlil hall vel akd!
Bu fakirin, bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum:
Evvelâ: Şu muzafferiyetteki harikulâde nimet-i ilâhiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa ni’met şükrü görmezse, gider. Madem ki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız.
Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan Salat gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevalî ve devam etsin.
Saniyen: Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccühve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiye’yi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.
Salisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz.. Kur’ân’ınevamir-i kat’iyyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi âlihimmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şân ve şerefiyle öyle bir meta’ değil ki; sizin gibi insanları işba’ etsin, tatmin etsin ve maksud-ı bizzat olsun.
Rabian: Bu millet-i İslâm’ın cemaâtları, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta ûmum Kürdistan’da umum me’murlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namazı kılarsa, mutlak emniyet ederler. Kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman Beytüşşebab aşâirinde isyan var idi. Ben gittim sordum, “sebep nedir?” Dediler ki: Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Böyle dinsizlere nasıl itâat edeceğiz?” bu sözü söyleyenlerde namazsız, hem de eşkıya idiler
Hamisen: Enbiyanın ekseri Şark’tan ve hükemanın ağlebi Garb’tan gelmesi, kader-i ezelînin bir remzidir ki; Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalbdir. Akıl ve felsefe değil. Madem Şark’ı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz! Yoksa sa’yiniz ya heba’en gider veya muvakkat, sathî kalır.
Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Frenkler, dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki; hasmınız kadar İslâm’a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a’mala tebdil etmeniz gerektir.
Görülmüyor mu ki; İttihatçıların o kadar harika azm ve sebat ve fedakârlıklarıyla, hatta İslâm’ın şu intibahına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâubalîlik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.
Sabian: Âlem-i küfür bütün vesaitiyle, medeniyeti ile, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâm’a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dalle-i İslâmiye birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatla muhafaza eylediği bir zamanda; laubaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâb-varî bir iş görmek,İslâmiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir. Başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de, çabuk ölüp sönmüş.
Saminen: Za’f-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lakaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfice,tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.
Tasian: Sizin bu İstiklal Harbi’ndeki muzafferiyetinizi ve âlî bir hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven cumhur-u mü’minindir Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever vesizi tutar ve size minnettardır. Ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi evamir-i Kur’ân’ı imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslâhat-ı İslâm namına zaruridir. Yoksa, İslâmiyet’ten tecerrüd eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallidlerini avam-ı müslimine tercih etmek; maslâhat-ı İslâm’a münafi olduğundan, Âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecek.
Aşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş mecnûn bir cesur lâzım ki, o yola sülûk etsin.
Şimdi yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi, zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız gaflet ve tembellik haysiyetiyle bir ihtimal-i zarar-ı dünyevi olabilir. Halbuki feraizin terkinde doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bâhusus,bu güruh-u mücahidin ve bu yüksek meclisin ef’ali taklid edilir. Kusurları ya taklid veya tenkid edilecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor.
Sırr-ı tevatür ve icma’ı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.
Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek! Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, manay-i saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiye’yi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle, ma’nay-ı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse;-hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirreile günde laakal beş defa dine muhtaç olan-şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyac-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye ma’nay-ı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz, isme ve lâfza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise;ya zıddır. Zaman cemaat zamanıdır.Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî,ancak ona istinad ile vazaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi, eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise, gayr-ı mahduttur.
Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zaruri vazifeniz şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkif etmez, teşci eder.”
Bediüzzaman’ın genel retoriği hakkında epeyce bir ipucu taşıyan bu beyannamenin üslubunu incelediğimizde ne kadar dikkatli bir dil kullandığını görüyoruz. Bunun sebebini kendisi sonra da izah ediyor:
“Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.
“Bizimle çalış” dediler.
Dedim: “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez. Evet, ilişmedim ve ilişenlere iştirak etmedim. Çünkü, an’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir dehâ-yı askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, hususan Reisicumhurda bir dehâ hissettim ve dedim:
“Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anât aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için, ne kadar elimden gelmişse, dünyalarından çekindim, karışmadım.” (Tarihçe-i Hayat, s110)
Nursi, son derece mayınlı bir bölgede hareket etmeye çalıştığının farkındadır. Mesele sadece iktidarı elinde tutanları kızdırmak ve kendine düşman etme endişesi değildir, aynı zamanda bir deha olarak gördüğü Mustafa Kemal’in bir şekilde tamamen din karşıtı olup, dindarlara zarar vermesinden çekinmektedir.
Siyasal İslam’dan umut beklemek ilk meclisten beklenen umuttan daha felaket bir şey olsa gerek!
Merhum Kazım Karabekir bu beyannameye bayılır ve koşarak Mustafa Kemal’in yanına gider. Niyeti beyannameyi ona okumaktır ama Kemal Paşa’nın hem beyannameden haberi vardır hem de…
Said Nursi beyannameden önce öyle bir hamle yapmıştır ki, 56 mebusun tekliften imzasını çekmesinin nedeni de ortaya çıkmış olur..
Devam edeceğiz…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***