YORUM | MAHMUT AKPINAR
İslam’ın siyasete kurban edilmesi ve siyasallaştırılması Emevîlere kadar uzansa da, ideolojik anlamda Siyasal İslam 19. yüzyılın sonlarından itibaren, batı kolonyalizmine ve işgallere tepki olarak doğdu. Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh tesiriyle Mısır’da yeşeren Siyasal İslamcı yaklaşım daha sonra diğer İslam ülkelerine de yayıldı. İdeoloji haline getirilen İslamcılık, temsil ve hal Müslümanlığı ortaya koymaktan öte, reaksiyoner bir yaklaşımdır. İslam’ı ve ilkelerini esas alıp anlatmak, yaymak yerine devleti hedefler, siyasi söylemler, sloganlar geliştirir. “Öteki”ne odaklanır, kendisini öteki üzerinden tanımlama eğilimindedir.
Geleneksel Müslümanlığın temsilcisi tarikatlar, cemaatler de Siyasal İslam’ın reaksiyoner, mutlak batı karşıtı, komplocu tavırlarından etkilenmişlerdir. Kendisini siyasal İslamcılardan uzak konumlandıran Müslümanlar dahi onların tarz ve yöntemlerine başvurmaktadır. Filistin meselesi kanayan bir yaradır, fakat İslamcılar tarafından bayraklaştırılmış, sembol haline getirilmiştir. İslamcılar Yemen’de yaşanan acıyı, ölümleri görmezler. Doğu Türkistan’ı önemsemezler, Afrika Müslümanlarını dikkate almazlar ama Filistin’le ilgili en küçük olayı gündemde tutar, konuşur, yazarlar. Çünkü orası kutsallığın ötesinde sembolik öneme sahiptir. Zulüm, eziyet, işkence kimden gelirse gelsin tepki vermek yerine, günümüz Müslümanları genellikle “Kim yaptı? Kime yaptı?” konusuna takılmaktadır. Mazlum Müslüman bile olsa, zulmeden İslamcı yönetimlerin müttefikiyse, zulüm, baskı, işkence yok sayılmaktadır.
Türkiye’de ve dünyada bütün dini gruplar, cemaatler siyasal İslamcı söylemlerden ve tutumlardan etkilendi. Siyasal İslamın geleneksel dini grupları domine ettiğini söyleyebiliriz. Batıda yerleşik, demokratik dünyanın bütün hak ve nimetlerinden yararlanan dini gruplarda ve tarikatlarda dahi komplocu yaklaşımlar, olayın aslını bilmeden verilen reaksiyoner tepkiler, sloganik konuşmalar yaygın halde. Batının kolonyal ve emperyal geçmişi elbette eleştiriyi hak ediyor, ama batıda yaşadığı, demokrasilerin refah, özgürlük ve adaletinden yararlandığı halde Rusya ve Çin gibi otoriter ülkelerin zulümlerini mazur görmek, her olumsuzluğu batı emperyalizmi ile izah etmek ciddi bir önyargı göstergesi.
Siyasal İslamcı veya değil, dini gruplarda devleti ve gücü kutsama, onu kontrol etme isteği yaygın. Tek tek bireylere ulaşıp tebliğde bulunmak, temsil sergilemek, ikna etmek, bilgiyle etkilemek yerine devlet gücüyle, toptan İslamlaştırma amacı öne çıkıyor. “Müslüman güçlü olmalı!” söylemine sığınılarak güç devşirmeye dair yöntemler meşrulaştırılıyor, liyakat, kul hakkı, adalet gibi kavramlar kolayca sündürülebiliyor. Takvayı ve azimeti esas almak gerekirken, çoğu Müslüman kul hakkına girmeyi Darül harp – Darül İslam polemiğinde izaha çalışıyor. Artık dini gruplar, cemaatler kalpleri kazanmaktan öte binalara, kurumlara, yapılara yöneliyor ve bunların sayısıyla, cesametiyle öğünüyor. Oysa “bir insanın imanına vesile olmak üzerinde güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır” hadisi dillerden düşmez. “Bir lokma, bir hırka” ile yetinmeyi tavsiye eden tasavvuf ekolleri son 30 yılda, münhasıran AKP iktidarıyla iş tutunca holdingleşti, devasa kurumlara, yapılara dönüştüler. Mevcut iktidar koalisyonunun yapısından etkilenen iktidara yakın dindarlar devletçi ve milliyetçi oldular. Pek çok dini grup “ehveni şer” diyerek yolsuzlukları, hırsızlıkları, zulmü meşrulaştırıyor. “CHP gelse daha kötü olacak!”, “başkası daha çok çalacak!”, “din elden gidecek!” gibi yorumlarla haramları yok sayıyor, hukuku, adaleti göz ardı ediyor.
Hayrettin Karaman’ın iktidara yönelik fetvalarının temelini teşkil eden “hayrı kesir için şerri kalil irtikap edilir” anlayışını bütün dini gruplar kullanma eğilimindeler. Kur’anın toplumsal hayata bakan en önemli esası adalet. Allah adil olmayı her fırsatta bize emrediyor. Ama adaleti mahzayı esas alan yok, herkes kendince gerekçeler ileriye sürüp adaleti izafiye yaklaşımını benimsiyor, kurunun yanında bazen yaşların da yanabileceğini ifade ediyor. Oysa Bediüzzaman gibi pek çok İslam alimi “hak haktır, hakkın büyüğü küçüğü olmaz”, “bir gemide 9 cani bir masum olsa o masum hatırına gemiyi batıramazsınız”, “grubun selameti için bireylerin haklarını feda edemezsiniz” diyor. Adaleti izafiyeyi sadece siyasal İslamcılar değil, Risale-i Nur cemaatleri bile normal karşılıyor, hatta gerekli görüyor. Din ve siyasetin aynı anda kullanılmasını: “bir elde nur tutarken öteki elde topuz tutmaya” benzeten ve siyasetle din bir arada servis edildiğinde insanların İslam’dan korkacağını ve kaçacağını söyleyen Bediüzzaman’ın talebeleri adaletten uzak, zalim bir yönetime methiyeler düzüyor. Dahası manevi misyonlar yüklüyor.
Siyasal İslamcı yaklaşım kâmil müminler, inançlı bireyler yetiştirmeyi teferruat görebiliyor. Onlar büyük olaylarla, siyasi konularla ilgilenir ve insanlığın problemlerini bireysel ve ahlaki alanda değil, siyasi alanda çözmeye odaklanır. Düşüncelere, fikirlere önem vermek yerine sloganları, klişe söylemleri öne çıkarmak siyasal İslamcıların bariz özelliklerindendir. Bu yaklaşım nedeniyle şahsen pek çok günahı, haramı işleyip “temiz, dindar toplum” hayal eden Müslümanların sayısında artış var. Siyasal İslamcılar bir Yahudiyle, Hristiyanla temas kurup İslam’ı doğru anlatmayı denemek yerine, ilzam edip susturmaya, demagoji ile bastırmaya veya düşmanlaştırmaya çalışırlar. “Kafirler!” “siyonistler!” “haçlılar!” gibi klişeleri vardır. Oysa yeryüzünde Müslümanlığa dönenlerin ekserisi Hristiyanlar ve Yahudilerdir. Doğru yaklaşılsa ve anlatılsa, ortak noktalara vurgu yapılsa bir Yahudi ve Hristiyan’ın İslam’ı kabulü kolaydır. Ama gayrimüslimlerle irtibat kurmayı, diyalog faaliyetlerini “küfür” gibi sunan dini gruplar var.
İslam Müslümanın ahlaklı, erdemli, doğru, dürüst olmasını emreder. Kimseyi aldatmamasını, hak yememesini salıklar. Ehli kitabın, ateistin, deistin hakkı da kul hakkıdır. Bir mümin “inanmıyor” diye başkalarının hakkını gasp edemez, malına-mülküne göz koyamaz. Ama siyasal İslamcıların kategorik ve dışlayıcı, hatta insandışılaştırıcı yaklaşımının etkisiyle tarikat-cemaat mensupları bile yaşadıkları batı ülkelerini “darul harp” ilan edip, kamu kaynaklarını istismarı meşru görebilmektedir. Haramı helal kılma gayrimüslimlerle sınırlı kalmamaktadır. “Müslümanım”, “İslamcıyım” diyenler Müslüman komşusunu önce “hain”, “sapık” ilan edip, sonra malına çökmektedir. Oysa Hz. Peygamber, bir Yahudiye atılan iftirayı araştırıp, hırsızlığı Müslümanın yaptığını ortaya çıkarmış ve Müslümanı cezalandırmıştır. Ayrıca İslamda ısrarla öne çıkarılan komşuluk hukuku sadece Müslüman komşulara münhasır değildir. Nitekim çok dinli ve kültürlü Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde gayrimüslimlerle çok iyi komşuluklar kurulmuştur.
Müslümanlar olarak epeydir dünyadaki gelişmelerden, bilimden, sanattan, teknolojiden kopuğuz. Ama son asırda oldukça fanatik, tepkisel hale geldik. İslam’ın reaksiyoner ve ideolojik bir yorumu olan Siyasal İslam, Hizmet Hareketi dahil bütün dini grupları etkiledi. Hatta tasavvufun temsilcileri bazı tarikatları politikleştirmekle kalmadı, radikalleştirdi. Artık Müslümanlar olarak şekilleri, sembolleri, alametleri öne çıkarıp, özü, hakikati ıskalıyoruz. Her gördüğümüz tabloda, resimde haç, siyon yıldızı, mason işareti arayacak kadar muhtevadan uzaklaşıyoruz. Çok fazla niyet okuyor, peşin hükümle hareket ediyoruz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***