YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Ranta aç, bozuk ve düzensiz kentleşmenin de sorumlusu dış güçler mi? Ya yağmalanan doğanın? Peki, kadına şiddetin ve yaygınlaşan pedofilinin sorumlusu? İşkencelerin, adam kaçırmaların, hukuksuz yargı kararlarının? Hücresel seviyelere kadar yayılan ve sistematikleşen yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlıkların sorumlusu kim? Yoksa dış güçler mi? Ötekileştirilenlerin sorumlusu kim? Hani soykırıma tabi tutulan Anadolu yerlisi Hristiyan Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin katlinin sorumlusu kim? Emirleri dışarıda bir güç mü verdi? Olmaz ya, varsayalım verdi. Bu emirleri uygulayan kim? Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşına sokan dış güçler mi? Sarıkamış’a askeri sürüp on binleri bilerek katledenlere Turan rüyası görmeyi dış güçler mi salık verdi? Dış borcun sorumlusu kim? Dış güçler mi? Devam edeyim mi?
Sorumluluğun birilerinin üzerine atılması, gerçek sorumluların gülünç ve patetik savunma stratejisinden başka bir şey değil.
Türkiye yoksul, güçsüz, insanına iyi yaşam koşulları sunamayan, yönü ve amaçları belirsiz bir ülkedir. Birbirlerinden çok farklı dünya görüşlerine, ideallere, yaşam biçimlerine, hedeflere, “iyi tasavvuruna”, kültüre, eğitime vs. sahip grupların birbirlerine paralel – birbirlerine rağmen – hayatta oldukları bir ülkede, dirlik olması olanaklı mı? Asgari ortaklıkları mevcut olmayan bu grupların sürekli ülkeyi kendi istedikleri yöne çekmeye çalışmasından oluşan mücadeleye siyaset denebilir mi? Eğer politikanın birincil amacını ortak iyiye kolektif biçimde ulaşmak diye yaklaşırsak, Türkiye’de ne kolektifin, ne de iyinin olmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Toplumun kendileri dışında kalan kesimlerini dikkate almayan, hatta onlara var olma şansı tanımayan grupların keşmekeşinde insanların mutlu ve huzurlu olamayacaklarını öngörmek için Einstein olmaya gerek yok herhalde. Bu kadar yüksek sosyal tansiyonu uzun erimli devam ettirmek mümkün değil. Toplum olma meziyetini yitiren paralel kolektif birimler (ideolojik, sosyo-ekonomik, dini/inançsal, bölgesel/coğrafi, sınıfsal, eğitimsel, etnik, kültürel vs.) fay hatlarında varlıklarını sürdürüyor. Kendilerini ötekileştirdikleri gibi olmamak üzerinden tanımlıyorlar. Çatışmadan besleniyorlar. Nefret kültürünü yeniden üretiyor, ilerideki iç savaşta daha iyi mevzi tutmaya çalışıyorlar.
Devlet denilen – rasyonel olması gereken – kurum, bu grupların bir aracına dönüşmüş durumda. Her grup devletin yardımıyla grupsal amaçlarına ulaşmaya çalışıyor. Devlet böyle bir ortamda tarafsız olma vasfını yitiriyor. Zaten son 100 yılda devletin tarafsız olduğu bir dönemin olduğunu ileri sürmek sanırım olanaklı değil.
Hal böyle olunca, kolektif başarısızlık da kaçınılmaz oluyor.
Buna gerekçe bulmak gerekiyor.
Bunu anlamlandırmak gerekiyor.
Bunun meşruiyetinin halka endoktrine edilmesi gerekiyor.
Bu konularda bahsettiğim paralel toplum parçacıklarının tümü uyumlu. Her biri aynı yöntemleri kullanıyor. Kendilerinin neden haklı olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Kendi algılarını ve yargılarını iyi bir pazarlama stratejisi izleyerek kendi hedef gruplarına dayatıyor. Her bir grubun kendi gerçekleri, kendi doğruları var. Her bir aşiretin ve mahallenin kendi hikayesi var. Bu doğrulara ve bu öykülere göre yaşıyorlar. Kendilerinin haklı olduklarından emin, hiçbir özeleştiride bulunmadan, değişmeden, dönüşmeden, diğerleriyle kaynaşmadan, onları dinlemeden, onlarla empati kurmadan, döngüyü devam ettiriyorlar.
Her biri, kolektif başarısızlığı ötekilerin üzerine yıkıyor. Ötekileri dış güçlerin ajanı olmakla suçluyor. Varoluşunu devam ettirememek korkusundan besleniyor, kolektif travmaları yakıt olarak kullanıyor. Mesela Sevr Antlaşması’nın Türkiye aydınları ve karar alıcıları üzerinde böyle bir etkisi söz konusu. Vatanın bölünmesi, parçalanması, toprak kaybı, egemenlik kaybı, bağımsızlık kaybı, işgal, sömürgeleştirilme gibi korkular canlı tutuluyor. Öteki gruplar, bu sonuçları doğuracak ve aslında ihanet olan politikaların sorumlusu olmakla suçlanıyor. Siyah-beyaz, dost-düşman, iyi-kötü gibi net ayrımların olduğu bu düşünsel evrende, Orta Asya Türkleri’nin ele geçen düşmanı değişik iplerle bağlayıp, sonra da birçok atlının farklı yönlere doğru çekerek düşmanın bedenini parçalaması gibi, sonu felaket olan bir süreçte, ülkede geri sayım devam ediyor. Fetret Devri’nden bu yana bu denli varoluşsal bir problemle karşılaşmadı sanırım Anadolu.
Sorumlu kim?
Bu sorunun bir yanıtı var mı?
Kimse insanlara zorla kamu arazilerinde ev yaptırmadı. Kimse zorla doğayı yağmalatmadı. Kimse kadınları dövmeyi, çocukları cinsel istismara uğratmayı zorunlu kılmadı. Kimse işkence yapın, adam kaçırın, berbat bir devlet olun demedi.
Bunları sizin gibi olanlar, sizlerin desteğini alanlar, sizlerin temsilcisi olduğunu iddia edenler yaptı. Fakat sorumluluk almadı kimse. Çürümenin, gerilemenin, gevşemenin, laçkalaşmanın, işlevsizleşmenin, kötüye gidişin, çöküşün sorumlusu toplum! Size anlatılan komik ve tutarsız öyküye inanmayı seçtiniz. Size anlatılanları sorgulamadınız. Hala sorgulamıyorsunuz. Basit denklemlerin size sunduğu siyah-beyaz, iyi-kötü, bizden olanlar ve ötekiler türü önermeleri kabul ediyor, hayatlarınızı bu denklem üzerine inşa ediyorsunuz. Sonra da başınıza gelen kötü şeylerden sonra basit açıklamalara dayanan, manipülatif çıkarımları doğru kabul ediyorsunuz. Sorumlular orada, bir yerlerde, karanlık odalarda yaptıkları toplantılarda birilerinin ipini çeken, pür kötü varlıklar. Bu basit evrende kendinizi konumlandırmak pek kolay, bir o kadar da iç rahatlatıcı. Çünkü diğer olasılık kolektif aidiyetlerinle çelişebilir. Bireysel bir tercihte bulunmanızı zorlayabilir. Ucunda belki özgürleşme vardır, ama bedeli yalnızlaşmadır. Olanları gör(e)meyen kitlelerin dışında, bir de görüp bilinçli olarak görmüyormuş gibi yapanların motivasyonu, bu yalnızlaşma korkusu belki.
Kolektif sorumlulukların bedeli ödeniyor. Gidişatın tersine çevrilmesi ve Türkiye’nin yaşanır bir yer kılınabilmesi için bireysel pozisyonlar almanız ve kolektiften mümkün olduğunca kopmanız, diğer bir ifadeyle kişisel otonominizi elde etmeniz gerekli.
Sorumlu sizsiniz. En azından kontrolünüz dışındaki gelişmelere “ben yokum artık” diyemeyen, araya mesafe koyamayan, olanın yeniden üretimine destek çıkan bireyleşememiş kişiler. Dışarıda bir gücün böylesi bir “toplumu” yıkmaya çalışmasına gerek var mıdır? Kendi kendisini başarıyla yok edebilen bir ülkenin yok oluşunu isteyen dış güçler varsa eğer, neden buna zaman ve kaynak harcasınlar?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***