YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 52)
Bir önceki yazımda ayetlere parçacı yaklaşımın zihniyet arka planı adına bir takım değerlendirmeler yapmış, Bediüzzaman’dan uzun bir alıntıda bulunmuş ve bir sonraki yazımda uzun sayılacak bir başka alıntıyı da Hocaefendi’den aktaracağım diyerek yazımı tamamlamıştım.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ayetleri doğru anlama adına genel bir çerçeve çizdiği aşağıdaki satırlar oldukça önemlidir. Şöyle diyor: “Kur’an-ı Kerim’de Hristiyanlık ve Yahudilik hakkında kullanılan ifadelerin çok sert olduğu söylenir. Bence, bu meseleye yaklaşırken çok dikkatli olmak gerekir. Geçmiş dönemlerde, bazı Hristiyan ve Yahudilerin apaçık gerçek karşısında gösterdikleri inat, ayak direme ve düşmanlığı ifade için Kur’an’ın kullandığı aynı üslup, her zamanki Yahudi ve Hıristiyanlar için de kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet olamaz. Bu tür ayetlerde sübût-u kat’iye arandığı gibi delâlet-i kat’iye de aranmalıdır. Yani, bu ayetlerin Kur’an ayetleri olduğu kesindir. Fakat o ayetlerin ilk günden bu yana bütün her Yahudi ve Hristiyanı içine aldığı kesin değildir.
İkinci olarak, Kur’an’ın bu üslubu, o dönemlerde kendilerini Yahudilik ve Hristiyanlığa mensup addedenlerin Yahudiliğe ve Hristiyanlığa getirdikleri yanlış yorumlardan ve o yorumu hayatlarına hayat kılmalarından dolayıdır. Daha doğrusu, dinî inanç ve düşünceyi bir düşmanlık sebebi ve malzemesi yapmalarından dolayı, Kur’an onları böyle bir üslupla ele almıştır. Yani Kur’an’ın tavrı şahıslara değil, yanlış davranış, yanlış düşünce ve gerçek karşısında ayak direyip düşmanlık üretme ve tasvip edilemeyecek sıfatlara karşıdır. Bu sıfatlara karşı çok daha sert ifadeleri bizzat Tevrat’ta ve İncil’de de görmek mümkündür. Kaldı ki Kur’an, bazılarına sert gibi gelse de en uygun ifadelerle ortaya koyduğu bu tür sıfat ve davranışları ve bu sıfat ve davranış sahiplerini ikaz ve tehdit etmesinin hemen ardından, çok yumuşak ifadelerle gönülleri hakikate uyarmaya ve kalplere ümit aşılamaya çalışır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in Yahudiler, Hristiyanlar ve münafıklarda görülen bazı tavır ve davranışlardan dolayı serdettiği tenkit ve ikazların, imanları kendilerini aynı tavır, davranış ve sıfatlardan alıkoymaya yetmeyen mü’minler için de söz konusu olduğunda Sahabe ve müfessirler arasında adeta görüş birliği vardır ki, geniş açıklamalar isteyen böyle bir meseleyi burada tartışmak konumuzun dışında kalır.
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de, İslamî hakikatlere başkaldıran insanlara karşı takınılması gereken tavırlar, had, kısas gibi cezaî müeyyideler de vardır. Bu müeyyidelerden hareketle Hulefa-yı Raşidin Efendilerimiz zamanında, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılagelen bazı uygulamalardan bahsetmek mümkündür. Şayet, o uygulamalar bağlı bulundukları tarihî çizgiden koparılarak değerlendirilirse yanlış kanaatlere varılır. O hâlde, o hadiselere siyak-sibak münasebeti içinde bakmak ve her şeyi öylece değerlendirmek lazımdır.
Dahası; meseleleri değerlendirirken, hadiselerin cereyan ettiği şartlar da çok iyi incelenmelidir. Mesela; savaş zamanında harp hukukuna göre verilecek hükümler başkadır; barış anında dikkat edilmesi gereken hususlar ise daha başkadır. Dolayısıyla, bu ifadelerim, bazılarının belki de bilerek yanlış yorumladıkları gibi “hükümlerin dünkü müşrikler için geçerli olduğu ama bugünkü inançsızları kapsamadığı” şeklinde basitçe ele alınmamalı ve bazı modern yorumcuların seslendirdiği türden bir tarihselcilik olarak da değerlendirilmemelidir.
Bu itibarla, diyebiliriz ki, İslam’da sulh, sevgi, af, müsamaha esastır; kâfirlere karşı sert davranma gibi hükümler ise eskilerin ifadesiyle “saniyen ve bi’l-araz”dır. Kaldı ki onlara sert davranma, mücadele etme ve gerektiği yerde öldürme çeşitli sebeplere ta’lik edilmiştir. Şayet o sebepler söz konusu olmazsa, hükümler de tatbik edilmeyecek demektir, O sebepler mevcut değilse o zaman yapılacak şey “va’z u nasihat”tir, “emr-ı bi’l-maruf”tur, “kavl-i leyin”dir ve “tavr-i leyyin” ile İslam’ın güzelliklerini anlatmaktır. Bu esasları nazar-ı dikkate almadan, Kur’an’ı Zahirîlerin anladığı şekliyle anlayıp, vurma, kırma, dövme diyen insanlar maalesef ne hükmü ne hükmün menatını ve ne de İslam’ı anlamamışlardır. Kanaatime göre tarihî hadiseleri kendi tarihsellikleri içinde ele almalı, yani her hadiseyi kendi şartları ve konumu içinde değerlendirmeli ve bugünkü davranışlarımızda da bugünkü tavırları esas almalıyız.” (Gülen, Fethullah, İnsanın Özündeki Sevgi, İstanbul 2004, s. 73.)
Netice itibariyle tıpkı müşrik ve kafirlerin konu edinildiği ayetlerde olduğu gibi ehl-i kitaba yönelik ayetlerde de parçacı yaklaşımların yanlışlığı meydanda, siz bu bağlamda ne düşünüyorsunuz sorusunu soracak olursanız: ayetlerle sabit olduğu ve açıkça zikredildiği üzere Allah’a ve hemen akabinde ahirete imanın önemini kimse inkar edemez ve etmemeli. Salih amelin, insanlığa yararlı işler yapmanın önemini de. Dolayısıyla ne imanı ne de salih ameli ister dünyevi fonksiyonu isterse Allah katındaki yeri ve değeri itibariyle önemsizleştirecek bir beyanda kimse bulunamaz, bulunmamalı. İslami perspektiften bakıldığı zaman hayatı anlamlı kılan hiç şüphesiz Allah’a ve ahirete imandır.
Burada Peygambere/peygamberlere imanın zikredilmemesi kimseyi yanıltmamalı. İnsanoğlu Allah’a iman, ahirete iman ve salih amelin Allah katındaki önemini O’nun beyanından peygamberleri vasıtasıyla öğreniyor. Buralarda Peygamber Efendimizin ya da konusuna göre başka peygamberlerin adının geçmemesi bir mana ifade etmez. Nitekim başka ayetlerde de “Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’a inanmalarını” Kur’an açıkça zikrediyor ama ne Hz. Musa’nın (as) ne de Hz. Muhammed’in (sas) adı zikrediliyor (sas). (2/41)
Bununla beraber Peygamber Efendimizin (sas) burada zikredilmemesi söz konusu din mensuplarının kendi dinlerinde sabit kalma istekleri veya sabit kalma olgusu itibariyle olabilir. Bu durumda da onlardan beklenen İslam’a ve Müslümanlara karşı düşman olmamalarıdır. Nitekim yukarıdaki yaptığımız değerlendirmelerde de açıkça gördüğümüz üzere ehli kitabın hepsi bir değildir. Onların hepsi Kur’an’a ve Efendimiz’e karşı inkârcı bir tutum içinde değillerdir. İçlerinde din değiştirip Müslüman olanlar olduğu gibi dinlerinde sabit kalarak Müslümanlarla huzur içinde birlikte hayat süren kişiler ve gruplar da olmuştur. Dini inançtaki farklılığı düşmanlık sebebi yapmamışlardır. Yararı sadece kendi dinlerine inanan insanlara değil Müslümanlara ve müşriklere de dokunacak nice salih amellerde de bulunmuşlardır. Kur’an’ın onlarca ayetinde işaret ettiği ortak paydalarda buluşma, dini inanç, duygu, düşünce ve eylemi düşmanlık sebebi yapmama ve bu çerçevede hareket eden gayrimüslimlerle adalet, barış, huzur, güven atmosferi içinde birlikte yaşama çağrısı bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Böylesi insani, dini, ahlaki ve hukuki davranışa sahip olan gayrimüslimlerin ahiretteki durumuna gelince, onlar hakkında tek tek, her bir fert için nihai hükmün Allah tarafından ahirette verileceğini söylemek Kur’an’ın ruhuna aykırı değildir. Zira bu insanların her birinin şahsiyetleri, karakterleri, söylem ve eylemleri ve özellikle de Müslümanlara gizli ve açık, sabah ve akşam düşmanlık yapmaları/yapmamaları itibariyle birbirlerinden farklıdır. Dolayısıyla verili duruma bağlı olarak inen ayet, söylenen hadis ve Hz. Peygamber pratiğini sırf aynı dini inanca sahip diye genelleyerek ele alma, kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün ehli kitap için geçerli addetmek rasyonel bir çıkarım olmadığı gibi aynı zamanda Allah adına da hüküm verme manasını taşır. Allah her şeyin en doğrusunu bilir.
Bir sonraki yazımda meseleyi fetret dönemi ve hükümleri açısından ele alacağım.
Devam edecek.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***