Bediüzzaman Ankara’da (1)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Ey felâket, helâket asrının adamı,
senin de reyin var. Fikrini beyan et.”
(Sunühat)
“Bin bir adı vardır bir adı Hızır
Her nerde çağırsan orada hazır.”
Halk Türküsü
O ne incelikli, naif ve derin bir eserdir öyle. Hz. Bahaeddin Sultan Veled’in az bilinen Rebabnâme’sinden bahsediyorum. Hz. Mevlana aşkından yazmıştır bu eseri: “Deldiğim inciler o akıp duran deryâdandır (Mesnevî), bu kitap (Rebabnâme) merd-i Hüdâ’nın (Hz.Mevlâna) övgüsü için yazılmıştır.” Ki epey kısmını Hz. Musa ile Hz. Hızır maceralarına ayırır. Oradan aktarıyorum:
“(Hz. Musa) Büyük lütuflara eriştiği halde Cenab-ı Hakk’a dua etti ki: “Ey Rabb-i Kerim’im! Bana Hızır’ı bir defa göster! Bu gamlı gönlüme merhamet buyur!” Eğer Hızır’ı görmek mühim bir iş olmasaydı, bu kadar bağışa eriştikten sonra Cenab-ı Hak’tan onu yalvararak ister miydi? Ona kavuşmayı bu derece arzuyla ister miydi? Birçok feryat ve niyaz ve yanıp yakılmadan sonra Cenab-ı Hak, haline merhamet etti. Buyurdu ki: “Halktan uzak ol, usanmadan yaya olarak yoluna devam et! Ey seçkin kahraman, bu yolda yoldaşsız olarak tek başına devam et. Tâ ki seni yalnız olarak görsün, senden yüz çevirmesin, seni güler yüzle karşılasın.” Öyle yaptı, kendi kavminden kaçtı, o maksat uğrunda her şeyi feda etti. Nihayet birçok dert ve sıkıntıdan sonra arzuladığına kavuştu.” (Rebabname, Byt 3830:3835)
Bugün size bir Said’den bahsedeceğim.
Kendisi aynı zamanda mollaydı.
Bediüzzaman değil, hayır.
Nasıl ki, tarihten bihaber seküler kesim için Şeyh Said ile Bediüzzaman Said Nursi aynı kişi ise, pek çok kişi (bunların içinde bilim adamları, siyasetçiler, yazar çizer takımı bile var) Molla Said ile Said Nursi’yi aynı kişi zannediyor.
Oysa aralarında cennet ile cehennem kadar fark var. Hatta biri diğerini İngilizler suikast düzenlesin diye ihbar edecek kadar düşman!
Tabii biz bugün konforlu alanımızdan geçmişe bakıp bu kanaate varıyoruz ancak o tarihte bahsini ettiğimiz Said Molla’nın hangi saiklerle hareket ettiğini de tam olarak bilemiyoruz. Kim bilir, belki de kendince haklı sebepleri vardı?!
Neyse bizim işimiz adalet dağıtmak değil, tarihi hassas bir vicdan ve göz ile ele almak.
TBMM Zabıt Ceridesi 24.4.1336 Cumartesi tarihli, ikinci içtima, yani toplantı zabıtlarının 1. Cildinin 9. Sayfasında şöyle bir ifade geçiyor:
“Mustafa Kemal: Meclis i Mebusanın feshi, kuvvetini milletten almıyan Hükümeti Merkeziyenin sık sık değişmesi ve halkın vicdanından doğan millî birlik uğrundaki teşebbüsatın maalesef ihtirasat-ı siyasiyeye kurban edilmesi yüzünden aleme karşı mevcudiyet-i milliyemiz ihsas edilemedi.
Ecnebi kuvvetlerini n işgali altında inliyen Payitahtımızda kan ağlıyan bilûmum erbabı hamiyet, münevveranı millet ve din v e Devlet e hizmetler i mesbuk zevatı âliye Makamı Hilâfet v e Saltanatın, İstiklâli Millînin bu haternâk (Doğrusu ‘Hatarnak’ olacak, Tehlikeli, korkunç anlamına geliyor.) vaziyetten kurtarılması ancak vicdanı millîden doğan birliğin azim ve iradesine müftekar (İhtimal ki zaptı tutan yanlış anlamış ya da yazım hatası yapmış. Sanırım ‘müstekar’ demek istendi) bulunduğuna iman getirdiler…
Bu sıralarda idi ki, umum belediye riyasetlerine Dersaadet’t e İngiliz Muhibleri Cemiyeti teşekkül ettiği ve her tarafda bu cemiyet e iştirak ile İngiltere müzaheretinin taleb edilmesi lüzumu hakkında (Said Molla) imzasiyle bir telgraf geldi. Bu meselede Hükümetin alâkasının derecesini anlamak için Sadrazam olan Ferid Paşadan keyfiyeti istilâm ettim, hiçbir cevap alamadım. Kendisinin eşhası meçhule tarafından böyle gayrimuttarit ve muhtelif siyasi maceralara teveccühündeki teşebbüsatın azîm felâketlere sebeb olacağını takdir eden millet, Said Molla’nın tebliğine havalei sem’i itibar etmedi…” (Ayrıca Türk parlamento Tarihi, Cilt 1, s41)
Evet işte Mustafa Kemal’in ismini andığı bu Said, Nursi Said değildir. Pek çok ulusalcı tarihçi bu isimleri fena halde karıştırdığı gibi, çok da umursamamaktadır. Onlar için ha Molla Said, ha Nursi Said, ne fark eder ki? Kemal paşa bu mevzuyu Nutuk’a da taşımıştır. (Nutuk, TDK yayınları, s20)
Oysa aralarında tamamen zıt diyebileceğimiz şekilde farklar vardı.
İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin 20 Mayıs 1919 tarihinde kurulduğu biliniyor. Yine bilinen bir başka konu da Cemiyet Başkanı Sait Molla imzasıyla, 23 Mayıs 1919 tarihinde bütün belediye başkanlıklarına gönderilen bir telgrafnamenin olduğudur. Bu telgrafnamenin içeriği de -kısmen- bilinmektedir. Cengiz Dönmez’e göre, “Cemiyetin kuruluşunu gerçekleştiren Said Molla da Cemiyetin kuruluşuyla ilgili olarak, 23 Mayıs’ta bütün belediye başkanlarına birer telgraf göndererek İstanbul’da İngiliz Muhibler Cemiyeti’nin kurulduğunu haber vermiştir,” (Millî Mücadeleye Karşı Bir Cemiyet: İngiliz Muhibleri Cemiyeti, s58)
Fethi Tevetoğlu’na göre ise, “Said Molla (…) bütün belediye başkanlarına birer telgraf göndererek az önce kurulmuş olan cemiyeti yeni mahalli şubeler açmak suretiyle desteklemelerini istedi.” (Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, s52)
Oysa mesele daha vahimdir.
Okuyalım: “Söz konusu telgrafnamenin içeriği ile ilgili en ayrıntılı bilgiyi şu ana kadar sadece iki kaynak zikretmiştir. Bunlardan birincisine göre, Sait Molla’nın telgrafında “Der Saadete’te İngiliz Muhibleri Cemiyeti teşekkül ettiği ve her tarafta bu cemiyete iştirak ile İngiltere müzaheretinin (Yardımcı olmak, destekte bulunmak) talep edilmesi lüzumu” bildirilmekte idi.” (Türk Parlamento Tarihi, s41-42)
İkinci bir kaynağa göre ise “23 Mayıs’ta İstanbul’ da Sait Molla imzası ile belediye reislerine gelen telgrafta İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti teessüs ettiğini ve vilâyatta dahi bu yegâne selâmet ve necabet yoluna salik olduklarını ve İngiliz muhabbet ve taraftarlığı hususundaki hissiyât-ı fevkalade-i umûmiyelerini ve İngiliz müzaheretini talep ettiklerini bilâ-istisna tekmil mümessillere ve hükümete ve gazetelere derhal telgrafla iş’ar edilmesi talep olunuyordu.” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s33-34) Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgelere göre ise, Sait Molla’nın telgrafı üzerine Kütahya’dan, Silifke’den, Sivas’tan, Bursa’dan ve İzmit’ten Dahiliye Nezareti’ne telgraflar gelmiş ve duruma açıklık getirilmesini istemişler.
Said Molla’nın telgrafı ve 13 Ağustos 1919 tarihli İstanbul gazetesindeki yazısının başlığı: “İngiliz Taraftarıyım!”
Bu telgraflardan özellikle Bursa ve Kütahya’dan çekilen telgraflar Sait Molla’nın telgrafının içeriği hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Bursa’dan 24 Mayıs 1919 (Sait Molla’nın telgrafının ertesi günü) tarihinde ve “Vali Vekili Şefik” imzasıyla Dahiliye Nezareti’ne çekilen telgrafnameye göre “Bu kere Dersaadet’te teşekkül eden İngiliz Muhipler Cemiyeti müessislerinden Said Molla Bey tarafından Belediye Riyaseti’ne çekilen telgrafta vatanımızın imkân-ı istihlâsını te’min için vilayet ahâlisinin hemen cemiyet-i mezkûreye iştirak eylediklerini ve İngiliz muhabbet ve taraftarlığı hususundaki hissiyât-ı fevkalade-i umumiyeleriyle İngiliz müzahereti talep ettiklerini bila-istisna tekmil mümesillere ve hükümet ve gazetelere derhal telgrafla iş’ar eylemeleri muktezi idüğü (…) “bildirilmiş!
Bak bak bak! Hadsizliğe bak!
Dahası var; Kütahya’dan 25 Mayıs 1919 (Sait Molia’nın telgrafından 2 gün sonra) tarihinde “Mutasarrıf Fevzi” imzasıyla Dahiliye Nezareti’ne gönderilen telgrafnameye göre ise “Said Molla imzasıyla belediye riyasetine çekilen telgrafnamede vatanın imkân-ı istihlâsını İngiliz müzaheretinde gören heyet İngiliz Muhibleri Cemiyeti’ni teşkil ettiklerinden vilâyattaki ahâlinin de bu cemiyete iştirak eylediklerini ve İngiliz muhabbet ve taraftarlığı hakkındaki hissiyât-ı umumiyelerini ve İngiliz müzaheretini talep ettiklerini bilâ-istisna tekmil mümessillere ve hükümete ve gazetelere telgrafla iş’ar eylemeleri lüzumu bildirilmektedir.” (BOA, DH.KMS, 1331.S.26)
Peki kimdir bu Said Molla?
Aslında tarihe aşina olanlar için çok yabancı biri değildir bu Said Molla.
Alman şarkiyatçı tarihçi Gotthard Jaeschke, “Sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş şahıs Sait Molla idi.” Diyor.
Anadolu Kazaskeri Mustafa Neşet Molla’nın oğlu, II. Abdülhamit devri şeyhülislamı Cemalettin Efendi’nin yeğeni olarak 1880 yılında doğdu.
Daha 12 yaşında saray ve ilim adamlarına verilen “Tarik Maaşı”nı almaya başladı. Sonra önü açıldıkça açıldı. Özellikle fetva ve kadılık alanında ilerledi. Fetva kalem müdürlüğü yaptı, yüksek mahkemelerde azalık yaptı ve nihayetinde Mahşer isimli bir gazete çıkardı. 1910 yılında Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılandı ve başka hocalar meydanlarda ardı ardına ipe asılırken 2 ay ceza aldı. Ceza olmadığını herkes biliyordu çünkü 2 yıl sonra Kazasker Müşaviri oldu, hemen sonra da avukatlık belgesi aldı. Esas aktif olarak 1918 yılında çıkardığı Yeni İstanbul gazetesini çıkarmasıyla başlamış oldu.
Tam bir İngiliz ajanı!
1922’deki Büyük Taarruz sonrasında durum vahametini kavradı ve İngiliz elçiliğine sığındı. Kendisine İngiliz generali Harrington tarafından İngiliz pasaportu verildi. Ardından sürgün hayatı, Romanya, Fransa, İtalya, Mısır, Kıbrıs ve en nihayetinde Yunanistan. Birkaç yıl sonra da (1930) Atina’daki mülteciler hastanesinde öldü.
İşte pek çok popüler tarihçi ya da art niyetli ulusalcı tayfa (onlar kendilerini çok iyi biliyor) ya cahilce ya da kasıtlı olarak bu iki Said’i birbirine karıştırmakta, kamuoyunu da yanıltmaktadır. (Mesela) Bu sebeple Hz. Bediüzzaman’ın hayatındaki ve dahi Türkiye tarihindeki en etkin dönemi olan birkaç aylık Ankara Dönemi bu açıdan önemlidir.
Çünkü sadece bilinmezlik sisinin altında değil, aynı zamanda bir hakikat bulamacının içinde de karıştırılmak, unutturulmak istenmektedir.
Biliyorum, çok subjektif oldu bu ifadeler ama inanın öyle.
Bir istiaze: Siyasetten Allah’a sığınmak!
Malumdur, Bediüzzaman’ın siyaset konusunda en çok nakledilen sözlerinden biri euzu billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase sözüdür. Üstad bu sözüyle bir istiazede (sığınmak, korunmak) bulunmakta, kulluğunun ifadesi ve gereği olarak şeytandan Allah’a sığınırken—belki de aynı sebeplerle—siyasetten de istiaze etmektedir.
Gerçi özellikle siyasal İslam’ın neşv ü nema bulduğu 2010’lu yıllardan sonra (Demokrat Parti döneminde de vardı ama bu kadar yoğun değil) pek çok Nurcu kesim bu istiazeyi çok duymak istemez. (Sebeplerine başka bir bölümde bakacağız.)
Şimdi bu cümleye dair biraz derine inelim.
Öncelikle şunu belirtelim ki (Bediüzzaman’ın sakal bırakmaması, evlenmemesi gibi konularda daha detaylıca konuşacağız) özellikle geçmişten bir cümle, bir referans kullanacaksak, o sözün bağlamına bakmak zorundayız. Yoksa moda tabirle cımbızla çekip aldığımız bir cümle, bizim anladığımız manadan çok farklı, hatta daha zıt anlamlara gelebilir.
Bu cümle için çok fazla yorulmamıza da gerek yok aslında.
Niye?
Zira bu düsturu bizzat Sözler’in müellifi Bediüzzaman detaylıca izah etmektedir.
Kısa ve yüzeysel bir Risale-i Nur taharrisi yaptığımız anda bu konuda tereddüte gerek kalmayacak kadar izaha ulaşmak mümkün elbette.
Bu sözü bizzat Bediüzzaman’ın söylediği mutlaktır. Sözün muhatap kitlesi ise epey geniş; özellikle ve öncelikle, siyaseti “tarafgirlik” olarak anlayan mutaassıplar, kurtuluşu siyasette gören dindar siyasetçiler, kendisini dini siyasete alet etmekle suçlayan bir kısım idareciler ve siyaset konusunda da Bediüzzaman’dan ders alan Nur Talebeleri.
Hazret-i Pir bu istiazeyi ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubiyetiyle iyice herc ü merc olan Osmanlı siyasetinin son ve yıkıcı çalkantıları içinde yapıyor. Nasıl bir ortam olduğunu nicedir anlatmayı deniyoruz; İspanyol hastalığı gibi fikri hezeyanlaştıran İstanbul siyaseti herkesi etkilemiş, zihinleri teshir ve tenvim ile uyuşturmuş, hak ile batıl, sıdk ile kizb birbirine karışmıştır.
Pir-i Mugan Hutbe-i Şamiye’de bunu beliğ ifade ediyor:
“Evet, sıdk ve doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı ictimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyâkârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni‘-i Zülcelâl’in kudretine bir iftirâ etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. Îmân sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binâen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesâfe var. Şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nâr ve nûr gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyâset ve zâlim propaganda, birbirini karıştırmış. Beşerin kemâlâtını da karıştırmış.” (Hutbe-i Şamiye, s453)
Malum, Bediüzzaman bu satırları 1911 yılında kaleme alıyor ve hedef kitle tüm İslam alemi. Yıllar sonra bu cümlenin altına bir haşiye iliştiriyor ki aradan geçen 30-40 yılın ondaki etkisini görebilmek açısından çok mühim:
“Haşiye: Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel (Ben 30/-40 yıl dedim ama daha fazlaymış) Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyâsetle, ictimâiyât-ı İslâmiye ile ziyâde alâkadârdır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyâsete âlet veya vesîle yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki o, bütün kuvvetiyle siyâseti dine âlet ediyormuş. Ve der idi ki: Dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercîh ederim. Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münâfık zındıkların siyâseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukābil, o da bütün kuvvetiyle siyâseti İslâmiyet’in hakāikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münâfık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle siyâseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukābil, bir kısım dindâr ehl-i siyâset dini siyâset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı.
İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi‘ olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyet’in kıymetini tenzîl etmektir. Büyük bir cinâyettir. Hatta Eski Said o çeşit siyâset tarafgîrliğinden gördü ki, bir sâlih âlim kendi fikr-i siyâsîsine muvâfık bir münâfığı harâretle senâ etti. Siyâsetine muhâlif bir sâlih hocayı tenkîd ve tefsîk etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyâsiyene muhâlif bir melek olsa, la‘net edeceksin.” Bunun için Eski Said اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ dedi, otuz beş seneden beri siyâseti terk etti.”
Durun bitmedi, Risale-i Nur’da çok nadir görebildiğimiz bir durum söz konusu burda. Haşiyenin de haşiyesi var çünkü:
“Hâşiye: Üstâdımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme ve hükûmet me’murları tarafından tam tedkîk edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münâfıklara karşı mecbûr da olduğu halde, hatta i‘dâmı için gizli emir verildiği halde, dini siyâsete âlet ettiğine dâir en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyâsete âlet etmediğini kat‘î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nûr Şâkirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risâle-i Nûr’un dâiresindeki hakîkî ihlâsa bir delil saymaktayız. Nûr Şâkirdleri.”
Ah o nur şakirdlerinin yeni kuşağının düştükleri hali bir görseniz ağabeylerim!
Neyse devam edelim.
Hakperestlik yerine tarafgirlik, insaf yerine inat, merhamet yerine intikam ikame olunca mevzu öyle bir noktaya geliyor ki, “Bir salih alim, kendi siyasî fikrine uyan bir münafığı hararetle sena ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik edebilmiştir.” Ve Bediüzzaman, şeytanîleşen siyaset anlayışı ve ortamından Allah’a sığınmıştır.
Sünuhat’ta yer alan ve bizim de geçtiğimiz kısımlarda kullandığımız Rüyada Bir Hitabe’den de anlayabileceğimiz şekilde, bu cümlenin üstadın zihninde yer edinmesi eski ile yeni Said arasındaki döneme denk gelmektedir.
Bir de bir eşikten bahsedebiliriz. Kendisinin bu kanaate varmasının bir “süreç” ile alakası vardır. Bu süreci önümüzdeki sayfalarda derinlemesine araştıracağız. Ancak, kestirmeden gidecek olursak, Ankara’dan (tabiri caizse) kaçarcasına gittiği dönemde zihnindeki tek şey “Süfyan’a siyaset yoluyla mukabele edilemeyeceği haber verilen fitnenin zamanı”nın geldiğine inanmış olmasıydı.
Önümüzdeki sayfalarda daha net anlaşılacağı üzre, siyaset ile bütünleşen Ankara’nın, teslimiyetin payitahtına dönüşen İstanbul’un artık bir anlamı kalmamıştır Bediüzzaman’ın zihninde. Bu sebeple Anadolu ücralarına gidip yalnızlaşması ve artık her şeyi bırakıp aktif vazife alması gereken bir döneme girilmiştir.
Farkı anlayabilmemiz için şöyle bir örnek vereyim: 15 yaşından itibaren günlük gazetelerin tamamını okuyan, bu konuda sıklıkla makaleler yazan, radyo dinleyen, sinemaya giden bir insan, 2. Dünya Savaşı boyunca radyoya elini sürmemiş, hatta medyaya takılmanın “Zulme kalben taraf olmak” anlamına geldiğini söylemiştir.
Ve acı olan nedir biliyor musunuz, Bediüzzaman’ın takipçisi olduğunu söyleyen, onun tek satırını -haşa- Kur’an ayeti gibi sayan, günümüz insanları anlasın diye güncel dile çevirmeye çalışanları -Allah muhafaza- neredeyse Kafir derekesine iten, yapılan zülmü alkışlamayı bırak, zalime katkı sunmayı hizmet sayan kitlenin geldiği durum ise şudur:
“Sonuç olarak; Bediüzzaman’ın siyasetten istiazesi güncelliğini korumakla birlikte, siyaseti dönüştürmeye mani olmayıp belki tam tersi, gerektirmektedir. Mü’min, fenalıktan Allah’a sığınırken onu düzeltmek için üzerine düşen bir vazife varsa yapmalı, yani fiilî duayı terk etmemelidir. Mümkün olan yollarla, siyaseti ve siyasetçiyi dine dost ve barışık yapmak, siyasetin şeytanîleşmesinden muzdarip olan mü’minlerin vazifesidir.” (BKNZ)
Ne kadar ibretli değil mi?
Valizlerimizi alıp Ankara’ya gelmeden önce bunları bilmemiz lazımdı…
Devam edeceğiz bittabi!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***