YORUM | M. NEDİM HAZAR
“İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan
iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar!
Gelen neslin kapısında durmayınız.
Mezar sizi bekliyor, çekiliniz,
tâ ki hakikat-i İslâmiye’yi hakkıyla
kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”
(Tarihçe-i Hayat)
“Ey Koca İstanbul! Müsavat ve uhuvveti sende devr-i İstibdatta, yalnız tımarhanede. Meşrutiyyet’te yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda’ ey gelin libasını giymiş Acuze-i Şemta! (Saçı başı ağarmış kocakarı) Usandım, sen zehirli bir bala benzersin. Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin; Tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. ‘Riyanın sözünü’ seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum.” (Asar-ı Bediiye 211)
“İstanbul’dan Vedaname” başlıklı bu yazı, Bediüzzaman’ın İstanbul hayatının da kısa özetidir.
Bambaşka heyecan ve umutlar ile geldiği payitaht onu hayal kırıklığına uğratmıştır:
“Eğer medeniyet böyle tecavüzat-ı haysiyyet-şikenane ve iftiraat-ı nifakcûyane ve fikr-i intikam-ı biinsafane ve mugalatat-ı şeytanetkârane ve diyanette harekât-ı laübaliyaneye müsait bir zemin ise;herkes şâhid olsun ki; o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan, akreb ve yılanların yuvaları olanböyle mahall-i ağraza; Kûrdistan’ın, hûrriyet-i mutlakanın meydanı olan yûksekz dağlarındaki Bedeviyyet ve vahşet haymelerini tercih ediyorum. Zira burada görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyyet ve selâmet-i kalb Kûrdistan’ın dağlarında tam manasıyla hükümfermadır…”
Kullanılan dilin ağırlığını sadeleştirdiğimizde ortaya özetle şöyle bir anlam çıkıyor: “Payitaht tam bir cadı kazanıymış, beni hayal kırıklığına uğrattı. Yalnızlık ve uzlet en büyük özgürlükmüş!”
“Üstad bu yazısında hem İstanbul’un o günlerdeki halini tasvir ediyor, hem de gazetecilerin yalan, tezvir, yaltaklanma ve iftiralarla ortalığı ve efkârı ne hale getirdiklerini telvih ediyordu. Bu duruma düşen İstanbul’un içinden sıyrılıp veda etmekten başka çare olmadığını, hakiki medeniyetten değil, amma o günki hal gibi nifak, yalan, hile, dinde laübalilik, garaz, intikam gibi kötü ve rezil ahlâka müsait olan bir medeniyet ismi altındaki mimsiz medeniyetten istifa ettiğini de söylüyordu.” (A. Badıllı-Mufassal tarihçe – s248)
Bende-i Şah-ı Merdan!
İstanbul’dan ayrılmaya karar vermiştir ancak son bir şey, hem de çok ilginç bir şey daha yapar.
Mühürcüye gider ve kendi imzası yerine kullanmak üzere üzerinde “Bende-i Şah-ı Merdan, Bediüzzaman” yazılı bir mühür yaptırır.
Pek çok Risale’yi paralel okuma yaptığımızda anlıyoruz ki, Hz. Üstad, özellikle hapishane/tımarhane döneminde muazzam bir içe yönelme yaşamış. Hatta geleceğe dair flashforwardlar oluşturup hem zeka hem de ilham ile bir analiz yaptıktan sonra gelecek rotasını tam da bugünlerde çizmiştir.
“Turning Point” diyoruz dramada buna. Tam bir kırılma, dönüş noktası.
Bediüzzaman’ın 1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra çekildiği düşünülen, pek bilinmeyen fotoğrafı.
Burada kısa bir soluklanıp bir tespit yapmamız lazım.
Bediüzzaman’ın hayata dair kurgusunda gördüğümüz şekilde hiçbir dünyevi bir plan program yok.
Başta kendi eğitimini öncelerken, İslam aleminin durumunu görüyor ve eğitimin önemine dair tahşidat yapıyor. Yetmiyor bizzat eğitim kurumu açabilmek için adeta çırpınıyor. Bu da mümkün olmayınca, kendisinin de çok yerde ifade ettiği gibi, iman meselesini güçlendirecek eserler üzerine yoğunlaşıyor.
Bunun için dur durak bilmeden sürekli hareket halinde.
Bir tek kere bile halinden şikayet etmiyor. Mülksüzleşiyor, şahsı ikbalini asla öncelemiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin 1910 yılı Mart başlarında İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, vapurla Karadeniz sahilini takiben İnebolu, ardından Batum yoluyla Tiflis’e kadar gittiğini görüyoruz.
Ve meşhur olay…
Tiflis’te Şeyh San’an tepesine çıkarak her zaman yaptığı gibi tefekkür ve tezekkür halindeyken, bir Rus yanına geliyor.
Bundan sonrasını kendi eserinden takip edeceğiz ama burada bir kanaatimi belirtmem lazım. Malum olduğu üzere Bediüzzaman güçlü bir sinematografik kafaya sahip.
Geleceğe dair gayelerini önce hayalen kurguluyor ve ardından devrin şartlarını göz önüne alarak hamle yapıyor.
Dolayısıyla Tiflis’e gittiği, Şeyh San’an Tepesi’ne çıktığı su götürmez bir gerçek, ancak bir Rus’un yanına gelme meselesinin ne kadarı hayalen yaşandı ne kadarı gerçek emin olamadım şahsen. Bir ihtimal de, o gergin dönemde Rus devletinin Bediüzzaman’ın peşine taktığı bir istihbarat görevlisi olabilir.
Sünühat’tan takip edelim:
“Bir hikâye: Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh San’an tepesine çıktım. Dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi, dedi:
-Neye böyle dikkat ediyorsun?
Dedim: Medresemin plânını yapıyorum.
Dedi: Nerelisin?
Bitlisliyim dedim.
Dedi: Bu Tiflis’tir
Dedim: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
Dedi: Ne demek?
Dedim: Asya’da, Alem-i İslâm’da üç nur birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstüne üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallus edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.” (Teşhis-ül İllet)
Olayı, kitabında anlatan talebelerinden A. Badıllı, şu notu düşüyor: “Bediüzzaman’ın yanına gelen o Rus hafiyesi, ya kendisi Türkçe veya Kürtçeyi biliyordu. Yahut da Bediüzzaman ona Rusça cevap veriyordu.”
Bu üç nur/üç zulmet meselesi başlı başına bir araştırma konusudur.
Üç Nur bahsi ile günümüz dehrinin de alakası olduğu için çok deşmek istemem. Ancak Rusya ve üç zulmet aynen yaşanıyor.
Sosyalizm, Bolşeviklik ve Komünizm insanlık tarihinde en zulmetli üç sayfa olarak yerini alacaktır sonra.
Olayın devamını okuduğumuzda hadisenin imajiner yönlerinin ziyade olduğunu anlamak mümkün:
“Dedi: Heyhat şaşarım senin ümidine!..
Dedim: Ben de şaşarım senin aklına!.. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin?
Dedi: İslam parça parça olmuş.
Dedim: Tahsile gitmişler… İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i i’dadisinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinde ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır Rus mekteb-i harbiyesinde ta’lim alıyor. İla ahir…
Yahu, şu asilzade evlad, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’anın başına geçecek, muhteşem, âdil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvûc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını i’lan edecektir.”
Son cümle enteresan: “İşte hikâyemin yarısı bu kadar… ” (Asar-ı Bediiye, s154)
Sonraki yazı: Şam’a yolculuk!
NOT: Tepedeki görseli ben Midjourney ile ürettim, hayalidir.
Geçmiş bölümlere ilaveler:
Edebiyat tarihinin en ünlü hocalarından Prof. Ali Nihat Tarlan anlatıyor:
“Said Nursi’yi ben küçüklüğümden, ta Selânik’ten tanırım. 31 Mart 1909’dan önce idi. Mahmut Şevket Paşa 3. Ordu kumandanı olduğu zaman, babam da ordu muhasebecisiydi. Ben onbir yaşındaydım. Babamın perde çavuşu Mehmet Çavuş vardı. Beni Selânik’te Beyaz Kule’de gezdiriyordu. Orada kahveler vardı. Kahvede garip kıyafetli bir zat vardı. Külahı, şalvarı, çizmesi ve belinde hançeri olan bu zatı Mehmet Çavuş bana: “Bak bu zat, meşhur Molla Said’dir.” diye gösterdi. İşte Said Nursi’yi ilk defa orada gördüm. Doğu Anadolu’dan ulemayı ilzam ederek Selanik’e kadar gelmişti. İlk hatıra ve görüşmem Hazretle böyle olmuştu…”
Asar-ı Bediiye eserinde Selanik seyahatinden bahseder Bediüzzaman. 2. Meşrutiyet’in ilanından hemen önce gitmiştir Selanik’e. Muhtemelen İttihat ve Terakki ile Jön Türkler’in ileri gelenleriyle görüşmüş ve arzuladığı şeyin onlarla aynı şey olmadığı kanaatine varmış ve geri dönmüştür.
Bu arada tarihçi Cemal Kutay, Eşref Sencer Kuşçubaşı’ndan Bediüzzaman’ın Toptaşı Tımarhanesi’nde 6 ay tutulduğunu aktarır, ki bu iddia ispata muhtaçtır.
Kutay bir ayrıntıyı daha aktarır.
Ve anlarız ki, Hz. Bediüzzaman’ı sadece Saray takip etmemektedir. Kutay şöyle diyor: “Ben Said-i Nursi’yi Teşkilât-ı Mahsusa dosyalarında gördüm.”(Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı S: 282)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***